“Don’t judge me!” İngilizcede en sevdiğim kalıp. Hayatımıza ve gündelik konuşmamıza girmesini en çok istediğim cümle; “Beni yargılama!” Sohbet ettiğim arkadaşım, anlattığı düşüncesi ya da davranışıyla ilgili onu hafiften kınamaya başladığımda kafasını hafif yana devirip gözlerini kısarak söylüyor bu cümleyi; “Şu anda beni yargılıyor musun?” Minik çok minik bir elektrik şoku etkisi yaratıyor zihnimde. Bunu sık sık söylemeliyiz birbirimize. Dostumu, arkadaşımı, kardeşimi, tanıdığımı, tanımadığımı herkesi mütemadiyen yargılıyorum. Onlar da beni tabii. Üzerimizde görünmez yargıç cübbeleriyle dolaşıyoruz. İnançlarımız, ideolojilerimiz, fikirlerimiz, o kadar hakiki o kadar doğru ki üzerlerinde tekrar düşünmeye asla gerek yok ve onları mesir macunu fırlatır gibi halkımıza ve halkımızın arasındaki kendimize doğru savuruyoruz.
“Ben hiç değişmedim, otuz senedir aynı şeyleri düşünüyorum ve aynı fikirdeyim.” Aferin. Terapi koltuğunda doktorumuza söylememiz gerekeni ulu orta övünerek söylüyoruz. Bedenimizdeki deri hücrelerimiz yaklaşık yirmi günde bir, beyaz kan hücrelerimiz yılda bir, kemik hücrelerimiz on yılda bir baştan aşağıya kendilerini değiştiriyorlar ve yenileniyorlar. Tabii telomerler her yenilenmede kısalıyor ve bu da yaşlanmaya sebep oluyor. Ama ben hiçbir zaman bedensel olarak aynı ben değilim. Sürekli değişiyorum. Peki zihinsel ve düşünsel olarak nasıl ısrarla aynı yerlerde durabiliyorum ve bunu övünç meselesi olarak görebiliyorum? Tuhaf.
Biz Matruşka Bebeği diyoruz İngilizcede Russian Doll diyorlar. Bu Netflix dizisinin adından korkup uzak durduysanız endişeye mahal yok. O bebek Matruşka oyuncağını kastediyor. İçinden tekrar tekrar aynı bebeğin çıktığı oyuncak.
Nadia karakterini canlandıran Natasha Lyonne dizinin senaristlerinden, yapımcılarından ve yönetmenlerinden biri aynı zamanda. Yaratıcı ekibin ve yönetmenlerin tamamı kadın. İşin başında bu kadar kadının olması incelikli bir hale getirmiş bence diziyi.
Nadia kendi doğum günü partisinde bir zaman döngüsünde sıkışıp kalıyor. Her gün ölüyor ve her gün aynı doğum günü partisinin başından başlıyor. Neyi değiştirirse değiştirsin akış değişse de finalde aynı tuvalette aynı aynanın karşısında doğum günü partisinin başlangıcında buluyor kendini. Kâbus gibi görünüyor ama seyretmesi çok eğlenceli.
Sinemada ve televizyonda çok örneği var zaman döngüsünde sıkışma fantezisinin. En yenisi “Yarın Yokmuş Gibi” adıyla Türkçeye çevrilen bir 2019 Hulu yapımı film “Palm Springs”. Çok eğlenceli bir seyirlik ve ben finalini çok yaratıcı buldum.
Bu tarz fantastik filmleri seyrettim bu hafta boyunca, yani bir zaman döngüsünde sıkışıp kalma hikâyelerini. Zihnimde hep aynı şarkı çalıyordu ama sözlerini biraz değiştirerek dinletti bana zihnim;
“Dolap beygiri gibiyim, hiç bahar yaşamadım, ya sevmeyi bilmedim yıllarca, ya sevince geç kaldım.”
Hep aynı yemeği yiyoruz, hep aynı rüyayı görüyoruz, hep aynı şeyleri düşünüyoruz, hiç yanılmıyoruz. Çünkü aynı yerde dönüp duruyoruz. Afedersiniz hangi dolabın beygiriysek artık, su mu çekiyoruz kuyudan yoksa buğday mı öğütüyor bu değirmen bunlar önemli değil, dönüp duruyoruz işte. Ve tekrar afedersiniz başka beygirler var etrafımızda onlar da dönüp duruyorlar ama biz diyoruz ki;
“Bakın nasıl da yanlış yerde dönüp duruyorlar!”
Yahu geniş yeşil çayırlarda istediği gibi koşup özgürce dolaşan beygirlerden değilsek ne hakla başka döngülere kızıyoruz ki? Ne farkımız var tutsak olduktan sonra? Yediğimiz yemek mi? Yürüdüğümüz mesafe mi?
Mesela keşke biraz sakin olabilsek de siyaseten hata yapmakla eleştirdiğimiz ve işaretlediğimiz insanlarla ilgili konuşurken bir düşünsek, düşündüğümüzü tekrar düşünsek, yaslandığımız “sağlam” inançlarımızı ve dayandığımız “sarsılmaz” ideolojilerimizi sorgulayabilsek. Daha az konuşurduk emin olun. Konuşsak da daha yeni sözler söylerdik.
Bu döngüden biraz çıkabilmek için açtım, merakla beklediğim Apple yapımı Servant dizisini seyrettim. Merakla diyorum çünkü yapımcı ve yönetmenlerinden biri Shyamalan. Benim aklıma Night Shyamalan dendiğinde “Altıncı His”ten çok (The Sixth Sense, 1999), “Köy” (The Village, 2004) gelir. Simülasyon oyunlarını ve filmlerini severseniz Köy’ü seyredin derim.
Döngüden çıkayım derken Servant’la depresyona girdim. Keşke ayna nöronlarımızı istediğimiz zaman devreden çıkartabilecek kudrete sahip olabilseydik. Olaylar Philadelphia’da geçiyor. Philadelphia’yı Google’a bakmadan yazabilen var mı acaba merak ediyorum.
Hikâyenin merkezinde bir aile var; kendini deli gibi yapmış yerel tv muhabiri bir anne, evden çalışan master şef bir baba, Schrödingerin kedisi gibi bir bebek ve tuhaf mı tuhaf bebek bakıcısı bir kız çocuğu. Karakterleri böyle sıralarken bile tüylerim diken diken oldu. Gerçekten iç karartıcı ve insanı sıkıntıya sokan bir atmosferi var dizinin. Kesinlikle tavsiye etmiyorum, seyretmeyin. Ben on bölümü bir günde izledim. Bırakamadım diziyi, çünkü bu kadar tuhaf bir meselenin böyle güzel anlatıldığını görünce merak etmekten ve bitirmekten kendimi alamadım. Şahane bir görüntü yönetimi, harikulade bir kurgu ve müthiş oyuncu kadrosu etkiledi beni. Ama şimdi Master Şefi falan duyunca siz de merak ettiniz biliyorum. Televizyondaki Master Şef boşuna her gün reyting rekorları kırmıyor tabii. Ama zaten seyredemezsiniz çünkü Apple, Türkiye’ye gelmedi biliyorsunuz. Yani online platform olan Apple’da yayınlanıyor bu dizi. Ve diğer platformlar Amazon, Hulu, Disney, HBO gibi Apple da bizi kıskandığı için gelmiyor Türkiye’ye. Gerçi yetmez ama evetçiler yüzünden de mesafeli olabilirler.
Neyse döngüye geri dönüyorum buradan. Seneler önce Ahmet Altan “Yüz Yıllık Gün” adında hiç aklımdan çıkmayan bir yazı yazdı. Bu zaman döngüsü filmlerinin öncüsü olan, başrollerinde Bill Murray ve Andie MacDowell’ın oynadığı “Bugün Aslında Dündü” (Groundhog Day, 1993) filminden bahisle Türkiye’nin yüz yıldır aynı döngüde takılıp kaldığını anlatıyordu bu yazıda. Babası rahmetli Çetin Altan yıllarca hapis yattı ve oğlu Ahmet Altan da bugün hapiste. Bunları yazmaya başlarken yazıyı tekrar okudum ve durumumuzun ne kadar vahim olduğu duvarına tekrar tosladım.
Siyasete yeni girmiş bir arkadaşım her sabah uyandığında kendine soruyormuş, “Bu kadar mesai harcadığıma, yorulduğuma değer mi” diye. Her sabah aynı cevabı alıyormuş kendisinden: “Değmez.” “Ve devam ediyorsun değil mi?” dedim. “Değmez ama evet” dedi güldük. İrademiz dışı bir yaşama isteğimiz ve sevincimiz var. Çok rasyonel değil ama devam ediyoruz. Bu güzel.