Yazılarım ara ara “Tarihte Bugün” babından sürüyor. Çoğu kuşak hafızasının borcu… Esasında nahoş kelimeleri, ağır sıfatları ayıklayınca tarifsiz kalan bir “düzen”in, gündemin balçığından bir an uzaklaştırıyor insanı. Klavye-ekran asabiyetine de iyi geliyor.
Geçmişten, yıllar önce bugün yaşanan bir durumdan bahsetmek de hüzünlü. Hisseme düşen ölüm yıldönümleri çoğu kez… Lâkin o hüzün de böyle bir düzenin, zincirleme gündeminin yaşattığı öfkeden, ağzı bozuk ıstıraptan, dilimdeki çürümüş tattan farklı.
Sahnesinde hatırlamaya, hatta yıllar sonra tanıtmaya, anlatmaya değer insanlar oluyor üstelik. Toplumsal hafızanın mezarlıklarına gömülü, yâd edilmesi gereken insanlar… Bazısı “Bir garip ölmüş diyeler /Üç günden sonra duyalar /Soğuk su ile yuyalar /Şöyle garip bencileyin” efradından.
Samuel’den Sami’ye…
“Samuel Agop” 23 yıl önce bugünlerde, 23 Ağustos 2002’de öldü. 77 yaşında… Biz onu Sami Hazinses olarak bilirdik. Soyadı çınlamazdı kimsenin kulağında; çok gülerlerdi saflığına, pek eğlenirlerdi “sempatik” garibanlığıyla…
Hüzünlü yüzünü de perdeleyen bir “duygusal-komedi”nin ayrılmaz parçasıydı zira. Komik Hazinses mimiklerinin, aksan güldürülerinin, sosyal kekemeliğin, sakarlığın asfigüranı. Sille tokat “eğlenci” köteklerin küçümen hedefi… Biyografilerinin giriş cümlesi “Yeşilçam’ın eğlenceli aktörü”.
Sonra zaman geçti, zamanı geldi Hazinses’in asıl adının “Samuel Agop Uluçyan” olduğunu öğrendik. Kulağıma bazen o mutat “Ermeni meselesi” kalıbı, etiketi gibi gelen “Türkiye Ermenisi”…
Yeşilçam’ın “mahalle”si
Kuşakdaşları Vahi Öz (Vahe Ozinyan), Danyal Topatan (Danyel Bayri), Kenan Pars (Kırkor Cezveciyan), Toto Karaca (İrma Felegyan) gibi ismi değişmiş. Aralarında ak bir çınar “Nubar Baba”, Terziyan… Yeşilçam’ın rol dağılımı belli “mahalle”sinden, o tasnifle “hane halkımız”dan siluetler.
İsimlerini Yeşilçam mı Türk(çe)leştirdi, pırıltılı afişlerine koyarken… Kendileri mi öyle “münasip” gördü? Pek bilmiyorum. Araştırmadım da doğrusu, araştırmaya gönlüm de yok. İçimden gelmiyor, ar ederim hatta.
Zira o mesele ne davulla uzaktan siteme gelir, ne örtülü bir bakışa, dudak bükmeye… Yaşamayan bilmez bu ülkede “öteki”liğin ne olduğunu. Başkasından öğrenince mahçup olur bazısı: “Biz öyle bilmezdik…”
Kulağındaki o fısıltı
“Ses”inin de hazin olduğunu, sözü-bestesi ona ait birçok şarkı yaptığını, ötesi aldığı soyadının, “Hazinses”in aslında bir nevi “soy adı” olduğunu da öyle öğreniyorum. Aşağıda hikâyesini anlattığım Diyarbakır’ın Kırkpınar Köyü’nde (kadim adı Herêdân) 1925’de doğan Hazinses’in adını kulağına fısıldamış ailesi: “Samuel Agop…”
O isim hep bir “fısıltı” olarak kalıyor hayatında… Ömrü boyunca Ermeni olduğunu gizlemeye çalışıyor. O kimlik yüklü, hep “mesele”… Nadir röportajlarından birisinde kimliğini neden gizlediği sorulunca “Eski sempati kalmıyor. Onun için istemiyorum. Yazma bunları. Öleyim, ondan sonra. Öldükten sonra yaz, şimdi boş ver” diyor. (¹)
Adını yitirenlerin yuvası

Hazinses 1947’de Diyarbakır Musiki Cemiyeti’nde… Yazıyor, besteliyor, söylüyor. Bir süre sonra köyü, Diyarbakır ona dar geliyor. Gönlü daralmış yaşadıklarıyla… Sözlü tarihin kalesi yazar Şeyhmus Diken’in aktardığına göre “imkânsız aşkı Gül’e kavuşma umudu kalmadığı, başka bir rivayete göre de kız kardeşi Viktorya’nın sevdiğiyle evlenmesine izin vermeyen babasına kızdığı için İstanbul’un yolunu tutuyor”. Diyarbakır’dan saz arkadaşı Sobacı Antranik’le birlikte… (Fotoğrafta Hazinses Diyarbakır’da kemanda Hüsnü İpekçi, cümbüşte Sobacı Antranik’le. DİTAV Arşivi.)
İstanbul’da kendisi gibi asıl adlarını kullan(a)mayan yoksul bir Ermeni ailesinin çocuğu Danyal Topatan ve Vahi Öz’le birlikte bir süre aynı evde. Onlarca filmin ekibi birlikte, bir oda bir sofada… Yolunu müzisyen olarak çizmek isterken Yeşilçam. Sonra da karın tokluğuna yarım asır emek.
Aşk orada da sızıyor güfteli hayatına… “Bildiğimiz son aşkı karşılıksız kalmasa” da bedeli ağır. Yeşilçam’ın setlerde tanıştığı bir oyuncusuna âşık. Ona şiirler yazmış, besteler yapmış. Hisleri karşılıklı; çilingir aşkı, ne asma kilitler açar. Velâkin sevdiği kadın Yeşilçam’ın o dönem en çok film üreten yapımcılarından birisinin sevgilisi. Durumu öğrenince Hazinses kara listede, o setlerin kapısı ona kapalı.
“Benim bir amcam yok ki”
Memleketinden, ailesinden, akrabalarından, kimliğinden de uzak… “Atadeniz Film”in belgeselinde Hazinses’in yeğeni, “soy adı”nı hâlâ taşıyan Vanla Uluç mesela.Hazinses’in öz amcası olduğunu bırakın, yıllarca bir amcası olduğundan bile haberi yok.
Lisede Ermeni bir öğretmen soruyor: “Sen Sami Hazinses’in yeğeni değil misin?” Vanla’nın refleksi “Benim bir amcam yok ki…” Sonra evde öğreniyor; hayatındaki, soy ağacındaki kayıp parçalardan birine -en azından bir bilgi olarak- ulaştığı için hem mutlu, hem hüzünlü… Artık geç. Hazinses’in filmlerdeki yüz ifadesi o an da aklımdan geçiyor.
Kuşaklar boyu emek

Üç yüzün üstünde filmde rol alsa da, “Şoför Nebahat” gibi birçok unutulmaz filmin müziğini yapsa da… 1990’lı yıllarda Yeşilçam onu da unutuyor tabii. Ustası, profesyoneli vefasızlığın. Oysa fotoğrafları her albümde. Aynı belgeselde Hülya Koçyiğit -arkasından- anlatıyor:
“Hazinses ben sinemaya başlamadan önce kardeşim Nilüfer Koçyiğit’in filminde oynadı. Sonra kızım Gülşah da onunla aynı filmde rol aldı. Hep yüzümüzü güldürdü, neşe kattı…” Hülya Koçyiğit’in de Hazinses’le filmleri arşivlerde tabii. (Koçyiğit 1964 yapımı “Son Tren” filminde 17 yaşında.)
“Olur mu böyle, olur mu”
Bir zamanlar en çok gişe yapan filmlerin “üç beş kuruşa” demirbaşı, aslında takım yıldızlarından olan diğer karakterleri gibi o da yoksullukla, yalnızlıkla boğuşuyor. Öyle de ölüyor çoğu… Ne rol teklif eden var, ne onca sözüyle, bestesiyle yaptığı şarkılarda adına itibar, cebine birkaç kuruş telif.
Ardından hastalıklar… Kadim arkadaşı Danyal Topatan’ın 1995’de, 59 yaşında ölmesi çok sarsıyor onu. Nebil Özgentürk’ün 5 Ekim 1995’de Sabah Gazetesi’nde aktardığına göre şöyle hayıflanıyor: “Yapayalnız, açlık içinde öldü. Cenazesi bile bomboştu. Nasıl da üzülmüştüm. Bu vefasızlığa çok kahroluyorum. Olur mu böyle şey, olur mu? Biz vatan haini miyiz?”
“Söyledim ve ruhumu kurtardım”
Zaman geçiyor… “Üzerinde yerlerde sürünen bir siyah palto, ayağında eski bir ayakkabı, soğuk bir kış günü sokakta yürürken, düşüp kalça kemiğini kırmış”. Sonrasında toparlanamamış, 2002’de o yoksul, zorlu, yalnız hayatın çemberinde vermiş son nefesini. Öldüğü için seslendiremediği sözler, muhtemelen Topatan’ın ardından yakınmasından farklı değil.
Orhan Yalçın Gültekin’in 23 Ağustos 2013’de Simurg’da yayınlanan yazısının finalindeki cümlesi tamamlıyor sanki hikâyesini: “Yıllar yılı Yeşilçam’da Samuel Agop Uluçyan‘ı seyrettik; çok iyi Sami Hazinses rolü oynardı”. (Simurg’un kuşlu logosundaki sabit epigraf da aklımda: “Söyledim ve ruhumu kurtardım”)
Filmdeki vefa yok tabii
Kadıköy Surp Takavor Kilisesi’nde yapılan törenin ardından Hasanpaşa (Kadıköy) Ermeni Mezarlığı’na defnediliyor. Mezarlıktaki törende Yeşilçam’daki birkaç dostu dışında kimse yok. Öyle oluyor, öyle hayatların “aktör”lerinin cenazeleri, o son sahnedeki figür’anları…
Aklımda Nubar Terziyan’ın kendi adıyla, kimliğiyle oynadığı o film, “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni”… Haşmet Asilkan’ı canlandıran Şener Şen’le yan yana cenaze namazına duruyor. Asilkan“Nubar” diyor, “Sen Ermeni değil misin?”…
Elbette tonlamasıyla, “Ermeniyim” yanıtını veriyor Terziyan. “E namazda ne işin var?”. “Ne yapayım” diyor, “Cemaat o kadar az ki, adama ayıp olacak…” Namazı kılıyorlar, sonra tabutu omuzluyorlar birlikte… Vefa, vicdan filmlerde.
Mezar taşı bir kalıp buz gibi
Mezarlıkta da açmıyor bazen solan, kuruyan vefa çiçeği… Hazinses gerçek kimliğine, Samuel Agop adındaki o çocuğa da o yalnız ölümle, mezar taşında kavuşuyor yeniden. Mezar taşındaki yazının bana etkisi bir kalıp buz gibi: “Aktör ve Bestekar Sami Hazinses Samuel Uluç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü katkılarıyla…”
Keşke inancım elverseydi de doğduğunda ismini fısıldayan o şefkat dolu ana-baba sesini, o yapayalnız anında, giderken duyduğuna, bir zamanlar doğduğu köy misali “cennet gibi” bir yere gittiğine inanabilseydim.
“Ya bir şarkı, ya bir dua”
Çocukluğundan beri hayatından, yaşadığı evlerden müziği, sesini, akordeonunu eksik etmeyen ama çok istemesine rağmen konservatuara gönderilmeyen annemin mezar taşında “Ya bir şarkı, ya bir dua…” yazılı. Onu öyle, gönlünce uğurlamışız.
Ben de Hazinses’e kendi şarkısını bırakayım: “Derdimi Kimlere Desem”… Sözü, bestesi ona ait olan bu eser YouTube’da Sevim Tanürek’in de en çok dinlenen şarkılarından. Tanürek’in tarihi de yaralı… Hayatı boyunca neler yaptığından, nasıl yaşadığından çok nasıl öldüğüyle hatırlanan insanlardan.
Ölümüyle anılan insanlar
Onu da ölüm yıldönümünde, 12 Mayıs 2024’de Serbestiyet’te yayınlanan “Hayatıyla değil ölümüyle anılanlar” yazımda anlatmaya, hatırlatmaya çalışmıştım. 11 Mayıs 1998’de TRT İstanbul (öncesinde Ankara) Radyosu sanatçısı Tanürek’eŞişli’de araba çarpıyor. Beş gün komada kaldıktan sonra 64 yaşında veda ediyor hayata.
Otomobili o dönem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan’ın oğlu Ahmet Burak Erdoğan kullanıyor. Dönemin gazeteleri zincirleme iddialarladolu… Tanürek’in 8’de 8 kusurlu bulunması, ailenin şikâyetini geri alması, o süreçteki gelişmelerle kapanıyor dosya. Sonrası “Tarihte Bugün”, eski gazetelerdeki gibi “Tarihten Bir Sayfa”…
KÖYÜNÜN HİKÂYESİ DE HAZİN
Sami Hazinses’in köyü Herêdân (Kırkpınar) öğretmen, gazeteci, yazar, Aras Yayıncılık’ın kurucularından Mıgırdiç Margosyan ve ses sanatçısı, besteci Bedri Ayseli’nin de doğduğu yer. Yeşiliyle, pınarı, çeşmeleri, lezzetiyle ünlü Meleni suyuyla da “cennet gibi” bir köy. O köyün yüzlerce yılla beslenen kültürüyle de zengin, huzuruyla da bereketli coğrafyasında Kürtlerle Ermeniler, camisi, kilisesiyle birlikte yaşıyor.
Köyün kervansarayı bile var. Ermeniler arasında o güzelliğe, gelişmişliğe dayalı “Ermenistan’da Erivan, Anadolu’da Herêdân” deyişiyle de biliniyor. Lâkin geçen yıllarla o köyde Kürtlerle Ermenilerin huzur içinde birlikte yaşaması kendinde felâket habercisi…
Önce 1915 kıyımı vuruyor orayı (da)… Sürgünlerle, baskılarla saklanan, kimliğini değiştiren, Müslüman olan birkaç kişi dışında Ermeni kalmıyor köyde. Giderken Ziyar Deresi’nde mola veren Ermenileri ise bir daha gören olmuyor. Çoğunun katledildiği rivayeti dolaşıyor köyde.
Kilise yıkılıyor tarla oluyor, Ermenilerin evleri, tarlaları kapanın elinde kalıyor. O süreçte köyün vakanüvisti, yaşayan tarihi Derviş Miho kızıyor, yalvarıyor hemşerilerine: “Bu zulüm arazisidir, nasıl eker biçeriz? Günah değil mi, ayıp değil mi? Bırakın boş kalsın, ibret-i âlem olsun. Ne ben, ne de ailemden hiç kimse, hiçbir zaman katledilen komşularımızın arazisini ekeceğiz.”
Kıyımlarda bir teferruat
Canlarını kurtarıp Diyarbakır’da yaşamlarına devam eden Mıgırdiç Margosyan’ın annesi “Hıno”nun yaktığı Kürtçe ağıt da tercüman o acılara: Herêdân’da yaşam “berdan, berdan” yani parça, parça olmuş. Oysa “baba ocağı, ana kucağı”ydı yüzyıllardır… “Baba evi”.
Kürtlerin de sırası önce 12 Eylül darbesiyle, ardından 1990’larla geliyor. Köyle ilgili haberler gazetelere “Diyarbakır kırsalında meydana gelen çatışmada … terörist ölü olarak ele geçirildi” başlıklarıyla giriyor artık. Ardından Herêdân “boşaltılan köyler” listesinde bir teferruat. 2008’de köydeki ormanlık alanın ateşe verilmesini araştıran İHD ve DTP heyetinin girişimleri de sonuçsuz tabii.
Yıllar sonra bazı Herêdânlılar köylerine dönmeye başlıyor. “Bir kısmı evleri onarıyor, bir kısmı da yıkılmamış duvarların dibine yaptıkları barakalarda, çadırlarda yaşıyor. Köyün şimdilik okulu, suyu, elektriği, telefonu hattâ asfalt yolu yok. Ama bu durumda bile köyde yaşayanların ümitleri kırılmamış”. Köyün su ihtiyacı hâlâ Ermeni Çeşmesi’nden. (Zülfük Kışanak “Herêdân, Berdan Berdan Olan Cennet Bahçesi”, Chronicle Dergisi, 1 Ocak 2005)
(¹) Süleyman Çeliker, “Öleyim, ondan sonra yaz Ermeni olduğumu: Sami Hazinses”, Gazete Duvar, 27 Ağustos Cumartesi 2016. (Yazımdaki Hazinses’in hayatına dair birçok bilgiyi oradan aldım.)