Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIDumanı lekeli…

Dumanı lekeli…

Ne zaman bir felâket olsa karşımızda tablolar var. Dünyadan, Türkiye’den tablolar… Bizde “puzzle” demek daha uygun sanki. Her felâkette, sorunda ortaya saçtıkları “puzzle”ın başında senaryolardan senaryo, faillerden fail beğeniyoruz. Bu darmadağın “puzzle”da parçaların tabloyu karşına koyunca yerine oturduğu ya aklımıza gelmiyor, ya da işimize, çoğu kez.

5 Haziran 1946, geceyarısı… Chicago’daki La Salle Oteli’nin 1048 odasından 900’ü dolu. Konukların çoğu uykuda. “Ta ki birkaç gece kuşu yanan ahşap kokusunu fark edene kadar”… Yangın var. 

Silver Grill Kokteyl Salonu’nda başlayan yangın 22 katlı otele yayılıyor. “Otel yangına dayanıklı” ama salon 1935’de “resmi inşaat departmanıyla yapılan yazılı bir anlaşmaya uygun olarak” yeniden düzenlenirken ceviz kaplama kullanılmış. Önce onlar tutuşmuş. Ahşap kaplamalar yanıcı zira. 

Sonradan yangını değerlendiren komisyon yapı dairesinin o projeyle ilgili “o zamanki mevcut yapı yönetmeliğini yorumlamada esnek davrandığı”nı ve o konudaki sorumluluğuna dair bir yaptırım gerektiğini kayda geçiriyor. 

Hayata yangın merdiveni

Bazı merdivenlerin baca etkisiyle kısa sürede “kalın, siyah duman” oteli kaplıyor. Misafirlerin çoğu panik içinde, -aşağı inmek için değil- “dikkat çekmek için pencereden çarşaf sallıyor”. Çarşaftan “halat”a gerek yok. Alt kattaki bazı konuklar itfaiye merdivenleriyle çıkarılırken, üst kattakiler de “hepsi çalışır durumda olan yangın merdivenleri”nden kurtuluyor. 

“Görme engelli bir misafirin köpeği Fawn” bile onu yakındaki yangın merdivenine yönlendiriyor. Tribune savaş muhabiri Joseph Hearst ve eşi de 19. kattaki bir odada: “Koridorda biri herkesin dışarı çıkması için bağırdı. Yüzümüze ıslak havlular sardık, koridordan yangın merdivenini el yordamıyla bulduk ve güvenli bir şekilde aşağı indik.” Üç bine yakın insanın olduğu oteldeki yangında 61 kişi ölüyor, 100’e yakını yaralanıyor. 

1946’daki yangın büyük yankı, medyada, toplumda infial yaratıyor. Chicago Belediye Başkanı O’Dwyer ve itfaiye üst düzey yetkilisi Quayle “sorumlu tüm kurumlara, başkanlarına tüm şehir topluluklarındaki otellerin denetimlerini yoğunlaştırmaları talimatını veriyor”

Trajedi reformun öncüsü 

80 yıl önce La Salle Oteli’ndeki yangın “ABD’de yangın güvenliği reformlarına, yasal değişikliklere öncülük eden trajik olay”, bir dönüm noktası olarak anılıyor. Aynı yıl ABD Eğitim Bakanlığı “Yangın Güvenliği Müfredat Kılavuzu”nu yayınlıyor mesela. Otellerdeki yangın önlemleri ve standart ihlalleri mercek altına alıyor.

Yangın “Chicago belediye meclisinin otel odalarına otomatik alarm sistemleri ve yangın güvenliği ve tahliye talimatları asılması da dâhil yeni otel inşaat kodlarının ve yangınla mücadele prosedürlerinin yürürlüğe koymasına neden oluyor”. Düzenli, yaygın, sıkı denetimlere de vesile.

Mevzuatta “merdiven”e gerek yok

O süreçte otellerdeki yangın koruma, güvenlik sistemlerinin “denetlenmesi, düzenli test edilmesi ve bakımı” için standartlar (kodlar) belirleniyor. Yayınlanan mevzuatta otomatik yangın söndürme sistemleri, yangın muslukları-pompaları, alarm sistemleri, mutfak davlumbazları, acil durum aydınlatmaları, duvarlar, kaplamalar vs. tek tek sıralanıyor

Yetkililer dışında otel personelinin de yükümlü olduğu belli maddelerdeki denetimlerin periyodu ise “günlük, haftalık, aylık, üç aylık, yıllık, 3 yıllık, 5 yıllık, 10 yıllık” vb. olarak aynı mevzuatta, zorunlu. Mevzuatta denetlenecek onca şeye tek tek bakıyorum “yangın merdivenleri” ne dair tek satır bulamıyorum. O zaten 80 yıl önce bile zorunlu. Yapmama “lüks”ün, keyfiyetin daha baştan yok.

Karşılığını bu tabloda aramak!

Bütün bunları temelsiz bir karşılaştırma yahut “El âlem ta o zaman yapmış” fas(ı)lından aktarmıyorum elbette. Amacım farklı, niyetlinin-ehlinin elinden bir tabloyu ortaya koymak… Zira “Kartalkaya yangını”nda da ortada korkunç, koskoca bir tablo var. 

Ve sen de tedbirin, denetimin uluslararası standartlarını, “kodlarını” ülke tablosundaki karşılığında arıyorsun. Ama bulamıyorsun tabii. Var olan tabloya o yapıyı oturtmak da zor. O yapının, işleyişin de baştan ele alınması gerek.

“Teşvik” neye teşvik ediyor?

Korkunç bir yangınla gündeme gelse de, turizm, oteller (de) “baştan kokan” meselelerden. Arazi tahsisinden, “yağma”sından imarına, imarında-işleyişindeki “alış ve veriş”e, sahibinden iltisaklı “ortak”larına, değiştirilen, eğilip bükülen mevzuatından denetimine kadar karşımızda. 

O alan da kendi “alışverişi” dışında alışa da verişe de kapalı bir iktidarın meşgalesi. Otellerin kuruluşunda, “bina”nın yapılışında teşvik”in kime, nasıl verildiğinden öte, -derininde- neyi teşvik ettiği bile böyle felâketlerde, depremlerde, yangınlarda gündemde. 

“Tağşiş”in geniş mânâsı

Bütününe bakınca bu tablo da önce ressamına emanet. Yasaların, yargının işleyişinin yanında, gerekli, “zorunlu” çalışma, sağlık, güvenlik standartları/uygulamaları da aynı yapının içinde, “o sisteme müsait” şekilleniyor. İşleyişinde de o el.

O “sistem” iktidarın gıda maddelerinde “tağşiş”i, yani “içine hileyle, yasalara aykırı olarak başka bir şey karıştırmayı” “denetim dışı -yani serbest- bırakma” denemeleriyle de gündeme geliyor misal. O mevzuat engelleniyor ama işleyişi muamma. İmar affı”yla, “esnek, seçici denetim”le daha inşaattan binaların içine “bir şey karıştırma”yla da gündemde. Kamu binaları dâhil. 

“Tağşiş”in mânâsının en geniş örnekleri. Benzetmeye fazlasıyla müsait bir kavram. Her şeyin, her işin işine onun “hukuk”unda, “yapı”sında olmaması gereken bir şeyler karıştırmak… Vergi denetimlerinde, yargıda da işin işine bir şeyler karışıyor mesela. “İşin işinde iş var” her filmin sıradan repliği.

“Bakan”lar neye bakıyor 

“İdare”si, “sürdürülebilirliği” de öyle. Öyle bir keyfiyet ki otele, seyahat ajansına sahip iş insanını turizm bakanı, hastanesi olanı sağlık bakanı, okulu olanı eğitim bakanı bile yapabiliyor. Buna “alışmak”, bunu “kanıksamak” bile kendi başına felâket. 

Bolu’daki felâket Turizm Bakanı’nın sahibi olduğu seyahat acentesindeki eski çalışanının bugün resmi maiyetinde “Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürü” olduğunu da ortaya çıkarıyor. Yayınlanan haberlere göre vaktiyle Bakan Ersoy’un oteline de izin vermiş. “Arazi tahsis”, “proje inşaat”, “tesis kontrol ve belgelendirme”, “mevzuat ve evrak işlemleri”nin yanında/bağlamında bilcümle “denetim” de yetki alanının içinde.

“Teftiş Kurulu Başkanlığı”

Resmi sayfasından Bakanlığın “Teftiş Kurulu Başkanlığı”nın görevlerine bakıyorum. “Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında (1 No’lu) Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 288(1) maddesi uyarınca Teftiş Kurulu Başkanlığı,  Bakanın emri ve onayı üzerine aşağıdaki görevleri yapar” cümlesinin ardından ilk görevi (sorumluluğu) şöyle:

“a) Bakanlık merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatı ile bağlı ve ilgili kuruluşların her türlü faaliyet ve işlemleriyle ilgili olarak denetim, araştırma, inceleme ve soruşturma işlerini yürütmek, usulsüzlükleri önleyici bir anlayışla rehberlik etmek”. Ardından da “denetim, inceleme ve soruşturma sonucunda tespit ettikleri hususları, gerekli teklifleri Bakana sunmak”.

Yetki ile inisiyatif farkı

Bakanlığın -her şeye bakışı dâhil- sımsıkı bağlı olduğu “başkanlık” zaten her şeyde etkili-yetkili. Lâkin sıra “sorumluluk”a, hesap vermeye gelince ortada kimse yok. Öyle süreçler medyadaki deyimiyle “Bakan sessizliğini koruyor”, sonra da “Bakan sessizliğini bozdu” formülüyle… Aynı formül “iktidar” için de geçerli. Bekliyoruz, bakalım ne zaman, nasıl, ne söylemeye karar ver(ile)ecek? 

“Denetim”de yetkilendirme de, denetimi bir yere yönlendirme, oradan gelen sonuçları “değerlendirme”, gereğini yapma/yapmama “inisiyatifi” de onda. Yani “bir işi kendi başına yapabilmek, o iş hakkında gerekli kararları alabilmek için sâhip olunan güç” aynı elde-avuçta. Sen ne dersen de, sözünün, uyarının, önerinin “kıymeti” bir avuç.

Bu nedenle tedbir, denetim, “gereğini yapma”da kendi dışındaki kurumlara, mesela belediyelere tanıdığı “yetki”nin anlamı da “inisiyatif” değil. Otellerde mührün kimde olduğu ortada. Tanıdığı yetki öyle ya da böyle -çok- sınırlı ama gerektiğinde sorumlulukları “sınırsız”. Muhalif belediyelerin “iş”ini, görevini engelleme çabaları, hatta varlıklarını elinden alma manevraları bile sıradan. 

Sonsuz yetki-sınırlı sorumluluk A.Ş.

Tablo böyle olunca bir yangın, bir felâket durumunda sorumluluğu üzerinden atmak da zor değil. Medyası-kampanyası-kumpanyası ile kimin yaptığına hükmetmek, suçu atıp yargıda cezayı devşirmek de iktidarın yetkisinde. Yıllardır bizzat yaşıyor, görüyoruz. 

Orman yangını, deprem, maden kazaları, sel oluyor, hayat şartları, ekonomi, tüm kurumlar dibe vuruyor, enflasyon, dolar, işsizlik, yoksulluk zirveye, usulsüzlük, yolsuzluk, yağma, talan, adaletsizlik, eşitsizlik ayyuka çıkıyor… İktidarın “sistem”i sonsuz yetki-sınırlı sorumluluk A.Ş. Böyle felâketler iktidarın “kabul edilebilir riskler” yelpazesinin bazen ne denli geniş, pervasız olduğunu da ortaya koyuyor.

Seçimde aldığı en büyük belediyeler tarihi, geçmişiyle öyle ya da böyle, olmadı şöyle usulsüzlükler, yolsuzluklar, nepotizm, korkunç israf, şaibeli ihaleler vs. iddialarıyla çevrili. Sıfır yargı, sıfır yaptırım… Alamadığı belediyede de imzası kayyım kararnamesinde, başkanları hedefte, mahkemede.  

Bu “puzzle”da “NŞA” ölçü değil

Biz de böyle bir tabloda, her sorunda, felâkette, musibette ortaya saçtıkları puzzle’ın başında senaryolardan senaryo, faillerden fail beğeniyoruz. Bu enkazda, bu darmadağın puzzle’da parçaların tabloyu karşına koyunca yerine oturduğu ya aklımıza gelmiyor, ya da işimize, çoğu kez. 

O tabloyu ortaya açıp onun üzerinden konuş(a)mayınca da başroller figüranlar, gerçek suçlular, iftiraya uğrayanlar, deve yapılan pireler, iyi-kötü-çirkin kahramanlar aynı filmde, kara komedide birbirine karışıyor. 

Gündeme getirilen mevzularda da “gündem”i belirleme, saptırma gücüne, iktidarına haiz. Bütün bu tabloya bakıp meseleyi “normal şartlar altında”, “uluslararası standartlar”da, en azından akıl izan çerçevesinde değerlendirmek, “önermek” de tuhaf sanki. 

Herhangi bir alanda “bakan” koltuğuna oturan kişinin o yere uygunluğu, koltuğundaki ağırlığı, etkisi-yetkisi sorguya muhtaçken, görevini âdil, layıkıyla yapmasını beklemek gibi bir safdillik belki. 

“Yasal belirsizlik” kimin suçu

Bugün böyle bir yangınla ilgili mevzuatı, literatürü, denetim, ihmal, tedbir, yasa, hukuk, sorumluluk gibi kavramların oturtulmaya, tartışılmaya çabalandığı yapı, tablo böyle. İsli, lekeli, kesif duman o yangının araştırılmasını, değerlendirilmesini de zorlaştırıyor.

Bu siste eğer değiştirilen mevzuat denetimde eğip bükmeye, suçu sağa sola atmaya, bir felâkette her yoruma uygunsa o zaman “yasal belirsizlik”ten söz etmek gerekiyor. Ki bu “boşluk” da kusur, ihmal, umursamazlıktan kasta kadar giden bir mesele. 

Dezenformasyondan manipülasyona her şeye müsait bu karmaşada ayıkla pirincin taşını, sonra da adalet terazisine kimsenin parmağını basmadığını/basmayacağını varsay.

“Rapor”un kıymet-i harbiyesi

Hemen her felâketteki gibi otelle ilgili basına sızan denetim raporları da bölük pörçük, bir kısmı yine “devlet sırrı”. Birini bulsan öbürü yok. Ulaşmak, takibi, ilişkilendirmesi de zor, ulaştığının gerçekliğini ölçmek de… 

Her alanda işleyişin sır gibi saklanmaya çalışıldığı, sızdığında yayın yasağından yargı marifetiyle sindirmeye kadar her baskının devreye girdiği bir tablodan söz ediyoruz. Meclis’te soru önergelerinin bile başlığı dillendirildiği anda -otomatik- reddedildiği bir “demokrasi”den… 

Hoş, “denetim”le ortaya çıkan büyük arızaların, iktidarın kendi değerlendirme raporlarının kıymet-i harbiyesi de ortada. Serbestiyet’te 10 Aralık 2024’de “Sağ kalsa bile ‘sâlim’ mi meçhul” yazımda sadece bir alandaki örneğine, Soma başta olmak üzere Çalışma Bakanlığı’nın, Sayıştay’ın madenlerdeki denetim raporlarına değinmiştim. En uzun yazılarımdan biri olmuştu yine.

Raporlarda ayrıntılarıyla, satır satır, kelime kelime geliyorum diyen felâket gelmişti. Ne oldu, hiç. Faciaların önemli bir kısmının beklenmeyen değil beklenen olaylar olarak yaşanması da başlı başına ve en baştan sorgulanması gereken bir felâket.

“Sorumluluk hukuku” aramak

Uyarılara rağmen geliyorum diyen felâketler gelince, ters gideceği kesin olan bir şeyler ters gidince iktidarda “sorumluluk hukuku” da arayamıyorsun. Ona neden olan o tablodan, tüm o “sistem”den sorumlu, kabahatli, suçlu olmamanın, öyle görülmemenin yolu bulunuyor bir şekilde. 

O maharetine olanak vermemek, kapı aralamamak, öyle mazeretleri/bahaneleri beslememek de gerekli böyle bir ortamda. Bu yapıyı ısrarla teşhir etmeden tablonun figürlerine, detaylarına odaklanmak, bir şeyleri cımbızlamak yaklaşımı da daraltıyor. İktidarın “dalga boyuna”, tekrarındaki mesafeye, menzile sıkışıyor bazen düşünce, muhakeme.  

Hesap vermeyen, “hesapsız” nitelemesini icraatlarıyla da hak eden bir iktidarın karşısında tartışamadığın, hesap soramadığın, öyle bir hakka da asla sahip olamadığın bir münazaranın kuyusunda debeleniyorsun. 

“Ekmeğine yağ sürmek” 

Kabahati, suçu teraziye çıkarırken, çözümü tartışırken bunu hatırla(t)mak gerekli. “Elini kolaylaştırmak, ekmeğine yağ sürmek” serisinden deyimler AK Parti iktidarında da popülerliğini koruyor maalesef. 

Çoğu kez bir şeylerin üzerini örtmeye yarayan “patchwork”  olarak kullanılıyor. “Müzmin inkârcılık”ın açtığı delikleri yamıyor hatta. Başkasının, geçmişin kusurundan, yanlışından nemalanarak “meşruiyet devşirme” kabiliyetini, alanını da genişletiyor. 

Yasal denetimin etkin, toplumsal denetimle kuşatılması önemli. Toplumsal denetimin istihkâmı ise gerçeklerle, şeffaflıkla, bilgi-belgelerle, sımsıkı denetimle, baskıyla, cezaeviyle dili, eli kolu, “ödül”, kayırma sistemiyle yahut “düşmanlık”la vicdanı, aklı tutulmayan medyayla mümkün. 

Velâkin hukukun, hukuk devletinin tartışıldığı, arandığı yerde “hukuki denetimi” hayal etmek de zor. O iktidardan yasalara uygunluk, faaliyet, sistem denetimi filan beklemek de ayrı mizah. 

Adını kim koyuyor?

Böyle bir karmaşada insan meselenin, felâketin, facianın “adını koymak”ta bile zorlanıyor. Ama iktidar asla. Uysa da koyuyor, uymasa da adını uyduruyor. En çarpıcı, yakın örneklerinden birisini depremde yaşadık mesela.

Depremin adını “Asrın Felâketi” koydular. Öyle olursa sorumluluğu üstünden atmak, suçu-günahı kadere, kul eliyle “ecel”i “tecelli”ye havale etmek kolay: “Asrın felâketi ne yapabilirdik ki!” Oysa bazı ekranlarda öncesini-sonrasını, yapılanı-yapılmayanı seyrettik, “yayın yasağı” elverdikçe…

Depremin “Asrın Felâketi”, “uzmanlara göre olağandışı” olduğunu, dünyada eşi benzerinin olmadığını “kanıtlamak” için sosyal medyada videolu kampanya bile düzenlediler. Videoya göre “Uluslararası afet yönetimi otoriteleri -bile- bu felâketin boyutunun her ülkenin kapasitesini aşacağını ifade ediyor”muş. Yani iktidar ne yapsın hesabı… 

Kumpanyadan kampanyaya

Tepkiler üzerine önce video siliniyor, ardından “Asrın Felâketi” adlı o hesap kapatılıyor. 

Serbestiyet de “Peki, insanlar hâlâ enkaz altındayken kimdi bunu (bu kampanyayı) yapan profesyoneller?” sorusunun peşine düşüyor. Ve kampanyanın perde arkasındaki “kumpanya”yı ortaya çıkarıyor ki, 12 Şubat 2023’de yayınladığı özel haberde yine “büyük aile” fotoğrafı, tablosu. 

Önce takipçisi çok olan bir hesabın adı değiştirilmiş. Ardından video AK Parti seçim kampanyası ekibi tarafından Bilal Erdoğan’ın liseden sınıf arkadaşının sahibi olduğu ajansa yaptırılmış. Videoyu ilk paylaşan kişi de yine iktidara yakın bir vakfın yönetim kurulu üyesi. İşte “sistem”.

Bugün Bolu’daki yangının kokusu, dumanı ülkeyi basmışken, her koldan soruşturma, mahkeme, gözaltı, tutuklama kampanyası da sisi kalınlaştırıyor, yayıyor. Belediye başkanı mı istersin, sanatçı mı, gazeteci mi… Isıtılıp servise sunulan (esasında ocaktan hiç indirilmeyen) 12 yıllık gezi meselesi de o tabloda. Mutfaktaki “FETÖ”cü, “bölücü”, “terörist” ara sıcaklar da… Bu tabloya hep bakmalı, bir daha bakmalı, yakından-uzaktan yine bakmalı.

- Advertisment -