Başlığı, 2017 yılında hayatını kaybeden Bulgar-Fransız edebiyat kuramcısı ve düşünce tarihçisi Tzevetan Todorov’un, bizde “Demokrasinin Samimi Düşmanları” adıyla yayınlanan önemli kitabına dair yazmak istediğim için böyle koydum. “Demokrasinin Samimi Düşmanları” demedim çünkü hem Fransızca orijinal başlığı olan “Les ennemies intimes de la démocratie”deki “intimes” kelimesinin burada “samimi” demek olmadığını düşündüm hem de kitabın içeriğinde anlatılan şeye bakınca gayet açık şekilde anlatılan meselenin demokratik ülkelerin kendi içindeki demokrasi sorunları ve düşmanları olduğunu gördüm. “Samimi düşman” kavramı konuyu yeterince ifade edemiyordu. Hatta, anlam kaymasına neden oluyordu. Buradaki “intimes” İngilizce “intimates” anlamında, “yakın”, “içerden”, “tanıdık” gibi göndermelere sahip gibi geldi bana.
Kitaba geçmeden (ve de bu kısım çok uzarsa asıl meseleyi bir sonraki yazıya bırakma ihtimalini de aklımda tutarak) Todorov adıyla ilk karşılaşmamdan bahsetmem şart. Bu büyük düşünce tarihçisi ve hümanistten, edebiyat kuramcısından çok etkilenmeme neden olan diğer bazı kitaplarından da belki bahsetmeliyim.
On yıl kadar önceydi. Piyasadaki antropolojiye giriş kitaplarının hemen hepsi sıkıcı ve fazla klişe geldiği için alternatif bir kitap bulmak ve çevirmek istiyordum. Neden bir giriş kitabı bulup çevirmek istediğimin özel bir nedeni yoktu aslına bakılırsa. Ne var ki kaderin en çok bu gibi sebepsiz işlerde desteğini sunacağına dair bir şeyler okumuştum. Yoksa, o dönem İçişleri Bakanlığı’nın AB biriminde oldukça sıkıcı ve “mış gibi” yapılan projelerde çalışıyordum ve antropoloji kitabı çevirmekle elime ne geçeceğine dair en ufak bir soru sormuyordum. Bir yandan Stefan Zweig okuyup bir yandan da sürekli olarak maaş bordrosundan bahseden insanlarla sohbet etmek durumundaydım. Daha önce yine benzer nedenlerle alan çalışması üzerine bir yöntem kitabı çevirmiş, bundan çok büyük bir haz duymuş ve aynı şeyi bu kez antropolojiye giriş için de yapabileceğimi düşünmüştüm sanırım, hepsi o kadar.
Çok geçmeden, Norveçli ünlü antropolog Thomas Hylland Eriksen’in Small Places Large Issues kitabıyla karşılaştım. Başlık şahaneydi. Antropolojinin önemini ve ne yaptığını çok iyi anlatıyordu. İçerik de oldukça tatmin edici ve muadillerinden farklıydı. Klasik ve çağdaş antropolojiyi birbirine bağlaması da Türkiye gibi yerler için çok değerli olabilirdi. Kitabın adını görür görmez “küçük yerler büyük meseleler” diye çevirmiştim. Böyle olmalıydı çünkü yazar, “small” ve “large” sıfatları ile bu zıtlığı ve karşılaştırmayı yapmak istemişti. Türkçeye de ayniyle yansıtmalıydım. Türkçe çevirisi bana daha melodik ve güçlü geliyordu.
Bunun üzerine, Ankara merkezli küçük (şimdilerde “butik” diyoruz!) yayınevimizin (Atıf Yayınları) sınırlı imkânlarıyla telif haklarının alınması için girişimlerde bulunmaya başlamıştık ki kitabın Türkçede çevirisinin olduğunu fark ettik. Bizim açımızdan son derece üzücü ve hayal kırıklığına yol açıcı bir durumdu elbette. Ancak bu çevirideki başlık biraz sorunlu gelmişti bana; kim basarsa bassın kitabın başlığı farklı olmalıydı.
Avesta Yayınları, “küçük yerler derin mevzular”’ı tercih etmişti Türkçe başlık için. Kapak resmi de bana biraz “garip” görünmüştü açıkçası. Çeviriyi yapan Fahriye Adsay da deneyimli bir çevirmen gibi gözüküyordu. Gerçi çevirisi benim tarzım değildi ama yine de ciddiyetle yapıldığı belliydi. Her şeye rağmen, kitabın telif hakkı durumunu Norveç baskısını yapan yayınevine sormak istedik (kader en çok her şeye rağmen yapılan işlerde kendisini geriye çeker). Cevap, Türkçe baskının gerekli telif haklarına sahip olmadığı, yani “korsan” bir baskı olduğu yönündeydi. Sevinmiştik!
Bu sayede telif haklarını alabildik ve kısa süre içerisinde “küçük yerler büyük meseleler” adıyla basabildik. O günden bu yana yanılmıyorsam 5 baskı yaptı ki bu bizim gibi bilinmeyen, “butik” bir yayınevi için hiç de fena olmayan bir başarı demekti. Küçük yerler derin mevzular konusunda da hiçbir şey yapmadık açıkçası. Farklı bir çevirinin de piyasada olması ticari açıdan olmasa da okurlar açısından kötü değil diye düşündük. Bir de bir şey yapacak kadar güçlü bir yayınevi değildik ve bu alanda hukuki bir koruma en azından o yıllarda neredeyse yok denecek kadar kötüydü.
Hiçbir şey yapmadık dolayısıyla. Her iki çeviri doğal bir rekabet testinden geçti. Birini beğenmeyen ötekinden nasiplendi. Bu duruma saygı gösterdik. Yalnızca, hem resmi telifin bizde olduğunu hem de o sıralar kişisel olarak da tanıştığım ve saygı duyduğum Eriksen’in desteğini okura göstermek için ondan Türkçe baskı için bir önsöz yazmasını rica ettim. Sağ olsun kırmadı ve kısa sürede uzunca bir yeni önsöz yazıp yolladı. İşte o önsözde Tzvetan Todorov adıyla ilk kez karşılaştım.
Eriksen’in açılış cümlesi Todorov’la başlıyordu ve sonrasında ondan bir alıntıya yer veriyordu. Bu kısmın çevirisi bütün kitapta en çok zorlandığım yerlerden biri oldu. Şöyleydi: “Fransa’da yaşayan Bulgar kökenli bilimci Tzvetan Todorov, Edward Said’in aktardığı bir alıntıda, on ikinci yüzyılda yaşamış, Agustinyen bir keşiş olan St. Victor Hugo’nun, Paris’teki St. Victor Abbey’den nadiren ayrıldığını fakat buna karşın, bugün bizim kozmopolit dediğimiz değerleri çok iyi anlatan şu görüşleri taşıdığını, aktarmaktadır: kendi memleketini henüz tatlı bulan bir kişi körpe bir yeniyetmedir; her ruhun, kendilerinkinden birşey olduğunu düşünenlerse güçlülerdir; ve fakat, bütün dünyayı, yabancı bir vatan olarak görenlerse kemale ermişler demektir” (s.11).
Bu cümleler, o dönem yeterince iyi anlayamadığımı ve dolayısıyla yeterince iyi çeviremediğimi hissetmeme rağmen aklımda yer etmişti. Todorov adını da böylelikle listeme eklemiş oldum. İlk edindiğim ve sevdiğim kitapları arasında İngilizceye çevrilmiş olan ve edebiyat kuramları dışında kalan kitapları yer alıyordu (bizde her nedense onun daha çok edebiyat kuramı üzerine olan kitapları öncelikli olarak çevrilmiştir).
İlk edindiğim ve okuduğum kitapları, sanıyorum Facing the Extreme: Moral Life in the Concentration Camps ile The Totalitarian Experience idi. Oldukça güzel kitaplardı. “Les ennemies intimes de la démocratie”nin İngilizce çevirisi olmadığı ya da ben bulamadığım için edinememiştim. Neden ve nasıl olduğunu anlamadığım bir biçimde geçtiğimiz Nisan ayında Türkçede böyle bir kitabın varlığından haberdar oldum ve hemen alarak okudum. Çok önce Türkçede basılmış ve sanırım görememiştim. 7 yıl kadar geç fark ettiğim kitabın başlığını bir tarafa bırakırsak çevirisi de gayet iyiydi.
Hemen başta söylemem gerekirse bana göre bu son derece mühim kitap, adeta Todorov’un bütün düşünsel birikiminden, derin düşünce tarihçiliğinden, uzun yılları demokrasi-dışı bir dünyada geçmiş olan kişisel geçmişinden ve hümanizminden süzdüğü görüş ve fikirleriyle günümüz demokrasisini -ve de demokrasilerini- ele aldığı su gibi elzem bir kaynaktır.
Todorov, kitabın açış sayfalarında hayatının ilk yirmi dört yılını geçirdiği komünist Bulgaristan’ı anlatarak başlar. Demokrasi yokluğunun yarattığı o büyük özgürlük yoksunluğundan, tanımlara ve devlet güvenlik biriminin öngördüğü şablonlara uymayan her türlü faaliyetin, yaşama biçiminin ve elbette ki düşüncenin sürekli gözetim altında tutulmasından, ikamet yeri için seçilen muhitten tutun da yapılmak istenilen mesleklere, insanların mini etek ya da bol pantolon giymelerine kadar her şeyin nasıl da siyasal bir mesaja dönüştüğü ve buna bağlı olarak izlendiği ya da cezalandırıldığından bahseder. Hayatın en küçük ihtiyaçları dahi karşılanamaz bir lüks gibi görülebilmektedir. Ama en çok özgürlük, düşünce ve ifade özgürlüğü alanındaki yoksunluk onu zorlar.
Kitabın ilk cümlesi, “Özgürlük meselesi hayatıma çok önceden girdi”dir bu yüzden. Ve sonra totaliter rejimlerin özgürlükle olan ilişkisini ve genel olarak kavramların içini boşaltarak doğan boşluğu kaba iktidarıyla doldurma teşebbüslerini şöyle anlatır: “‘Özgürlük’ kelimesi kuşkusuz meşruydu, hatta değerliydi fakat resmi propagandanın diğer unsurları gibi bir eksikliği gizlemeye –veya yerini doldurmaya- yarıyordu: kendi yoksa kelimesi vardı” (s.10).
Bütün bunlardan kaçarak Fransa’ya, bir anlamda Bulgaristan rejiminin tam tersini temsil eden, demokrasinin “merkezlerinden biri” addettiği bir ülkeye yerleşir. Sonrasında da zaten totaliter rejimler, demokratik rejimlere karşı yenilir. Todorov, XX.yüzyılın en önemli politik olayının bu yenilgi olduğunu ileri sürer. İkinci Dünya Savaşı’ndan, milyonlarca ölümden, acıdan, zulümden, baskıdan ve çatışmadan sorumlu totaliter rejimler bir bir tarihe karışmakta ve nihayet Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla yeni bir dünya kurulmaktadır.
Demokratik yeni dünyadır bu; özgürlüklerin ve adaletin hüküm sürmesi beklenen, insanların zulümden ve baskıdan kurtuldukları, düşüncenin özgürce hayat bulduğu bir dünya olması beklenir bu yeni dünyanın. Ancak öyle olmaz. Buna rağmen bu insanlık tarihi kadar eski düş gerçekleşmez. Artık küresel bir düşman, Soğuk Savaş’ın bitmeyen gerginlikleri ya da dünya ölçeğinde bir hasım yoktur. “Buna karşılık demokrasi kendisini tehdit eden güçleri kendi içinden üretiyor ve çağımıza özgü bir yenilik olarak, bu güçler, dışarıdan saldıranlara kıyasla daha üstündürler. Bu güçler de kendilerinin demokratik zihniyette olduklarını ileri sürdükleri ve dolayısıyla meşru bir görüntü sergiledikleri ölçüde bunlara karşı mücadele etmek, bunları etkisizleştirmek daha da güç olmaktadır” (s.14).
Bu sorun bir demokrasi ve özgürlük paradoksudur Todorov’a göre. Demokrasiler, uçlardan kaçınan rejimlerdir. Teokrasilerden ve totaliter rejimlerden farklı olarak, halklarına büyük mutluluk vaadinde bulunmazlar. Ne de mutluluğa ulaşmak için izlemeleri gereken yolu dayatırlar. Demokrasilerin amacı yeryüzü cenneti oluşturmak değildir. Her türlü siyasal düzenin eksikliğini kabul eden rejimlerdir. Gelenekçi ve muhafazakâr rejimlerde olduğu gibi geçmişin kuralları ve geleneğin dayatmaları, “kaderci boyun eğme davranışlarını” da reddeder. Takındığı “orta pozisyon”dur. Uçlardan uzak durur. Makulü, uzlaşıyı, kötünün iyisini, tavizler vermeyi, ortak noktaları, sürdürülebilir olanı, bireysel yaşamla kolektif yaşamın asgari müştereklerde uyuşmasını esas alır. Demokratik ülkelerde kişiler, durumlarından memnun olmasalar da diğer ülke halklarına kıyasla daha adil bir toplumda yaşadıklarını bilirler. Kanunlarla korunmuşlardır. Eşitlik ve özgürlük, dayanışma ve kardeşlik gibi ilkeleri talep etme hakkını kendilerinde görürler. O halde, söz konusu bu demokrasi paradoksu nedir ve nereden kaynaklanmaktadır?
Todorov, “Demokratik düşüncenin bizzat içinde bulunan tehlikeler, onun bileşimine giren harçlardan birinin tecrit edilmesinden veya tek başına fazlasıyla kayrılmasından kaynaklanmaktadır. Bu çeşitli tehlikeleri bir araya getiren şey, ölçüsüz bir oluşumun varlığıdır. Halk, özgürlük, ilerleme, demokrasiyi oluşturan unsurlardır fakat bunlardan biri diğerleriyle ilişkisini koparırsa, böylece her türlü sınırlama girişiminden sıyrılır ve kendini tek ana öğe olarak ortaya koyarsa, bu unsurlar tehlikeye dönüşürler: demokrasinin iç düşmanları olarak popülizm, ultraliberalizm, mesihçilik ortaya çıkar” (s.17) diyerek belirtir meseleyi.
Todorov için eski Yunanlıların deyişiyle hubris yani ölçüsüzlük insani davranışın ve iyi bir demokratik rejimin en zayıf noktasıdır. “Kendisinden başı dönmüş bir irade, kişiyi kendisi için her şeyin mümkün olduğuna inandıran bir kibir. Bunun zıddı olan ılımlılık, ölçülülük ise en üstün siyasi erdem olarak değerlendirilir” (s.17). Buradan hareketle, demokrasinin başta gelen açmazı, “çoğulu tekile indirgeyen ve böylece ölçüsüzlüğün önünü açan basitleştirmedir” (s.18).
Todorov’un kitaptaki asıl meselesi, demokrasinin içerdeki düşmanlarını üreten nedenlerin neler olduğudur; popülist, uttraliberal ve mesihçi siyasetlerin neden ve nasıl olup da kabul gördüğü, demokrasinin kendi içindeki çelişkilerinin nasıl halk desteğine dönüştürüldüğüdür.
Kısacası, demokrasi tutarlı bir bütün olarak ele alınıp yerleşmediği takdirde, her siyasi görüş onu kendi çıkarlarına uydurmak için içeriğindeki bileşenlerden birine ya da bir kaçına fazlasıyla dayanma eğilimi göstermekte ancak bu durum onun kimyasını bozarak kendi varlığını yok edici bir tehlikeye dönüşmektedir.
Halk egemenliği, siyasi özgürlükler ve daha iyiye ulaşmak adına üretilecek her yeni politikanın bütüncül olarak ve birbirine göre ele alınamadığı “ölçüsüz” demokrasilerde rejimin adı ne olursa olsun popülizm, aşırı liberal görüşler ve mesihçi siyaset kaçınılmaz bir sonuçtur. Adı ne olursa olsun, çoğunlukçu bir baskı, “özgürlükçü” bir tahakküm ve “hakikatçi” bir zorlama siyasi alanı hareketsiz kılar. Kavga ve çatışma, farklı görüşleri yıkıcı ve bölücü sayma, kendinden olmayanı aşağılama, istenilen yoldan gitmeyen kim varsa peşine takılıp izleme ve tehlikeli görme bu tür yerlerin alameti farikasıdır.
Demokrasiler, dışarıdan gelen tehdit ve tehlikeler karşısında en korunaklı rejimlerken kendi içinden gelen çürütücü eğilimler karşısında oldukça çaresizdirler. Bu çaresizlik karşısında en güvenli çıkış yolu ise, kendisini içe kapatmayan, kendi kendisine dışarıdan da bakabilen, kapılarını “öteki” saydığı (çünkü demokrasi ötekisi olmayan bir halk rejimidir!) dünyaya açabilen, dahası kendisini tartabilmek için kendi ölçülerine sahip olabilen bir demokrasi inşa etmekten geçer.
Bir sonraki yazıda demokrasinin içerdeki bu üç düşmanına daha yakından bakmak ve Todorov’u bir kez daha saygıyla anmak dileğiyle, iyi pazarlar.