Corona salgınına rağmen her biri risk sınırında olan altmış civarında Baro Başkanı meslek örgütlerini korumak için Ankara yollarına düştü. İtildi, kakıldı, aç bırakıldı, oturacak sandalyeyi bulamadı. Ankara Belediyesi’nin geceyi geçirmeleri için gönderdiği çadır ve yemek yardımı bu ülkenin polisi tarafından engellendi. Polis, üzerinde cübbesinden başka hiçbir şeyi bulunmayan annesi, babası, ağabeyi, ablası yaşındaki insanların üzerine sürüldü. Ama hepsi de direndi. Nihayetinde kendi başkentlerine girebilmeyi başarabildiler.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez görülen bu direnişin motivasyonu nereden geliyor; salt bu soru dahi konuya ayrı bir değer katıyor.
Baro başkanlarının yürüyüşteki amacı, iktidarın 2010 tarihinden beri gündeminde bulunan, baroların yapısını değiştirmek için halen “teklif” mertebesinde dahi bulunmayan, adına “çoklu baro sistemi” denen düzenlemeye peşinen karşı çıkmaktır.
İşte hepsi bu kadardı; bulunulan illerden yürüyerek yola çıkacaklar, iki üç kilometre yürüdükten sonra araçlarına binecekler, Ankara girişinde otolarından inecekler, uygun bir yerde tasavvur halindeki bu düşünceye karşı olduklarını söyleyecekler ve sonra da memleketlerine döneceklerdi. Sayıları elli altmış civarında idi. Diğer on kadarı bu eylemliliği benimse(me)yen, ancak çoklu baro tasavvuruna karşı olan Barolar Birliği Başkanı ile birlikte Anıt Kabir’e gidecekti. Yani bu ülkede bulunan tüm barolar bu tasavvura karşıydı. Yalnızca eylemlilik yöntemi konusunda farklı düşünüyorlardı.
Konuyu iki açıdan incelemek gerekir. Bunlardan birincisi ve bana göre en önemlisi Baro Başkanlarının hangi nedenle olursa olsun Kendi Başkent’lerine girişlerinin engellenmesidir. İkincisi ise baroların üzerinde hangi oyunun oynanmaya çalışıldığının tespitidir.
Silahsız ve saldırısız toplanmak demokratik bir haktır
Anayasamızın 34. Maddesi hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyecek şekilde Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkını tanımıştır: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” Bu hüküm Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 11. Maddesinde de tanınmış bir haktır. Buna göre; “Herkes barışçıl olarak toplanma ve dernek kurma hakkına sahiptir.”
Bu anayasal ve ulusal üstü hukuk tespitleri göz önüne alındığında toplantı ve gösteri yürüyüşü öncesi mülki amirliğe yapılması gereken “bildirimin” bir “izin” olmadığı, o toplantı ve gösteri yürüyüşünün usulüne uygun olarak yapılması ve güvenliğinin sağlanması için gereken bir bildirim olduğu açıktır. Bu bildirim yapılmamışsa o toplantı yine düzenlenebilecek ve o yerin mülki amirliği de kendisine bildirim yapılmamış olsa bile orada, ancak o toplantının güvenliğini sağlamak için bulunabilecektir.
Bu hakkın anayasal mertebede tanınmasının, AİHS’de de yer almasının amacı bellidir; demokrasiyi salt seçimlere bağlamamak ve tek tek yurttaşların ve grupların seslerini çıkarabilmelerinin önünü açmak. Demokrasinin yerleşik olduğu yönetimlerde siyasi iktidarın elinde bulunan idare o toplantının ve gösterinin önce ne demek istediğini araştırır. O toplantı ve gösteri yürüyüşünü düzenleyen ve katılan insanların taleplerinin ne olduğunu öğrenmek ister. O toplantı ve gösteri yürüyüşünü ülkemizdeki gibi potansiyel bir tehlike olarak görmez. Tam tersine o toplantı ve gösteri yürüyüşüne neden olan vakıayı anlar ve ortada bir sorun olduğu kanısını elde ederse gereken düzenlemeyi yapar. Sorunu çözmeye çalışır.
Durum böyle olunca, 21-22 Haziran günü Ankara girişinde yaşananların kabul edilebilir hiçbir yanı bulunmamaktadır.
Hiçbir demokratik ülkede toplantı yapan insanlara reva görülen bu davranış biçimi kabul edilemez.
Diğer bir tespit ise siyasi iktidar tarafından teslim alınamamış son mevzilerden biri olan barolar ve Barolar Birliği’ne karşı olan saldırı girişimidir.
Barolar, başta Barolar Birliği ve İstanbul, Ankara ve İzmir Baroları olmak üzere, 2010’dan itibaren FETÖ’lü yargı iktidarının hedefindeydi. 2014 yılından itibaren ise özellikle zamanın Başbakanı Erdoğan ile Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu’nun söz dalaşı sürece yeni gerilimler yüklemiş, nihayet Ankara Barosu’nun Diyanet İşleri Başkanı’nın eşcinsel vatandaşlarımıza ilişkin hakaret içeren konuşmasını protesto eden açıklaması bu süreci hızlandırmıştır. Halen fethedilememiş son kalelerden biri olan Barolar Birliği’ne ve barolara bir çeki düzen vermemin zamanı gelmiştir.
Böl, parçala ve kendine bağla
Yani amaçlanan daha güçlü ve bağımsız bir yargı için, üçüncü ayağın yani avukatın ve onun örgütü olan baroların güçlendirilmesi değildir. Zaten ne AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ne de AKP’nin herhangi bir yöneticisi ve üyesinin bu konuda bir açıklaması da görülmemiştir. Yani tasavvur edilen düzenleme yargının daha iyi çalışırlığını sağlamayı, adil yargıyı güçlendirmeyi amaçlamamaktadır. Olsa öyle denir ve gereken de yapılırdı. Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve genel başkanı bulunduğu partinin sözcülerine göre Türkiye’de böyle bir sorun bulunmamaktadır. Yargı tıkır tıkır işlemektedir. İçeride bulunan gazeteciler ve düşünce suçluları da aslında birer teröristtir!
Durumu çok derli toplu anlattığı için üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nin İnsan Hakları Komisyonu Komiseri Dunja MİJATOVİÇ’in 1-5 Temmuz 2019 tarihli Türkiye ziyareti raporundan bir pasaj:
“Adalet sisteminin işleyişi, Komiserliğin Türkiye çalışmalarının başlıca odaklarından biri olmuştur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadının ortaya koyduğu üzere, Türk yargısı, Türk yetkilileri tarafından gerçekleştirilen ihlalleri düzeltmeyerek veya bu ihlallere doğrudan doğruya sebep olmak suretiyle çok uzun zamandır Türkiye’deki insan hakları ihlallerinin tam ortasında yer almıştır. Komiser, bilhassa, 2018’in sonu itibarıyla, AİHM’in Türkiye’yi ilgilendiren ve içinde en az bir Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ihlali bulunan 3 bin 148 karar vermiş olduğunu kaydeder. Bunlardan 919’u özellikle adil yargılanma hakkının ihlaline ilişkin olup, 755’i kişinin özgürlük ve güvenlik hakkına, 603’ü dava süresine ve 279’u etkili başvuru hakkına ilişkindir. Bu ihlallerin kaynağında yer alan yargı sisteminin işlemeyen tarafları AİHM tarafından birçok davada açıkça tespit edilmiş olmasına rağmen, Komiser bugüne kadar Türk adalet sisteminin bu ihlalleri etkili bir biçimde ele alıp önlemekte yetersiz kaldığını gözlemler.” (Sh. 6, prg. 4).
Bu tespitleri yalnız Komiser yapmıyor. Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Aslan’ın geçen hafta bir üyenin göreve başlaması nedeniyle yapılmış olan bir toplantıda sarf etmiş olduğu cümle akıllardadır. “Gelen dosyaların yarısında adil yargılanma hakkından ihlal kararı veriyoruz.”
Siyasi iktidar bu tespitleri bir yana bırakmış durumdadır. İçinde bulunduğu Batı kampının hukuk sözcülerinin ve Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın bu görüşleri ile ilgili hiçbir tartışmaya girilmediği gibi tam tersine bu eleştirileri yapanlar devletin en üst şahsiyeti tarafından sık sık azarlanabilmektedir.
Eleştirileri duymak istemeyen bir iktidar vardır. Ve sıra şimdi de barolara gelmiştir. Avukatlar için tehlike büyüktür.
Amaç, alınamamış son kalelerden birini daha ele geçirmektir.
“Her beş bin avukat için bir baro”, “iki bin yaşayan imza” düzgün bir muhakeme sisteminin ürünü olamaz. O baronun üye sayısı 5001 olursa veya 4999 olursa ne olacak? Tasavvurlarındaki sistemin ne şekilde işleyeceğine dair bizzat bu sistemi getiren kişilerin dahi bir fikrinin bulunmadığı kanısını taşıyorum.
Amacın baroların siyasallaşmasının önlenmesi olduğunu söyleyebilmek de mümkün değildir. Tam tersine her siyasi grup, her çıkar grubu kendi barosunu kurmaya çalışacaktır.
Avukatlık mesleğinde disiplin hukukunun işlemesi çok önemlidir. Disiplin kurulları bir mahkeme ciddiyeti ile çalışmalıdır. Avukatın disiplin hukuku akamete uğrayacaktır. Mensubu bulunduğu baronun disiplin kurulunun yaptığı muhakeme her zaman şaibe altında kalacaktır.
Yukarıda saymış olduğumuz tasavvur halinde olan bilgiler yalnızca duyumdan ibarettir. Halen yazılı bir teklif bulunmamaktadır. Ancak bilinen odur ki şimdiden “dur” denmez ise Cumhurbaşkanının ünlü “atı alan Üsküdar’ı geçer” sözü yine geçerli olacaktır.
Zaten bağımlı tutularak güçsüz bırakılan yargı, avukatları tam anlamıyla örgütsüz bırakarak daha da güçten düşürülecektir.
Amaç çok sesli baro ise başkaca çözümler bulunabilir
Barolar Anayasanın 135. Maddesinde yer alan “Kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşudur.” Bir sivil toplum örgütü değildir. Üyeliği gönüllülük üzerine kurulmaz. Üyelik mecburidir. Yönetimi seri karar alabilmelidir. Bu anlamda nispi temsil sistemine uygun bir yapısı bulunmamaktadır. Disiplin hukukunda katı bir merkeziyetçilik gerekir.
Tüm bunlara rağmen çok seslilik mesleğin yapısına uygun olarak sağlanabilir. Örneğin ilçe bazında şube açılması ve şube yönetimlerinin seçimle gelmesi, şube yönetim kurulu kararlarının, baro yönetimlerince mutlaka ve öncelikle karar altına alınması kanun veya çıkarılması şart olan bir yönetmelikle güvence altına alınabilir.
Mesele çok seslilik ise var olan tüm yapı yıkılmadan gereken tadillerle sorun çözülebilir. Dilerim iktidarı oluşturan AKP ve MHP aklıselim bir yolu seçer ve kahir ekseriyeti göz önünde bulundurarak bu inattan vazgeçer.