Sovyet sistemi çöktüğünde liberalizmin ilelebet payidar olacağını, bu anlamda tarihin sonunun geldiğini sananlar olmuştu. Gerçi pek ciddiye alınmadılar ama onları ciddiye almayanlar bile muhtemelen modernliğin bu denli hızla ve kolayca kendi öğelerine savrulma ihtimali olduğunu düşünmüyordu.
Nitekim modernliğin bireyselleşme, özgürleşme ve eşdüzeylilik ima eden relativist zemini ile merkeziyetçilik, kamusallık ve hiyerarşiyi öne çıkaran otoriter yönünün yerleşik ve kalıcı bir ‘bütüncül sistem’ oluşturduğu fikri son derece yaygın. Her iki zihniyetin ortak yönü olan rasyonellik ve kültürel homojenlik halen gayet sağlam dayanaklar olarak görülüyor.
Ne var ki son dönemde şu gözlemi giderek birçok coğrafya için ve daha sık duyuyoruz: ‘Tam da göçmenler kültürel homojenliği yıpratır ve modernliğin içinden buna çare bulunamazken, bazı devletlerin hasmane tutumu ile uluslararası alanda kırılgan hale geliyoruz. Ancak siyasi iktidar olayın ciddiyetini kavrayıp gereğini yapma iradesine sahip gözükmüyor.’
Şimdi kendinizi bir emekli generalin yerine koyun… Uzaktan ve tepeden bakmanın avantajıyla, bir yandan ülkenizin aynı anda iç ve dış tehditler altına girmekte olduğunu, diğer yandan devlet mekanizmasının milli çıkarları kollamak ve kamu düzenini koruyup sürdürmek için gereken rasyonaliteyi hayata geçiremediğini tespit ediyorsunuz.
Devlet adına düşünüp hissetmenin sorumluluğunu taşıyan biri olarak bu durumu kolayca sineye çekebilir, sessiz kalabilir misiniz?
İlk adım bizimkilerden geldi. Nisan başında 104 emekli amiral, ‘tam egemenlik haklarını geri kazandıran’ Montrö ve Lozan’a sahip çıktılar. Ayrıca personelin Atatürk ilkelerine göre yetiştirilmesi gereğini vurgulayıp Atatürk’ün çizdiği ‘çağdaş rotadan’ uzaklaşılmaması gereğinin altını çizdiler.
Ancak bildirinin asıl ilginç yanı ‘kumpaslardan çıkarılacak en önemli ders’ olarak sunulan şu cümleydi… “TSK’nin, anayasanın değişmez, değiştirilmesi teklif edilemez temel değerlerini titizlikle sürdürmesi zarureti” (vardır). Normalde bu cümlenin başında ‘Türkiye Cumhuriyeti’ olmasını bekleriz, çünkü sözü edilen şey Anayasa’nın maddeleri ve sadece TSK’yı değil tüm ülkeyi ilgilendirmesi bir yana, söz konusu metnin vatandaşlar tarafından belirlendiği kabulüne sahibiz.
Oysa askeriyede ülkenin ‘gerçek’ sahipliği duygusu o denli güçlü ki, vatandaşlar hangi yönde tercihte bulunursa bulunsun, Amiraller kendi kurum ve konumlarının o tercihlerin ‘dışında ve üzerinde’ olduğundan eminler.
Aynı yaklaşıma Nisan ayının sonunda iç savaş uyarısı yapan Fransız Generallerinde de tanık olduk. Yüzlerce muvazzaf subayın da imzaladığı bildiri bizdeki kurum savunuculuğunun ötesine geçip hükümeti ‘orduyu darbe yapma zorunluluğuna itmekle’ suçluyordu.
“Emeklilikte bile güzel ülkemizi tehdit eden bu tehlikeler karşısında sessiz kalamayız” diyen Generallerin tespiti basitti: Durum ciddi ama hükümet gevşek. Buna göre ‘İslamcılar ve banliyö sürüleri’ ülke kültür ve geleneğini tahrip etmeye çalışmakta, ırkçılıkla mücadele adına ırk temelli bir savaş yaratma peşinde koşmaktaydı. Amaçları devletin ve anayasanın hükmü dışında bağımsız bölgeler oluşturmaktı.
Hükümet ise gereken cesareti gösterememek, mevcut yasaları bile kararlılıkla uygulamamak bir yana, gevşeklik ve ‘aylaklık’ içindeydi. Bildirinin sonu beklenen uyarıyı yapmaktaydı: “Eğer hiçbir şey yapılmazsa, bu gevşeklik toplumda yayılmaya devam edecek ve sonuçta bir patlamayla, görevde olan meslektaşlarımızın yurttaşlarımızı ve medeni değerlerimizi korumak için tehlikeli bir göreve atılmasına yol açacak.”
Bunca modernlik ve demokrasi deneyiminden sonra, bu değerlerin beşiği sayılan Fransa’da emekli askerler açıkça ülke için neyin iyi olduğunu ve neyin tehlike teşkil ettiğini kendilerinin bildiğini söylemekle kalmıyor, ülke kendi istedikleri yönde gitmezse darbe yapmaktan başka çare olmadığını söyleyebiliyorlar…
Fransa kültürel homojenizasyonu kritik hale getiren bir modernleşme sürecine sahip olduğu ölçüde, tehditler ‘içeriden’, toplumsal çeşitliliğin kontrol edilemez niteliklerinden hareketle tanımlanıyor. Bu unsur Anglo-Sakson toplumlarda o denli ağırlıklı değil. Ama garip bir şekilde ABD’nin de sanki 1950’li yıllara geri dönmüş bir hali var.
Bize bunu hatırlatan, 124 emekli general ve amiralin Mayıs ortasında Başkan Biden’ı hedef alan bildirisi oldu. Amerikan subayları olmanın getirdiği ‘vizyonla’ Çin’in dünya hakimiyetine doğru ilerleyen en büyük dış tehdit olduğu, İran gibi bir ‘terörist ulusa’ destek verilmemesi, İsrail ile birlikte davranılması türünden ‘sorumluluk’ izlenimi veren cümleler asıl mesaja ek mahiyetindeydi.
Bildiriyi imzalayan subaylara göre ABD kuruluşundan bu yana en büyük hayatta kalma (beka) mücadelesini vermekteydi ve bu mücadele özgürlük destekçileri (yani kendileri) ile ‘sosyalizm ve Marksizm destekçileri’ (yani demokrat Kongre ve Biden) arasındaydı. Ve de son seçimler ‘Marksist tiranlık hükümetine doğru sert bir dönüş’ yaşanmasına neden olmuştu.
Nitekim bildiri seçimlere temel bir itiraz dillendiriyor. Seçimlerin adil ve dürüst yapılmadığı, çünkü resmi kimlikler dışındaki kimliklerin de kullanıldığı ve bu duruma karşı çıkanların ırkçılıkla yaftalandığını vurguluyor. ‘Yasa dışı’ oy kullanma ise açık sınır siyaseti ile bağdaştırılıyor. Açık sınırların ulusal güvenliği tehdit ettiği öne sürülerek, ‘egemenliğin’ ancak kontrollü sınırlarla mümkün olduğu söyleniyor.
Nihayet Biden’ın sağlığına da değinilerek can alıcı cümleye geliniyor: “Hızlı bir şekilde doğru ulusal güvenlik kararları verebilmeli… her zaman tartışılmaz bir emir komuta zincirine sahip olmalıyız.” Yani bu ciddi iş Demokratlara bırakılamaz denmiş oluyor. Ancak Amerikalı generaller ‘darbe yaparız’ demek yerine, tek çözümün Cumhuriyetçilerin yeniden iktidara gelmesi olduğunu vurgulamakla yetiniyorlar.
Üç bildiri de iç tehdit ve tehlikelerin yarattığı ve yaratacağı tahribatla ilgili kaygıları dillendirip, içinde bulunulan siyasi kültür ve konjonktüre göre çözüm öneriyor. Türkiye’deki emekli generaller TSK’yı önemli ve etkili kılan rejimin devam etmesini istiyor ve bunu siyasi iktidardan bekliyorlar. Fransadakiler ulusal kimlik ve kültür kaybı karşısında orduyu nihai yetkili olarak görüyor, Amerikadakiler ise aynı tehdide karşı siyasi direnç ve mücadele gösterilmesi gerektiğini öne sürüyorlar.
Çözümler hem devlet geleneğini hem de ordunun göreceli gücünü ve ülkedeki cari dengeleri yansıtıyor. Ancak asıl ilginci, önümüzdeki dönemde siyaseti tetikleme işlevi görebilecek olan gerekçenin her üç ülkede de benzer olması: Kültürel homojenliğin bozulması ve devlet öncülüğündeki ideolojik doğrultudan sapılması.
Modernliğin muhafazakârlaşmasına, temelinde değişim olan bir kültürün değişenle baş edememesi sonucu ‘değişmeyene’ sarılmasına tanık oluyoruz. Söz konusu muhafazakârlığı doğal olarak sahiplenen ordu ülkeyi ‘olması gereken noktada’ sabit kılmak üzere bir savunma dürtüsü geliştiriyor.
Modernliğin görünen krizi göçmenler nedeniyle kamusal alan homojenliğinin bozulması ve böylece ortak ahlak zemininin belirsizleşmesiydi. Ancak derinde bir başka kriz daha yaşanıyor: Bireysellik ve özgürlük, merkezi devlet otoritesinin denetimi ve yönlendirmesinden kurtuluyor… Oysa vatandaşlık bu sınırların kabulünü gerektiriyor, bireysel farklılaşma ancak bu sınırlar dahilinde meşru görülüyor.
Bu denge esas olarak halen geçerli… Ne var ki yönetenler ile yönetilenler arasındaki mesafe giderek göze batıyor ve itiraza konu oluyor. Post modern durum otoriter zihniyeti ve uygulamaları hedef alırken demokrasi algısının düşünülenden çok daha öznel olabileceğini gösterdi. Dolayısıyla merkezi denetim ve yönlendirmenin etkisiz kalabileceği bir tarihsel momentte, kültürel ve ahlaki çoğullaşma büyük bir tehdit olarak ortaya çıkıyor.
Toplumun bir bölümü bu değişimi ‘güçlü’ demokrasi adına selamlarken, önemli bir bölümü kimlik ve kültür kaybına uğrama, kaosa sürüklenme korkusu ile karşılamakta. Daha öncesinde ‘sosyoekonomik’ olarak görülen zümresel/sınıfsal farklılıklar, ilk kez apaçık şekilde ‘ahlaki ve zihniyetsel’ anlam kazanıyor ve alışık olunan farklılaşmayı yatay kesiyor. Diğer deyişle toplumların içindeki tavır, tutum ve inanç dağılımı çok yönlü, çok katmanlı, neredeyse kaotik bir nitelik kazanmakta.
Batılı modern ülkelerde hemen her mesele toplumları kesin çizgilerle ikiye bölmeye ve zaman içinde siyaset alanına sirayet eden bu bölünmeler üst üste binerek kalıplaşıp katılaşmaya başlıyor. Öyle ki taraflar arasında aşılması güç, kesin bölünmeler ortaya çıkarken her kanat kendi alt siyasi kültürüne sığınıyor.
Toplumun iç bütünlüğünü kaybedip ‘yönünü’ şaşırdığı, buna karşılık devletin prestij ve meşruiyet yıpranması yaşadığı bu sürecin askerleri aşırı ‘duyarlı’ kılması şaşırtıcı değil. Eğitimleri bu yönde… Kafaları bu şekilde çalışıyor… Ve toplum içindeki özel konumları hem toplumun ‘milli’ bütünlüğünün, hem de ayrıcalıklı devlet geleneğinin devamına muhtaç.
Dolayısıyla modernliğin krizini en fazla ‘hisseden’ kurumun ‘milli ordular’ olduğu söylenebilir. Üstelik günümüzde modern ordunun askeri işlevi devam etse de fikirsel/felsefi zeminde devri doluyor. İdeolojik temsil gücü ve yeteneği hızla zayıflıyor. Bu da siyasetin alanını genişletiyor ve askerlerde siyasete daha sık, rutin, kurumsallaşmış müdahale ihtiyacı uyandırıyor.
Söz konusu ihtiyacı emekliler daha fazla hissediyor, çünkü duygusal açıdan daha çaresizler… Böyle baktığımızda generallerin bildirilerini ‘anlayışla’ karşılamak mümkün ama siyasi anlamını düşündüğümüzde otoriter zihniyeti, baskıcılığı ve kaba güç kullanımını bir kurtuluş olarak gören bu tutucu yaklaşıma prim vermemek gerek.
Modern ulus-devletin değişim karşısındaki aczinin bedeli toplumların özgürlüğü ile ödenmemeli. Çünkü insanlık açısından bu bir çıkmaz yol… Hastalanmaya davet çıkaran bir yol.
Modern toplumların bizzat kendilerinden korkması tarihsel bir başarısızlığı ima edecektir. Ama önlerinde demokrat zihniyete doğru evrilme ve bunu bilinçli çaba ile gerçekleştirmeye çalışma alternatifi de var.
Teslim edelim, demokratlık korkutucudur… Belirsizliğe razı olmanızı, dünyanızı size benzemeyenle paylaşmanızı ve bu paylaşma adına sorumluluk almanızı gerektirir. Buradan nasıl bir dünya çıkacağını bilmeden o dünyayı ‘deneme’ isteğini ve iradesini talep eder.
Modern devlet buna hazır mı, ister mi, becerebilir mi göreceğiz… Modernliğin bu haliyle ilelebet yaşayacağına inanılması halinde insanlık epey zavallı hallere düşmeye aday gözüküyor. Ama bunu isteyenler olacak ve bizleri ‘elimizdekini kaybetme’ ihtimaline karşı uyaracaklar.
Nitekim general bildirileri de bizi arkaik bir gündeme, ‘iyi’ ile ‘kötünün’ savaşına ve beka mücadelesine davet ediyor. Umarım bunlar gelecekteki sıkışmaya dair bir uyarı olur… Askerlerin darbe yapma ihtimaline karşı değil. Demokratlığa kapı açılmadığı takdirde toplumların da ‘askerleşip’ otoriter zihniyetin kanıksanmasına davet çıkarabileceği için.