İyimserlik olmadan yaşanamaz. Tek hücrelilerden gelişmiş primatlara her canlı, çevresine adapte olabileceğine, hayatta kalabileceğine yönelik bir dürtü, içgüdüsel bir eğilim taşır. Zihnimiz bu dürtüyü bir duygu deneyimi olarak tanımlamaya müsaittir ve bu iç algı hormonal salgıları tetikleyerek enerjimizi artırır.
Gözlemler dünyanın genelde daha iyimser kişiler tarafından yönetildiğini söylüyor. Çünkü bu insanların kendilerine güveni ve hayatın onların istediği yönde gelişeceğine inançları daha yüksek. Dolayısıyla cesaretleri, risk alma potansiyelleri daha fazla.
Kısacası iyimserlik bir maceraperestlik de ima ediyor. Bu kişilerin birçoğu yarı yolda tökezleseler de başarılı olanların iyimserlikten aldıkları gücü yadsımak zor. Bizler genelde olayları ‘geriye doğru’, yani sonuçlardan hareketle değerlendirdiğimiz için iyimserliğe ve kendine güvene övgü yağdırmaya eğilimliyiz. Ne de olsa iş dünyasından bilime, sanattan siyasete neredeyse bütün ‘başarılı’ insanların ortak özelliği bu. Nitekim ‘kendini geliştirme’ kitapları da bize özgüveni, çevre koşullarıyla başa çıkarak ‘kendimizi bulmayı’ tavsiye ediyor… Temelde iyimserlik olmasa bu yola çıkmamız, gereken enerjiyi bulmamız mümkün olmazdı.
Ancak yine aynı gözlemler bir tehlikeye de işaret ediyor. İyimserliğe ve özgüvene dayanan kişisel maceraların birçoğunda başarılı kişiler başkalarının, çoğu zaman bütün toplumun, hatta bütün dünyanın hayat koşullarını, giderek kaderini etkileyebilecek konuma gelebiliyor.
Bunu özellikle siyasetçiler ve liderler için rahatlıkla söyleyebiliriz. Kim Hitler’in biraz daha az özgüvenli ve daha az iyimser olmasını yeğlemez ki? Ama bunu şimdi söylemek kolay… 1930’larda Alman halkına sorsaydık önemli bir kesimin bu iyimserlik ve özgüvenden çok memnun olduğunu, hatta Hitler’in bu özelliği sayesinde kendilerini daha iyi ve güvende hissettiklerini duyacaktık.
Eğer araştırsaydık muhtemelen bu insanların iyimserliğinin de yükselmekte olduğunu ölçecektik. Çünkü iyimserlik sirayet eden bir nitelik… Liderin iyimserliği dalga dalga aşağıya yansır ve toplumsal bir enerji doğurabilir. Tabii kritik konu bu enerjinin hangi yöne akacağıdır… Bir sanatsal devrime de hizmet edebilir, dünyayı mahveden bir saldırganlığa da.
Demek ki iyimserliğin kişi açısından bizatihi olumlu bir duygu olması, onun toplum açısından son derece yıkıcı bir unsura dönüşmesine engel değil. Öte yandan Hitler’i bariz bir örnek olduğu için verdim, ama şöyle bir çevremize baktığımızda bugün de irili ufaklı birçok ‘zararlı’ iyimserlik taşıyıcısını fark edebiliyoruz.
Nasıl oluyor da her canlı için bu denli doğal bir adaptasyon aracı olan iyimserlik, toplumsal ölçekte bazı canlılar için zararlı hale gelebiliyor? Çünkü bazı canlılar sosyal yaratıklar ve onları kuşatan kültüre de adapte olmak zorundalar. Kültürler ise belirli bir zihniyet bileşimi etrafında şekilleniyor, söz konusu zihniyet sayesinde ‘doğal’, ‘doğru’ ve ‘meşru’ olarak algılanıyorlar.
Velhasıl eğer zihniyetiniz ve kültürünüz ‘müsaitse’ iyimserlik sizi büyük belalara sürükleyebilir! Kendi (tarihsel) rolüne fazla kapılmış, özgüveni yüksek bir iyimser liderin varlığında boyunuzu aşan maceralara topluca ve farkında bile olmadan kapılabilirsiniz. Çünkü iyimserlik bir kişilik şişkinliği yaratabildiği ölçüde önce lideri, ardından takipçilerini ve nihayette toplumun önemli bir kesimini gerçeklikten koparabilir.
Bir bakarsınız lider ve takipçileri ülkenin geliştiğini, ‘uçtuğunu’, dünya çapında bir etkiye sahip olduğunu, tarih yazdığını sanmaya başlar. Bir süre sonra bu izlenimi vermeyen olguları ‘kasıtlı’, ‘haince’ aldatmacalar olarak görür, görünmez düşmanlarla uğraşmak zorunda olduğunu düşünür.
Başarınızın kaçınılmazlığı o denli güçlü bir duygu olarak sizi sarmalamaktadır ki, başarısızlığı fark etme yeteneğinizi kaybedersiniz. Kendi sanal gerçekliğinizde hayalinizdeki başarı öyküsünü günceller, daha uzun vadelere yayar ve siyaseti bir tarihsel/kimliksel ruh haline dönüştürürsünüz.
Böyle olunca muhtemelen hiç kullanamayacağınız silahları satın almanız, devlet kasasındaki hiç de harcamak zorunda olmadığınız serveti eritmeniz, önü arkası hiç düşünülmemiş akıl dışı büyük projelere kanalize olmanız çok doğaldır. Çünkü aslında ‘kayıp’ durumdasınız ama ne kendiniz ne de toplum henüz bu garabetin farkında değildir.
Nitekim liderlerin sebep olduğu en büyük toplumsal zararlar bu dönemlerde yaşanır. Çünkü iyimserliği bir anda durdurmak kişiliğe hakaret gibidir. Sadece başarısızlığı değil, gelinen konuma uygun olunmadığını ima eder ve kişinin bu baskı altında ruh sağlığını koruması güçleşir. Dolayısıyla kendinizi kanıtlamak için ilave hamleler yapma ihtiyacı duyar, kendinizi ‘gerçekliğe’ kanıtlamak isteyebilirsiniz.
İşin ‘hoş’ tarafı taraftarlarınız da zaten sizden bunu bekler. Aynı kültürün içinde yoğrulmuş bir rehber/takipçi ilişkisidir bu… Takipçiler belirsizlikten hoşlanmaz, geleceğe yürürken liderin peşinden yürüyor olmanın rahatlığına sığınırlar. Lidere güvenlerini yitirmekten korkarlar çünkü bunun kimliksiz kalma, onlara özgüven veren ruh halinden uzaklaşma anlamına geleceğini bilirler.
Bazı zihniyetler toplumu ‘takipçi’ kılmaya, çocuk bırakmaya, liderlere ise hak etmedikleri yetenekler atfetmeye, onları tarihsel rehberlere dönüştürmeye eğilimlidir. Otoriter zihniyet bunu ‘ulaşılamayan’ lider üzerinden, ataerkil zihniyet ise ‘bütünleşilen’ lider üzerinden gerçekleştirir.
Bizde ataerkilliğin ağırlığı daha fazla ama ikisinden de mevcut… O nedenle toplumun rehber arayışı bitmiyor. Canlısını bulamayınca ölmüşüne sarılıyor, ama bir türlü kendi ayaklarımız üzerinde duramıyoruz. Hasbelkader rehberliğe uzanmış olanlar ise oraya ‘demir atmaya’, gerçekliği ihtiyaçlarına göre yontmaya ve kendilerini tarih nezdinde kanıtlamaya çalışıyorlar.
Aslında onlar da çocuk… Hatta çoğu zaman toplumun ortalamasına göre çok daha çocuk… Gerçekliğe çıplak gözle bakamamak, kendini aldatmak, etrafındakilerin sahte övgülerine kapılmak, vücudu bir anda aşırı şekilde serpilmiş ama ruhu büyümemiş ergenlerin mizacını andırıyor.
Kısacası bizimki gibi zihniyet bileşimlerine ve kültürlere sahip toplumlarda iyimserlik, geçici olumluluk duygusu yaratan ama organizmanın gelişimini tıkayan bir nitelik… İyimserliği kişisel düzlemde ne kadar desteklemek gerekiyorsa, toplumsal düzlemde de o denli ‘engellemekte’ yarar var.
Öte yandan siyasetin tabii ki topluma iyimserlik aşılama gibi bir işlevi olmalı. Ama bu iyimserliğin gerçeklerden kopmadan, onlarla yüzleşerek üretilmesi lazım. Çocukluğu kabullenerek değil, çocukluğa isyan ederek geliştirilmesi lazım… Rehberlerin tümünü âtıl bırakacak bir toplumsal sağduyuyu iyimserliğin zemini haline getirmek lazım… Aksi halde tarih sadece meşrep değiştirerek kendini tekrarlıyor.
Bize toplumun çeşitliliğinden, sıradanlığından ve adaptasyon becerisinden neşet eden ‘sakin’ bir iyimserlik lazım ve bunun tek yolu rehber üreten (ve o kişileri de trajik Şekspir kahramanları misali harcayan) iyimserlik kabarmalarından kurtulmak. Yoksa bugün şu rehberin, başka zaman diğer bir rehberin yetersizliğini sistemleştirmekle kalırız…