Temmuz ayının ortasında, bir program vesilesiyle bir hafta boyunca Stuttgart’daydım. Almanya’nın güneybatısındaki Baden-Württemberg eyaletinin merkezi olan bu şehirde misafireten kaldığımız mekân, şehrin meydanına ve merkezine çok yakın konumdaydı. Bu mahallenin deyim yerindeyse bir ‘adliye mahallesi’ olduğunu, şehre vâsıl olduğumuz akşamın sabahında bir alt caddede birikmiş onlarca polis arabası dolayısıyla öğrendim. O kalabalığın, kuvvetle muhtemel, o gün görülen bir ağır ceza davasıyla ilgili olduğunu söyledi mihmandarımız. Bu semtteki mesken niteliğinde gözükmeyen binaların hemen hepsinin farklı derecelerde mahkemeler olduğunu yine ondan öğrendik.
Sonraki günlerden birinde, kaldığımız süre boyunca bizi en güzel şekilde ağırlamak için çaba gösteren dostlarımızdan birinin mihmandarlığında, şehrin orta yerindeki büyük ve geniş parkta sabah yürüyüşü yapmayı planlamıştık. Güneş henüz doğmuşken, belediye binasının ve eyalet meclisinin olduğu yerden başlayıp yeniden inşa edilmekte olan tren istasyonunu teğet geçerek Neckar nehri kıyısına kadar uzanan yaklaşık on kilometre uzunluğundaki parkta yürüyüş yapmak üzere yola çıktığımızda, bizim sokağın hemen iki sıra aşağısındaki caddede, mihmandarımız bir binanın önündeki üç sütuna dikkatimizi çekti ve bu sütunların Nazi (Nasyonal Sosyalizm) zulmüyle alâkalı olduğunu bize anlattı. Burası, Naziler döneminde de adliye binası imiş. 1933-1944 yılları arasında, hukukî ilke ve prosedürlere riayet etmeyen bir yargılama süreci sonunda bu binanın iç avlusunda 423 insan Nazilerce infaz edilmiş. Yani Nazi yönetimi, 21 kadın ve 402 erkeği burada farklı gerekçelerle suçlandırıp idam etmiş. İlgili sütunların birinde suçlamaların ve yargılamaların tamamı ‘hukukîliği şüpheli’ durumda iken, bu 423 arasında yüz kişiden fazlasını idama götüren sebep, Nazi muhalifi olarak nasyonal sosyalizm aleyhine broşür dağıtmış veya söz söylemiş olmalarıymış. Üç sütundan birinde, yargılamalar ‘hukukun üstünlüğü’ne göre yapılmadığı için, 1946’dan itibaren Nazi yargı sisteminin verdiği kararların aşama aşama bozulduğuna, yine bu sebeple 23 Mayıs 1949 tarihli Anayasanın 102. maddesiyle idam cezasının kaldırıldığına dikkat çekiliyor. Bu açıklamaların ardından hem bu sütunda, hem de diğer iki sütunda Nazilerce idam edilen kişilerin isimleri, idam tarihleri ve haklarındaki suçlamalar tarihine göre sıralanıyor. Okuduğumuz isimler, Nazi yönetiminin yegâne düşmanının ‘Yahudiler’ olmadığının, onlara göre ‘saf Alman’ da olsa bir insanın eğer Nazi zihniyetini onaylamıyor, üstelik muhalefetini de açıkça ifade ediyorsa göstermelik bir yargılamayla pekâlâ katledilebildiğinin delili niteliğinde…
Bir sokağı caddeye bağlayan köşedeki üç sütun, hikâyesini öğrendikten sonra, bambaşka bir nitelik kazanmıştı gözümüzde. Hüzün ve esefle bu üç sütuna tekrar baktıktan sonra, yürüyüş yapacağımız parka ulaşmak için hemen yakındaki merdivenden alttaki caddenin kaldırımlarına doğru indiğimizde, orada da bir yazıyla karşılaştık. Az önce gördüğümüz sütunlar ile kaldırım arasındaki duvarın en üst kısmında, taşlara kazınmış tahminen onbeş metre uzunluğunda bir yazı… Mihmandarımız, burada yazılanın yukarıdaki üç sütunun tamamlayıcısı niteliğinde olduğunu bize açıkladı. Taşa kazınmış cümlede Nazi yargısınca bu binanın iç avlusunda öldürülen yüzlerce insanın hatırası yâd ediliyor ve anıtın “yaşayanlar için bir uyarı” niteliğine dikkat çekiliyordu.
O anıtın orada, tam da dörtyüzün üstünde insanın hayatının sonlandırıldığı yerde olmasının sebebi işte buydu: “yaşayanlar için bir uyarı.” Burada 1933’ten başlayarak 1944’e, Nazilerin daha uzun süre ayakta kaldığı başka bazı şehirlerde ise Nisan 1945’e kadar süren sözümona ‘adalet’ kılıfına bürünmüş Nazi zulmünün yol açtığı sonuçlar sonraki dönemlerde yaşayanlar tarafından da hatırlanmalı; benzer bir otoriter zihniyet ve yönetimle benzer bir sonucun her zaman mümkün olduğu uyarısı zihinde hep kalmalıydı.
Nitekim, orada geçirdiğim sonraki günlerde bu anıt ve ‘unutturmamak istedikleri’ benim de hep hatırımda kaldı. Stuttgart’taki son akşamımıza saatler kalmışken, vakit bulup oraya yeniden ve bu kez tek başına gittim. Her insanın, her hayatın ne kadar aziz olduğu ama hukukun gücün ve ideolojinin kölesi durumuna düşürüldüğü durumlarda o aziz hayatların ne kadar kolay heder edilebildiği üzerine uzun uzun düşündüm.
Sonra cadde boyu ilerledim. Bir müddet sonra karşıma çıkan yüzlerce basamaklık merdiveni tırmanarak, şehri yukarıdan seyredebildiğim parka çıktım ve yol boyu doğup büyüdüğüm ülkedeki benzer hukuk ihlallerini, benzer hayat kayıplarını, benzer acıları düşündüm. Bir kısmının doğrudan devlet adına işgörenlerin sorumluluğunda olan, bir kısmından toplumun veya bir toplum kesiminin de sorumlu olduğu ihlaller, acılar, kayıplar ve ölümler…
Seneler önce Almanya’ya bir başka seyahatimde kuzeybatıdaki Bergen-Belsen temerküz kampını ziyaret etmiştik. O ziyaret esnasında ruhumda hissettiğim kasavet ile kalbimdeki kasılmayı tarif etmem zor. Naziler, milyonlarca Yahudiyi katletmişti, ama orada da görmüştüm ki, katlettikleri sadece Yahudiler değildi. Adalet’ külahını giymiş Nazi zulmünün muhalifi olan herkesi ölüme yollamaktan çekinmediğini orada da görmüştüm, öyle ki bu kampta öldürülenler arasında Müslüman Boşnaklar bile vardı.
Stuttgart’taki dostlarım, kısmen yakında saydıkları Dachau temerküz kampı başta olmak üzere, Almanya topraklarında başka böyle pek çok hatırlatıcı mekânın ve sütunun olduğunu bana söylediler. Saf Alman ırkçılığı ile yola çıkıp, kendi ideolojisine aykırı herkesi başka ırktan veya Alman diye ayırmadan katleden bir ideolojinin yol açtığı sonuçları ‘yok saymayı’ değil, ‘unutmamayı’ ve ‘unutturmamayı’ amaçlıyordu hepsi.
Gelin görün ki, Hitler’in önderliğindeki Nazi zulmü ayarında olmasa dahi, içinde doğup büyüdüğüm ülkede de, kimisinde hukukun da âlet edildiği zulümler irtikap edilmiş olmakla birlikte bunlar ya yok sayılmış yahut ‘hikmet-i hükûmet’ zırhına alınmış haldeydi.
12 Eylül darbesiyle irtikap edilenlerin bir kısmı -Diyarbakır Cezaevi ve Ulucanlar örneğinde olduğu üzere-unutulmamak üzere saklı tutulsa da, kimisinde devletin, kimisinde toplumun en azından belli kesimlerinin, kimisinde ise hem toplumun hem devletin bir ‘uyarı’ alması gereken pek çok olay aslında hiç olmamış gibi, olması birşey söylemiyormuş gibi muamele görüyordu ülkemizde. Maraş ve Çorum olayları, 27 Mayıs ihtilali, bu ihtilal döneminde oluşturulan Sivas Kampı, 6-7 Eylül olayları, Dersim Katliamı, İstiklal Mahkemeleri, Tehcir… Aklıma ilk gelenler bu olay ve olgulardı; ama hafızamı deştikçe listeye yenilerinin de ekleneceğini biliyordum.
Misal, kırk yıldır İstanbul’da yaşayan biri olarak İstiklal Caddesinde bin değilse bile belki yüzlerce kez yürümüştüm. Ama 6-7 Eylül olaylarına dair bir anıt, ölenlerin adının geçtiği bir sütun, bir daha böyle bir olayın olmaması için bir uyarı niteliğinde hiçbir şey görmemişti gözlerim.
Ama bir kısmında hukukun da âlet edildiği bu olaylardan, bir seçim kazanmak uğruna ülkenin yarısını neredeyse ‘düşman’ olarak ilan etmekten çekinmeyen sorumsuz idareciler yahut mültecileri bütün kötülüklerin sebebi olarak damgalayan şuursuz siyasetçiler başta olmak üzere, hepimizin alacağı çok ders vardı: Şu tutumdan uzak dur. Şu damgayı kullanma. Şu söylem ile arana mesafe koy. Ateşle oynama. Ötekileştirme. Tehdit gibi gösterme. Tehdit etme. Dikkat et, düşünerek konuş, aklıselimle hareket et. Yoksa kazanayım derken herkese kaybettirir, ülkene yazık eder, nice hayatı heder edersin.
Yakın dönemden ve daha uzak dönemden bu ders ve uyarı yüklü nice olay, hafıza arşivimden zihnimin gözü önüne akıyordu Stuttgart’taki son akşam üzeri misafiri olduğum semtte şehri yüksekten seyrederek yürümeyi sürdürürken…
İstanbul’a döndüm, ama Stuttgart’taki o sütunlar, içeriği, hatırlattıkları ve düşündürdükleri aklımda kaldı.
“Yaşayanlar için bir uyarı.”
Ve bir tarafta hatayı hep dışarıda arayan bir toplum ve yaptığı her yanlışa muhakkak bir gerekçe üreten devlet geleneği ile ülkemizin içinde bulunduğu sosyoekonomik durum; öte tarafta olup bitenle gelen uyarıyı alıp yeniden olmaması için gerekli tedbirleri alan bir başka ülkenin halihazır durumu…
Almamız gereken ne çok uyarı var.
Almamız, hatırda tutmamız, unutmamamız ve unutturmamamız gereken…
Yanlışın inkârı iyileştirmeyecek bizi; ancak yaşananlardan ‘yaşayanlar için uyarı’ devşirebilen bir özeleştiriyle birlikte iyileşeceğiz…