Yaklaşık üç haftalık kapanmanın ortalarındayız. Yaşamak için günlük çalışmaya ihtiyaç duymayan azınlığın mensubu olarak, arada sırada “elimize bim torbası alıp” alışveriş niyetine dışarı çıkmak, çaktırmadan bir arkadaşla buluşup illegal yürüyüşler yapmak mümkün. Yeniden mahallelerimizde dolaşmaya başlayan ama bu sefer çok daha havalı olan genç bekçilerle karşılaşınca torbalarımızı gözlerimizle ima ederek sürtüşmeye girmemeye çalışıyoruz. Gittikçe ciddileşen niteliklerdeki maskelerimizle hava almak çok zorlaştı, bu nedenle açık havada takmamayı tercih ediyoruz, bekçiler hem kendileri de çok sıkılmış oluyorlar hem de kızıyorlar maskelerini takmayanlara. Ama sonra, merak etmeyin, biraz muhabbetten sonra onlar da aynı hissiyat içinde olduklarını söylüyorlar. Bu hissiyatın bir kısmı sıkılmak tabii ama daha önemli kısmı şu: Her şey çok saçma…
Kurallara uymak için, kurallara uymanın iyi olduğunu tekrarlayıp duran iç sesimiz dışında, hiçbir motivasyonumuz yok. Kurallar da çok saçma. Üstelik artık yasalardan da bahsedemiyoruz. Öyle yasalar yok çünkü. Bunlar gece yarıları aniden çıkan özensiz hazırlanmış, eksiği olduğu kadar fazlası da olan, çıkarıldıktan sonra günlerce toparlanılmaya çalışılan ama her toparlama hamlesinde biraz daha tuhaflaşıp ortalığa saçma gibi saçılan, kimin ne yapacağını ya da yapmayacağını bilemediği, hep töhmet altında bırakmaya müsait birtakım kurallar. Devletimiz boşluk sevmiyor, ama her boşluğu başka daha büyük boşluklara sebep olacak şekilde doldurmayı seviyor. Biz şaşkınız. Gizliden gizliye skandalların olmasını sevenlerimiz bile çok yoruldular. Normalliğe susadık. Haksızlık hissi içimizi sıkıştırıyor. Adalet duygusu vicdanımızı kemiriyor.
Moda tabirle “kafalarımız bir milyon”, sabah akşam.
Gündemle ilgilenmenin ve kaçınılmaz adaptasyon zorlukları yaşamanın alternatifi kendi gündemimizi oluşturmak. Çoğumuz bunu film/dizi izleyerek yapıyoruz. Film izleme konusu sadece bir oyalanma, zaman doldurma değil artık. Filmler biraz da, yaşayamadığımız yapamadığımız şeyleri yapma alanımız. Küçük çocukların dövüşlü filmlerde ayağa kalkıp havaya yumruk savurmaları gibi…
Durum böyle olunca, tabii, hayatımızda en çok eksikliğini duyduğumuz şeyler hakkındaki filmleri arayıp buluyoruz. O zaman devreye “suç”, “polisiye”, “detektif” ya da “psikolojik gerilim” diyebileceğimiz filmler giriyor. Pratik olsun diye bu filmleri “suç” başlığı altında toplayalım.
Diyorlar ki, bu “suç” filmleri, çözümü izlemek, çözümün parçası olmak, adrenalin peşinde koşmak, kurbanın ve/veya katilin (kendinizi kiminle özdeşleştirdiyseniz artık, onun yerinde) olmamanın rahatlığını yaşamak gibi nedenlerle bizi kendine çekiyor. Söylendiğine daha az rastladığım ama bence, en azından burada Türkiye’de bizim için son zamanlarda çok çok daha hayati bir ihtiyaç haline gelen bir neden daha var: Adalet duygusu ya da günlük hayatımızda kişisel olarak da toplumsal olarak da bir türlü tecelli etmeyen adaletin filmde şu veya bu şekilde tecelli ettiğini görmenin verdiği rahatlama.
Empati kurma bağımlısıysanız, dünyadan alacağını tahsil edememiş insanların varlığı sizi normal (yani bencil) bir insana göre daha çok üzüyorsa ve hatta bir hayalet gibi takip ediyorsa “suç” filmi izlemeyi çok seviyorsunuz. Film çözüldükçe, sanki dünyada iyiler kötüler dengesizliğinde iyiler lehine bir düzelme oluyor. Muhtemelen çocukken bu haksızlıklara, kötülere parmak ve mikrofon sallayan ve onları sorduğu garip sorularla hayata küstürmeyi hedeflediğini düşündüğünüz Uğur Dündar sayesinde tahammül edebiliyordunuz.
Şimdiyse, eğer kurban tarafındaysanız, her ne engelle karşılaşırsa karşılaşsın, mutlaka ama mutlaka konuyu açıklığa kavuşturacağına inancımızın tam olduğu, üstelik aynı bizim gibi düşünen kısaca “dedektif” titri altında sınıflandırılabilecek bir insan ya da insanlar var. Sıradan ve bizim gibi oldukları kadar çekici karakterler.
Eğer katil tarafındaysanız, bu sefer cinayetlerin hangi sebeple işlendiğini çok iyi anlamakla kalmıyorsunuz, gidip katili tebrik edesiniz geliyor. Sivrisinek öldürürken vicdan azabı çekenlerimiz bile, katili her cinayetle birlikte coşkuyla alkışlıyoruz. “Öldürüyorsa bir bildiği var…” Tamam, kurgu ama, yine de tuhaf bir şekilde, katili destekliyoruz. Çünkü o da bizim adalet duygumuzu destekliyor.
Bütün bunları geçen hafta Netflix’te “Fatma” dizisini izlerken ve sonrasında düşündüm.
Hemen bir wikipedia bilgisi geçeyim, belki bilmeyenler vardır:
“Fatma, Özgür Önurme’nin kaleme aldığı ve Özer Feyzioğlu ile yönetmen koltuğunu paylaştığı psikolojik drama mini dizisidir. Fatma’nın başrollerinde Burcu Biricik ile birlikte Uğur Yücel yer almaktadır. Dizi, 27 Nisan 2021 tarihinde Netflix’te yayına girdi.”
İlk bölümü iki kez bıraktım, başta bir uyum sağlayamadım diziye. Ama daha sonra bizim süklüm büklüm, boynu bükük karakterimiz Fatma (spoiler sayılmaz sanıyorum, her yerde var) öldürmeye başlayınca gözümü alamaz oldum diziden.
Evet, çok fazla boşluk var senaryoda, çok fazla “film icabı” şey oluyor. Evet, Burcu Biricik biraz abartılı bir “iyi rol yapma” halinde. Evet, her zaman olduğu gibi çok çeşitli konu bir arada işlenirken bazı detaylar yetersizliğiyle insanı rahatsız ediyor. Birçok konuda birçok eleştiri getirilebilir bu mini diziye. Bence çok da haklı eleştiriler olabilir bunlar.
Ama işte, tıpkı “Şahsiyet”teki Âgâh Beyoğlu gibi, Fatma Yılmaz da yüreğimizi ferahlatıyor. Hele de kadınsanız, kadınların zor hayatlarına ve çaresizliklerine bir şekilde yakınsanız, adaletin tecelli etmesini beklemekten sıkıldıysanız, içinizden bir katil soğukkanlılığıyla Fatma’ya şöyle demek geçiyor: “Eline sağlık Fatmacım.”