Kremlinologluk, Soğuk Savaş yıllarında Batı’da çok itibarlı bir meslekti.
Çünkü Batılı ülkelerin, demir perdeyle dünyaya kapanmış, gidip gelmenin çok zor olduğu, özgür basın gibi bir mefhumun olmadığı, takip edilmesi, bilinmesi zor bir düşmanları vardı: Sovyetler Birliği.
Ancak şimdi filmlerini ve romanlarını okuduğumuz tehlikeli casusluk oyunlarıyla bilgi almak mümkündü.
Ama ya casusların bile giremediği kapalı duvarların arkasındaki esas karar merkezi Kremlin’de neler oluyordu?
Kim öne geçmiş, kim kimin ayağını kaydırmış, kim tasfiye olmuş, kimin yıldızı parlamış, kimin sönmüştü?
Bunu anlamak ancak bir uzmanlık gerektiriyordu.
İşte Kremlinologların iş tanımı da buydu.
İşlerinin en heyecanlı anları Kızıl Meydan’da düzenlenen törenler sırasında meşhur balkondan geçit törenini izleyen Politbüro üyelerini gözlemlemekti.
Kim önde duruyor, kim arkada kalmış, geçen seferki törende olup, bunda olmayan kim, yeni yüzler kimler, Stalin’in, Kruşçev’in, Gorbaçov’un yanında kim duruyor? Hepsini gözlemlemek için geçit törenleri büyük bir fırsattı.
Zor yetişen, ender bulunan Kremlinologlar, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle emekli oldu, meslek ortadan kalktı.
Ama kapalı yönetimlerin iç dünyasını, yükselen ve inişe geçenleri, çekişmeleri takip etmek için böyle bir uzmanlığa olan ihtiyaç her zaman sürüyor.
Örneğin Beştepe, uzun süredir koridorlarında gazetecilerin dolaşamadığı, resmen verilenler dışında kulislerin yazılamadığı kapalı duvarlar ardındaki bir dünya.
Gazetecilerin muhaliflerine o kapılar zaten çoktan kapandı ama muhalif olmayanları da ancak kendilerine verilen kadarını bilme hakkına sahip.
Cumhurbaşkanı’nın çevresinde olan bitenleri çıplak gözle izlemek artık mümkün değil. Gördüğümüz aktörlerin güçleri, görmediğimiz aktörlerin etkinliğine vakıf olmadan da yapılacak bütün analizler de ya eksik ya da fena halde yanlış.
Gittikçe darlaşan iktidar çemberinde ne olduğunu anlamak artık gazetecilerin boyunu aşıyor, Beştepelogluk gibi bir uzmanlık gerektiriyor.
İşte Türkiye geçen Pazar akşamından itibaren ancak böyle bir uzmanlıkla, Beştepeloglar tarafından anlaşılabilecek Sovyetik günler yaşıyor.
Çünkü olay AK Partili siyasetçilerin, bakanların bile giremediği iktidarın en yüksek, herkese kapalı katında, bir ailenin içinde yaşanıyor.
O yüzden Twitter hesabını dondurarak, Instagram hesabından yaptığı paylaşımda “sağlık sorunlarım nedeniyle görevi bırakma kararı aldım,” “zamanımı annem, babam, eşim ve çocuklarıma ayıracağım,” “At izi it izine karıştı,” “Cenab-ı Allah sonumuzu hayreylesin” gibi deşifre edilmesi gereken mesajlar veren Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın istifası, bırakın anlaşılmayı, saatlerce teyit dahi edilemedi.
Hatta paylaşımın ardından, aralarında Hazine ve Maliye Bakanı danışmanlarının, bakan yardımcısının da olduğu pek çok AK Partili siyasetçi, milletvekili ve iktidara çok yakın gazetecinin bile ne olduğundan habersiz olduğu ortaya çıktı.
Pozisyonlarını garantiye almak için önce Albayrak’a destek veren, hemen ardından ne olur ne olmaz diyerek Erdoğan’a bağlılık bildiren tweetler attılar.
Bakanların, bakanlıklarda kendi aralarında toplanıp ne olduğunu anlamaya çalıştıkları, bazı bakanların ertesi günkü seyahatlerini iptal ettiği haberleri geldi.
Üzerine konuşmak, ne olduğunu öğrenmeye çalışmak sadece zor değil aynı zamanda tehlikeliydi de.
Kimin tarafından yazıldığı meçhul farklı farklı istifa hikayeleri Whatsapp gruplarında dolaşmaya başladı.
Beştepelogların zaten bildiği Albayrak’ın medya üzerindeki etkisi de tümüyle ortaya serildi.
İstifa mesajı yüzbinlerce kişi tarafından görülmüşken, Reuters, New York Times tarafından haber yapılmışken, bırakın istifayı böyle bir mesajın paylaşıldığı bile ‘ana akım medya’da haber yapılamadı.
‘Ana akım’da bu haberi ilk giren Habertürk televizyonu bile istifa dememek için “Albayrak’ın görevi bırakma paylaşımı” gibi tuhaf bir laf uydurmak zorunda kaldı.
Ancak 27 saat sonra Cumhurbaşkanlığı istifayı “affını isteyen bakan affedilmiştir” diye yine Beştepelogların analiz etmesi gereken bir terminolojiyle kabul edince, koca holdinglere ait olduğu düşünülen, koca binalardaki televizyonlarda çalışan yılların gazetecileri, hepsinin içine aynı anda doğmuş gibi ancak ortak bir KJ’yle konuyu konuşmaya başlayabildiler: “Albayrak’ın görevden af talebi.”
Daha önce benzer bir mektupla gece yarısı istifa eden Süleyman Soylu hakkında konuşulabilenler Albayrak hakkında konuşulamadı.
Çok az insanın ona ulaşabildiği, dar bir çevresi olduğu ortaya çıktı.
AK Parti’nin kurucularından olan parti sözcüsü bile ezberlediği cümlelerden fazlasını söyleyemedi, tedirgin oldu.
Ekonomik krizin ortasında Hazine Bakanı’nın bir Instagram notuyla ortadan kaybolması üzerine, o bakanın yeni ekonomi programı açıklamalarında en önlerde oturan işadamları, işkadınları ve onların büyük büyük dernekleri ise hâlâ halının altına saklanmaya devam ediyor.
2020 yılının sonunda Türkiye tarihinin ancak Beştepelogların analiz edebileceği en Sovyetik 27 saati yaşadı.
Bu 27 saat Albayrak’ın sadece Cumhurbaşkanı’nın damadı ve Hazine ve Maliye Bakanı olmadığını ortaya koydu.
Hakkında konuşmanın bile zor olması, bir kişinin gücü için verilebilecek herhalde en açıklayıcı bilgi.
İşte tam da burası üzerine herkesin düşünmesi gerekir.
Bir ülkede bir cumhurbaşkanın damadı 2015’de girdiği siyasette beş yılda nasıl bu kadar güçlü hale gelebildi?
Bu gücün nasıl inşa edildiği herkesin bildiği bir sır.
Albayrak’a Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın yollarını açmak için AK Parti’nin en kıdemli bakanları ve bürokratları yıllar içinde gözlerimizin önünde tasfiye edildiler.
Bugün neden AK Parti iktidarlarının değişmez ekonomi bakanı Ali Babacan bir partinin genel başkanı, neden Maliye Bakanı Mehmet Şimşek Londra’da finansçılık yapıyor ve neden Merkez Bankası başkanı Erdem Başçı Paris’te OECD’de çalışıyor ve tabii ki neden eski Başbakan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bugün bir muhalefet partisi lideri gibi soruların cevabı, bu güç temerküzüyle ilgili.
Bu isimler sadece görevlerinden olmadılar; Bilderbergçilikle, faiz lobisinin adamı olmakla, Alman ajanlığıyla bile suçlanıp, itibarsızlaştırılmaya çalışıldılar.
Ve maalesef bütün bunlar olurken çok az insan olan bitene itiraz etti.
İtiraz edenler de bunun bedelini ödedi.
Bu her bakımdan Türkiye’nin 150 yıllık birikimi için büyük bir hayal kırıklığıydı.
Çünkü Türkiye’de son 150 yıldır pek çok konuda tartışmalı olan farklı ideolojilerin hemfikir oldukları tek bir konu vardı: Saltanat devri kapanmıştır.
Öncesinde fikren ve ahlaken ama 1908’de siyaseten Türkiye’de saltanatçılık sona ermişti. İstiklal Harbi’nde her konuda ters düşen Meclis’teki Birinci ve İkinci Grup saltanatı kaldırma konusunda birleşmişti.
O yüzden İngiltere’de ve dünyanın başka ülkelerinde olan saltanatçı hareketler Türkiye’de hiçbir zaman kök salamadı, bir kaç kişinin hezeyanları olarak kaldı.
Hatta bu o kadar içselleştirilmiş bir duyguydu ki siyasette de hiçbir veliaht tutmadı.
Milli Şef İnönü’nün oğlu, Başbuğ Türkeş’in oğlu, hoca Erbakan’ın oğlu olmak bile akıbeti değiştirmedi.
İdam edilmiş Başbakan Menderes’in çocukları bile siyasette kendilerine büyük yerler edinemediler.
Siyasetçilerin en büyük zaafları ve onlara hata yaptıran da genelde aileleri oldu.
Süleyman Demirel’in en çok başını yeğeni Yahya Demirel ağrıttı. Tansu Çiller’in kariyerinin bitmesinde, her şeyin içinde olan eşi Özer Çiller’in iktidar hırsının payı büyük. ANAP’ı eritenin Özal’ın 1987’den itibaren ailesine kapanması, eşinin, oğullarının, kardeşinin siyasette bir ailevi politbüro oluşturması olduğunu, o günler hakkında yazılan bütün hatıratlardan okumak mümkün.
O yüzden böyle bir sağduyusu olan bu toplumun Albayrak’ın siyasette artan ağırlığına karşı da daha yüksek sesle tepki göstermesi beklenirdi.
Maalesef AK Parti kitlesi bu durumu çok çabuk içine sindirdi. Sindiremeyenler de sustu.
AK Parti içinde hatta bürokraside bile alçak seslerle dillendirilen itirazlar bir türlü kamuoyu önüne çıkamadı.
Kendinden başka derdi olmayan bir grup siyasetçi, gazeteci ve trol çetesinin bol yerlilik, millilik, vatanseverlik soslu tezahüratları herkesin sesini bastırdı.
Nihayetinde ortaya ekonomide ağır bir bilanço çıktı. İçi boşaltılmış bir hazine, büyük borçlar, 8.5’lara dayanmış bir dolar kuru…
Ama bu ağır bilançodan etkilenmeyeceği kesin olanlar bunu bile bir başarı hikayesi olarak anlatmaya devam ediyor.
Başarısızlıkta boncuk bulmakta yarışanlar, aslında Albayrak’ın Türkiye’yi Çin gibi bir üretim merkezine çevirmek için dolar kurunun arşa çıkmasına izin verdiği gibi hikayeler anlatmaktan bile utanmıyorlar.
Ne de olsa Türkiye Çin olsa bile onlar fabrikalarda ucuz işçi değil, China Daily gazetesinde köşe sahibi olmaya devam edecekler.
Vatanseverlik de nasıl olsa ülke için bedelini göze alarak gerçekleri yüksek sesle söylemek değil, sevmediğin insanları hain diye jurnalleyeceğin bir spor dalı.
Devir teslim töreni bile olmadan, selefiyle ancak telefonda konuşarak görevi ve bu ağır bilançoyu devralan Lütfi Elvan, DPT geleneğinden gelen dürüst ve çalışkan bir siyasetçi.
Talihin bir cilvesi olsa gerek, Albayrak’ın yerine atanan Lütfi Elvan, yine arkasında kimlerin olduğu malum Pelikan bildirisiyle Davutoğlu Başbakanlıktan istifa ettikten sonra gittiği Konya’da yanındaki tek bakandı, hatta adı yeni partilerle birlikte bile anılınca bunu yalanlayan tweetler atmıştı.
İstifanın üzerinden üç gün geçmesine rağmen hâlâ daha tam olarak ne yaşandığını bilmiyoruz ve maalesef bunu bilmemek bize artık o kadar da tuhaf gelmiyor.
Ekonomik krizin ortasında, piyasaların açılmasına saatler kala bir Pazar akşamı Twitter’ını kapatıp, Instagram’dan istifa eden, görevini bile halefine devretmeden ortadan kaybolan bir Hazine ve Maliye Bakanı…
Bu hiç olmamalıydı. Bütün bunlar hiç yaşanmamalıydı.
Bu kadar demokrasi tecrübesi olan bir toplum bu duruma çok daha önce ses çıkarabilmeliydi.
Esas affedilmez olan işte bu…
Not: Yıllar önce bu uyarıları cesaretle yapmış olan Hakan Albayrak, Karar’a tekrar hoş geldin…