Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIDünya Alzheimer Günü: Sen ne zaman öldün baba?

Dünya Alzheimer Günü: Sen ne zaman öldün baba?

İlaç veriyorlar, adı Cogito... Ama Cogito tabletleri, cümlesini “Cogito ergo sum (Düşünüyorum, öyleyse varım)”a tamamlatmıyor. Yoksa... Yok mu artık o? Ardı arkası kesilmeyen akınlar yeniden eskiye hafızasını vuruyor önce. Hatıralarını… İsim, tarih, yer, giderek motor becerilerini: “Bunu (çatal) nasıl tutacağım?” Kendi kendine yiyebildiği zamanlarda bile ne çok şey var hatırlanacak. Ne çok şey var unutulacak...

“Ver elini öpeyim” diyor. 

Oturduğu koltuktan hafifçe doğrulup sevdiği bir insana uzanma/ulaşma çabasının bile yaman mesele olduğu belli. Az biraz doğrultacağı beden onun değil gibi. Kalkma teşebbüsü çoğu kez bakışlarından, bazen en yorgun bedende bile son nefesini erteleyen o hevesten seziliyor. 

“Ver elini öpeyim” diyor; uzattığı elinde kahverengi benekler, esmer lekeler, eriyen teninin saklayamadığı damarlar… Önce eller mi yaşlanıyor? Ama hayat beyin-kalp ölümüyle noktalanana kadar en çok onlar direniyor belki; boşlukta nafile çırpınarak, yaşama refleksini, canı orada çekiştirerek… Eller konuşkandır ya, tükendikçe onlar da kekeliyor. 

Boş sehpadaki arayış

Her kıpırtısı titrek, mütereddit. Başıboş ellerine bir kelebek konsa, o hoş teması bile iyice hazırlanmadan taşıyamayacak. Elleri yanındaki boş sehpada gördüğü bir şeyleri arıyor. Almaya çalışıyor, yönetemediği parmaklarıyla… Ne aradığı, o bomboş sehpada ne(ler) gördüğü muamma. 

Her şey, her yer bulanık, giderek isimsiz. Kelimeleri, kuramadığı cümleleri de ona artık yabancı. “Çat-pat” anladığı bir dilin bulanık haznesinde karıştırıyor, karşılığını bulamıyor çoğu kez. Bakacağı sözlük de yok. Çevresindekilerin kullandığı kelimeler başka dilden. Gülümseyerek anlattıkları eski, ortak hikâyeler başkalarının hatıraları… 

Bulamıyor. Soramıyor, isteyemiyor zamanla. İsteyemiyor… bile. Durmadan küçücük bir şeyleri tutup almaya, belki eski yerine koymaya çalışıyor boş sehpada. Sanki ayıklıyor, bir yapbozun arasından. Düzeltmeye çalışıyor.

Yanak yanağa ıslanmak…

Koltuğunun yanına çömelen genç adamın ellerine uzanmaya çabalayarak, yineliyor: “Ver elini öpeyim…” “Olur mu hiç baba” diyor adam, “Ver, asıl ben senin ellerini öpeyim…” Sonra… Yanak yanağa veriyorlar. Dışa vuran, tenini yitiren elmacık kemikleri, sadece böyle anlarda bir yumuşaklık, bir yanak hissediyor sanki. 

Belkilerin, sankilerin, acabaların yağmurunda birlikte ıslanıyorlar. Çevresindekiler artık olağan gelen tuhaf cümleler kuruyorlar onun yanında: “Kim bilir bakarsın anlamıştır. Bak, galiba hissetti… Acaba duymuyor mu ki?” 

O, kaybettiğini ulaşabildiği tek yerde, yanındaki boş sehpada arıyor. Böyle durumlarda pratik zekâsını deneyen yakınları sehpaya hemen her eşyayı koyuyor. Yok, hiçbiri değilmiş aradığı. Onun eski hâlini arayanlar da olmayan şeyler görüyorlar sık sık.

Kılavuz resimsiz puzzle

Hayatı darmadağın bir puzzle. Kutu “yapboz”daki gibi kılavuz resmi de yok. Üstüne “siyah beyaz” belki. En zoru… Başlangıçta yanına giden oğlu, gelini, torunu, akrabaları, dostları, o tanıdık yüzler bir an gülümsetiyor çehresini… Hemen her gün uğrasalar da sanki hep o an, “bugün” gelmişler.  

Hastalığı koşar adım ilerledikçe en yakınlarını bile tanımamaya başlıyor. Oğluna sevimsiz, incitici gelen “Beni tanımadın mı?” sorularına verdiği yanıt bile tartışmalı, şüpheli… Belki o gönlübol refleksiyle onları incitmemek için cevabı, “Tanıdım, tanıdım…” 

Başlangıçta hatırlayınca seviniyor gibi ama unuttuklarını etrafındakiler hatırlatınca muhtemelen o sevinci de gölgeli. Hastalık kısa sürede hatırlatılınca da asla hatırlayamadığı safhalara sürüklüyor onu. 

Gerçekten tanıyıp tanımadığını kederli tebessümünden çözmeye çalışıyorlar. Gözlerindeki o hüzün, yüzündeki o mahçup tebessüm de “çözülüyor” sonra; hastalığın hızlı seyriyle… Kendiliğinden kayboluyor. Yüzü de boş artık. Böyle bir savruluşu çözmeye çalışmak da…

Tâziyelerin girişi “mâlûm”

Yaşlı adamın, bu hayatta yaşadığı yahut çoğu şeyi yaşayamayıp da öyle bir ömrü sürdüğü 90 yıl, artık bir “yaş”la, bir ölçüyle tanımlanamaz gibi… Sanki 70’indeydi birkaç ay önce, önceki gün 80, bugün de 90 oldu. “Yarın”, teşhis konduğundan beri yok. Onu anarken “90’ına kadar yaşadı” demek doğru, âdil midir… 

Önce “Alzheimer başlangıcı” demişti doktorlar. On yıldan fazla yaşıyor o başlangıçla… Ama son evrelerine girince anlıyorlar. Meğer başlangıç ile son arasındaki süreç hızlı sarılmış bir film, bir kısa öyküymüş. Kısacık raporu da birkaç satır. O süreci yaşarken her şey uzun da, okurken, anlatırken kısa… Kısacık. Ölümünün ardından hemen her tâziye de kısa, girişinde de aynı kelime: “Mâlûm…” 

İlacın adı “Cogito” ama… 

İlaç veriyorlar, adı Cogito… Ama Cogito tabletleri, derdini, cümlesini “Cogito ergo sum (Düşünüyorum, öyleyse varım)”a tamamlatmıyor. Ardı arkası kesilmeyen akınlarla yeniden eskiye hafızayı vuruyor önce. Hatıraları parça bölük… İsim, tarih, yer, giderek en sıradanına kadar motor beceriler: “Bunu (çatal) nasıl tutacağım?”

Kendi kendine yemek yiyebildiği zamanlarda bile ne çok şey var hatırlanacak; çatal, kaşık, bıçak, çeşit çeşit yemekler, tabaklar, kâseler, bardaklar, tuzluklar, biberlikler, peçeteler: “Hani şey vardı ya, dişindeki şeyi çıkartmak için”… Ne çok şey var unutulacak. Sonrası bir şey istemek için gerekli kelimeleri bulamamaktan “istemeyi unutmak”a yuvarlanan dipsiz uçurum. 

Ölmüşlerini kimse öyle anamaz

“Hayallenme”ler, halüsinasyonlarla da geliyor, o koyu, karanlık kalabalıklarla… Kötü, korkunç insanlar, hırsızlar, katiller, arada iyi insanlar, “hızır”lar ve hep ölüleri, yitirdikleri. Ölmüşlerini kimse onun gibi anamıyor. Yıllar önce ölen kardeşi gelmiş dün gece, onunla uzun uzun konuşmuşlar. Biraz da sitem etmiş: “Ne zamandır gelmiyordun!” 

Yedi ay önce yanındaki koltuğunda durup dururken, pat diye son nefesini veren eşi zaten yaşıyor hep. Etrafındakilere soruyor: “İlhan nerede?” Onlarla daha yakından, daha kolay konuşuyor. Çünkü içinden… Çevresindekilerden çok, ölmüş eşinin, ölmüş kardeşlerinin, ölmüş arkadaşlarının yanında. 

“Onlar öldü ya…” diyorlar bazen ama ona gerçeği söylemek mi iyi, suyuna gitmek mi, pek bilemiyorlar esasında.  Bazen o da eşinin öldüğünü kabulleniyor: “Trafik kazasında ölmüş, Eskişehir Yolu’nda…”

“Evcil dinozor”a büyük ilgi 

Hastalığın bir döneminde “Jurassic Park” filmine denk geliyorlar televizyonda. O, TV’yle, eskiden kaçırmadığı haberlerle bile ilgilenmiyor artık. Onun da filme dikkatle baktığını, bilhassa dinozorlara çok ilgi gösterdiğini görünce, ailecek, heyecanla izlemeye başlıyorlar. 

Kıpırtılı, hayretle dolu ilgisinin nedeni kısa süre sonra anlaşılıyor; “Nasıl evcilleştirmişler bu hayvanları…” Oysa algısı, zekâsı zehir gibi. Yani eskiden…

Oradan oraya zıplayan, adımları/naralarıyla yeri-göğü inleten, kaşlarını çatan, hınzır hınzır gülümseyen, ölümcül planlar yapan o koca dinozorlar tabii ki sahici! Ölmüşleri gibi aslında onlar da yaşıyorlar bir yerlerde. Hepsi sahici, tek sorun nasıl evcilleştirildikleri, başroldeki oyuncudan daha iyi rol yapabildikleri. 

Yaşamayanlara, olamayacaklara ilgisinin bir tezahürü mü… Onu geceleri sık sık ziyaret eden rahmetli kardeşinin yeni rolü de anlattığı hikâyesinde değişik. Sevgili kardeşi karanlıkta gelmiş. Elinde bıçak varmış… Gördüğü tüm filmler artık tüm gerçeklerden sahici. Genellikle gerilim filmi, hep endişe verici… 

Neresi, nasıl sızlıyor acaba

Bir insan, sevecen, gülümseyen tavırlarıyla tanıdığını bildiği/sezdiği yakınlarını, karşısında “Dede, benim” diye seslenen, usulca başını okşayan delikanlıyı tanıyamadığını fark ettiğinde neler hisseder? Önce hatırlamayıp sonra tanır gibi olunca mahçup mu olur… Neresi, nasıl sızlar? 

O hüznü, o karmakarışık zihninde nereye koyar. Her şeyi unutmak öyle sızılardan arındırır mı insanı… Yoksa dolusu-boşuyla gezindiği zihninde mi kilitlenir o hüzün, o ad koyamadığı sızı, biteviye hüzün? Başlangıçta o dinmek bilmeyen endişenin, sonrasında her şeyin sıralı-sırasız kayıp gittiği o yıldızları uzak karanlığın ortasında nasıl katmerlenir. İnsan yıldızların altında nasıl dileksiz kalır? 

Her şeyi unutsa mı?..

Usulca bir “Ahhh…” dediğinde ağrıyan zihni midir, sabıkalı dizleri mi? Alzheimer’ın unutup da unuttuğunu fark ettiği o kısacık upuzun evresini nasıl atlatır… Hatırla(t)mak mı yoracaktır, iyice solduracak, ağrıtacaktır artık onu? O bitkin, nafile uğraşı mı… Yoksa… “Her şeyi unut baba, sadece şu an, bu dakika kalsın. Yanak yanağa…” mıdır günahkâr temennimiz? Yoksa… Yok mu artık o? O çok sevdiği şarkıdaki “Yabancı olduk şimdi” mi… 

Sahi sen ne zaman öldün baba? Kaç yaşında…

ŞAHSİYET DE UNUTULUR

Bugün 21 Eylül Dünya Alzheimer Günü… “Şahsiyet” dizisindeki rolüyle “En İyi Erkek Oyuncu” dalında Uluslararası Emmy Ödülü alan Haluk Bilginer, dizinin teması “unutma”yı şöyle özetliyor: 

“Şahsiyet dizisi adaleti ve hafıza kaybını konu alıyor, ama bir kişinin hafıza kaybını değil, daha tehlikeli ve zararlı olan toplumun hafıza kaybını konu alıyor. İçinde yaşadığınız toplumun hafıza kaybı yaşamadığından emin olun.”

Ah… Yaşadığımız toplumun hafızası da enteresan. Hafızası “hükümlü”. Herkesin hükmü farklı, hafızasına açılan pencereler, gördüğü manzaralar değişik. Geçmişi bugünüyle isimlendirdikleri, ad taktıkları şeyler bile… Kiminin arayışı da boş bir sehpa üzerinden esasında. Dizi yapsan adını “Şahsiyet” koy(a)mazdın bence. Kafiyelisi şartsa, kelime oyunuyla “Za(a)fiyet” mi desem… “Haysiyet” ağır olur belki. 

Toplumsal unutma-hatırlama mekanizması “şahsiyet”ten uzak cereyan edebiliyor. Unutulması/unutturulması gerekenlerin unutulduğu, hatırlanması gereken, öyle dikte ettirilenlerin bazen ebediyen unutulmadığı bir sufle cemiyeti, cemâati birçok örnekte. Tek farkı sufle masası, kürsüsü sahnenin üstünde. Seyircilerin karşısında… Kürsüdekilerin birçoğu da seyircisine güvenerek “unutmak”la mâlûl.  

Son yerine diziden kimine zehir, kimine panzehir gibi bir replik: “Ama er geç ben de unutacağım değil mi? Bütün hatıralarım yaşadıklarım silinip gidecek. Ben ne olacağım? Yani telefon numaraları bir şey değil de benim şahsiyetim ne olacak? O da silinip gitmeyecek mi? Nasıl bir adam olduğumu unutacağım.” 

YAZI RESMİ: Ressam William Utermohlen’a 1995’de Alzheimer hastalığı teşhisi konuyor. Utermohlen teşhisin ardından beş yıllık dönemde bir dizi otoportre yapıyor. Teşhis konulduktan 12 yıl sonra, 2007’de zatürreden hayatını kaybettiğinde 74 yaşında.

- Advertisment -