“AKP’de Yeni Yıl Heyecanı: 12. Geleneksel En Yersiz Yılbaşı Açıklaması Yarışması’nı bu sene kim kazanacak? 31 Aralık’a kadar sürecek büyük yarış sayesinde tüm Türkiye bir kez daha “Hıristiyan propagandasına hayır” diyerek çizgisinden ödün vermeyecek”.
Bir zamanlar yeni yılı böyle “haber”lerle karşılayan Zaytung’un 2023 yılı esprisi “Türkiye, battaniye altında çay içip arkadaşının şifresiyle internetten dizi izleyeceği çılgın bir Yılbaşı gecesine hazır”dan ibaret. Tabii “kendine ait bir oda”sı, film-dizi izlemesine yetecek interneti, bilgisayarı, ona uygun smart, akıllı televizyonu filan olanlar için…
Hayat ve böyle hayatların mimarı iktidar, yeni yılı da ilk günden eskitiyor bir bakıma. Geçen yılın ana gündemi, sancısı “geçim-seçim” olduğu için yeni yıl dileklerine de aslında o minvalde duygular, endişeler hâkim. Yeni yıl kutlamalarının bu yıl sönük kaldığını da duyuruyor haberler. Sofralı kutlamaların oranı, çalışanlara-emeklilere verilecek zam oranının bile epey gerisinde muhtemelen.
Yılbaşında abuklama salgını
Oysa bir dönem manşetlerdeki yılbaşı taraf ve karşı tarafta canlı, renkli, abuk sabuk, atışmalı-tartışmalı geçerdi. Diğer günlere benzemeyen, benzememesi için de bayağı çaba gösterilen “çılgın yılbaşı” iftihar, böbürlenme meselesiydi biraz. İki cemiyette de… Kutlamamak, o duruş da övünme vesilesi.
O günü kutlayanların “çılgınlığı”, yılbaşını günah, mekruh, haram filan bulan bazı hatiplerin çılgın açıklamalarıyla yarıştı yıllarca. Hatta performanslar dama çıkıp bacanın yanında elde sopa ya da av tüfeğiyle Noel Baba bekleyen YouTuberlarla şenlendi. O skeçleriyle de harika bir yılbaşı programı… Öyle ki o harikalar kumpanyası Yılbaşı Dansözleri’ni bile işsiz, ekransız bıraktı.
Evlere öyle yeni yıllar pek uğramasa da ekranlardan bakıp eğleniyor, keyifle “siyaset üretiyor”du insanlar işte. Yılbaşı’na dair üretilen dinî kisveli pospolitik, ataerkil vecizeler, hatta çılgınca icraatlar bu yılın popüler dizisi “Sıcak Kafa”daki gibi abuklama salgını yaratıyor, kulaktan kulağa bulaşıp karşı kampı da sarıyordu.
Noel Baba’dan ters kelepçe
Senede bir gündü oysa, şarkıdaki gibi… Ama o bir gün bile iktidar cenahına fazla geldi yıllarca. Belki biraz da lüzumundan fazla önemsediğimiz ya da lüzumu kadar önemsemediğimiz için. Hani son 20 yıla “yılbaşı münazaraları” başlığını verip bir araya getirsen, kitap da olur, dizi de…
Bacadan-kapıdan Noel Baba, çam ağacı, vitrin süsleri, öfkeli manifestolar, yeni yıl hutbeleri sızdı tartışmalara. O süreçte Yılbaşı vitrinlerine, süslerine, Yılbaşı hindilerine, alkole karşı mücadele başlattı bazı belediyeler. Denetimleriyle, cezalarıyla bunalttı, daralttı o geceyi.
Olmadı, meydanlardaki toplu yılbaşı partileri taciz etti ekranları, gazete sayfalarını. Öyle ki İstanbul’da bizzat yaşandığı gibi bir yanda Noel Baba kahırla tartışılırken, öte yanda Noel Baba kılığına giren sivil polisler Taksim’de tacizci avı başlattı. Noel Baba’dan ters kelepçe, yeni yıl gecesi fantezisi değildi yani.
Abuklamayanlar karantinada
İktidarın değişen bileşimi, gündemi öyle yılbaşı kutlamalarını, yeni yılı da baştan eskitti, soldurdu bu yıl. Yaşadığımız süreçte nefes aldırmayan daha farklı abuklama salgını “Her ölümlü bir gün koronavirüsü tadacak” misali herkesi etkiledi. Tepeden tırnağa abuklama sıradanlaştı çoğu örnekte. Abuklayanlar değil abuklamayanlar karantinada, abuk sabukluğa karşı ateşi yükselen “Sıcak Kafa”lar zindanda…
Ayrıca milyonlar için bırakın “dışarı”da kutlamayı, az biraz farklı “yılbaşı sofrası” bile hayal. Manen de, madden de yılbaşı öyle geçti muhtemelen. Zaten “Yeni yıla nasıl girerseniz o yıl öyle geçer” meselesi de aslında eski, geçen yıldan devşirme, emanet bir “yeni”. Zira yeni yıla girerken bir ayağın çukurda, öncekinde.
Her türden otorite hurdalıktan çıkardığı “yeni”yi vaatleriyle kırpıp kırpıp yıldız yapmaya çalışsa da, 2023’e bıraktığı/bırakacağı bedel yüksek. Yeni yılda Türkiye’yi epey sancılı bir doğumun beklediğini söylemek için medyum, astrolog olmaya gerek yok. Kafamda “Sıcak Kafa” dizisinden çılgınca sahneler… İçimde bir endişe.
Geyikli Suçlar tehlikeli
Nihayetinde Yılbaşı, öyle bir gün işte. Kimi stiline, yaşam tarzına, kimi olanağına, kimi geleneğine, keyfine göre kutluyor ya da kutlamıyor yılbaşını. Bizim yılbaşımız niye dünyada, Batı’daki gibi topluca, festival kıratında kutlanmıyor muhabbetine girmeyeceğim elbette. Herkesin yılbaşısı kendine…
Hem topluca şeyler suça, cezaya meyyal durumlar. Yılbaşı, her yeri saran Noel Baba kızılı, bölücü terörün renkleri açısından demode olsa da belli olmaz bu işler. Noel Baba’nın taşıtını çağrıştıran Yılbaşı geyikleri bile riskli. “Geyikli Suçlar”ın şarkıcı Gülşen’in, sosyal medya geyiğinden, esprisinden gözaltına alınların, tutuklananların, yargılananların başına neler açtığı ortada.
Yılbaşı hediyesi tarih
Bitirdiğimiz (?) yılın ağır hayat şartları bu yıl öyle tartışmalara, politik yılbaşı geyiklerine hâl, imkân da bırakmıyor belki. Independent Türkçe’nin paylaştığı araştırmaya göre 2023’e girerken vatandaşların yüzde 73’ü yılbaşını kutlamayacağını belirtiyor. Yılbaşında bu yıl hediye alamayacağını, bunun temel nedeninin de ekonomi olduğunu vurgulayanların oranı yüzde 86.
Aslında böyle bir ülkede “Yılbaşı’nda ne yapıyorsunuz?” meselesi, sokak röportajlarında öyle pat diye sorulacak sorular arasında da değil pek. “Bir dokun, bin ah (vs) işit” yeni yıl anketini şirinleştirecek bir şey de değil. Riskli, cesur, sakin, soğukkanlı anketörler gerektiriyor. Ki “Ulan ne Yılbaşısı!” yanıtları üzerine maraza çıkmasın.
Yılbaşı ordusuyla kutlama
İstanbul’da İsmailağa Cemaati hatiplerinden olduğu iddia edilen Hüseyin Çevik öncülüğündeki yılbaşı karşıtı yürüyüş herhalde kayda değer tek vaka. Medar-ı “ihtirâ”mız. İsmailağa Vakfı ise Çevik’in cemaatle hiçbir bağlantısını olmadığını suç duyurusu eşliğinde açıkladı hemen. Cemiyetin başında daha beter dertler var. Ne yılbaşısı…
Çevik ise “Ey şanlı ordu” mehter marşıyla servis ettikleri yürüyüşlerinin amacını “Günahın zirve yaptığı gecede takkeli sakallı cübbeli genç ordumuzla sokaklardaydık. Sessiz yürüyüşümüz Müslümanların sesi oldu elhamdülillah” diyerek açıklıyor, öyle abukluyor.
Yılbaşı ordusu! O da bir nevi şahsımıza münhasır bir kutlama. Tarihleri az sündürerek yılbaşında Mekke’nin fethini kutlama çabalarını düşününce, yeni yılı orduyla, öyle canlandırmalarla karşılamak tarihsel bir karşı tez, hatta gelenek de sayılabilir belki. Kılıç-kalkan ekipleri de eskiden yılbaşı gecesi folkloruna dâhil miydi eskiden? Hatırlamıyorum…
Aspava’da ayılan dilekler
Senede bir gün kutlanan o mâhut, alışılmış yılbaşılar, bana her günü birbirine benzer geçen bir ömrü de hatırlatıyor. “N’aber, nasılsın”a “Valla bildiğin gibi, yeni bir şey yok” diyen kalabalıkları… Ve “Değişen bir şey yok” temcidine karşı ezbere mırıldanılan yeni yıl dileklerini, öyle geçiştirilen, yatıştırılan umutları.
Ki “Allah sağlık, para, aşk versin, âmin”in kısaltması Aspava’yı bizim nesil kafa çektikten sonra rendelenmiş hıyarlı cacık eşliğinde soslu dürüm döner yiyerek midesinin kazınmasını bastırdığı, biraz ayıldığı gece boyunca açık mekânlar olarak bilir. Masada kadeh tokuşturulan dilekler ve “az sonra”sı. O sür git “ertesi gün”e uyanma, ayılma süreci.
“Aynı”nın hazin farklılığı
Hayattan yorulan insana hayat ana başlıklarıyla benzer geliyor belki de aynı değil esasında. Çünkü mekân, masa aynı da olsa an farklı. Sen de farklısın, yılların toplamı bunu sana durma hatırlattığında, kanıtladığında.
Hep aynı yerde, aynı ekiple kutlanan yılbaşı bile karı, yağmuru, “mevsim”i, o “an”dan geçen sonraki fotoğrafta artık olamayan ya da fotoğrafa yeni katılan, ortama yeni düşen insanlarıyla, o sadece mevzu açan muhabbetiyle bile farklı: “Bu yıl yaprak sarma biraz (d)iri mi olmuş?”
Ayrıca nerede eski domatesler, biberler, hıyarlar, buram buram Çoban Salataları… Buyurun bu ülkede hayatın ihtiyarlattığı sohbetlere eklenen yeni terânelere. Bir yaştan sonra masa muhabbeti geyiğinin artık sağlık dışında iki ek ana mevzusu da var: Ekonomi ve yemek. Hiçbir şeyin eski tadı yok, afedersiniz.
Ekonomi ihtiyarlatır
Eğer oradaki fotoğraflar külliyen bir ömrün yıllara bölünmüş albümüyse, “hayat” da fotoğraflardaki birbirini izleyen “farklı an”lar, bazı ülkelerde çokça darbeler aslında. Ama yılbaşı gibi öyle özel anlara önceki yıla damgasını vuran “hayat savaşı”nın çöreklenmesi uygun, hoş değil pek. Şık bir mevzu da değil esasında yeni yıl sohbetleri için.
Lâkin her yaştan ihtiyarlar ya da ihtiyar adayları sohbeti döndürüp dolaştırıp sağlık meselelerine kilitler ya… Ekonomik şartlar da o mevzulardan oldu çoktan. Ekonomi ihtiyarlattı herkesi çünkü. “Neden saçların beyazlamış arkadaş /Sana da benim gibi çektiren mi var”ın sebebi artık lüzum-u aşk değil ekonomi politik. Sitemin adresi daha kalabalık, çektirenlerin hâkimiyeti daha pervasız.
Bir dal maydanozu, dereotunu hakikaten bir dala indiren ama fiyatını yükselten sebze piyasasından açılan sohbet, yılbaşı gecesi şarküteri fiyatlarıyla, mezelerle seçkinlik kazanıyor: “Hocam bu yıl tarımsal saf alkole bile gelen zam felaket.” Bitmez o muhabbet, daha sırada bir dal cigaranın maliyeti var. Kaçak, sarma tütüne de zam geldiğini söylüyor birisi, öksürürken.
Yılbaşı ve cephelerdeki savaşlar
Geçim savaşları bir yana cephelerdeki koca savaşlar da ateş ocağa düşmezse öyle anların ambiyansına uymuyor, kapsamına pek ilişmiyor aslında. Sınır ötesindeki askerlerin cephede yeni yılı nasıl karşıladıklarına dair görüntüler çözmüyor uzaktaki o muammayı, oradaki ahvali anlatamıyor. Ukrayna’da askeri-sivili, cephesi-şehriyle yaşanan savaş gölgesindeki Noel’i bile hangi görüntüler anlatabilir, yaşatabilir? Senin yeni yıl tahayyülünü nasıl o siperlere sığdırabilir…
Dünya, hayat böyle; yanımızda, az uzağımızda-çok uzağımızda, içimizde-dışımızda savaşlarla geçiyor da… “Ajans haberleri” Erich Maria Remarque’ın romanının “Batı cephesinde yeni bir şey yok” başlığından ibaret çoğu kez. Roman yüz yıl önce, 1929’da yayınlanmış olsa da eski değil. Teknolojisi, seyri filan değişse de bildik şeyler, bildik savaş… Romandan uyarlanan ve yazımın sonunda değineceğim Alman yapımı filmiyle de gündeme yerleşti bu sene.
Ölüm de eskiyor/eskitiliyor
Remarque Birinci Dünya Savaşı’na 18 yaşında bir asker olarak katılıyor. Sınıf arkadaşlarının hepsi, altısı da sıralı sırasız yanı başında can veriyor. O da üç şarapnelle yaralanıyor. Ardından radyoda haberleri sunan spikerin resmi sesi geliyor askerlerin kulaklarına: “Garp cephesinde bugün kayda değer, yeni bir şey olmamıştır.” Askeri raporlarda geçen cümle de öyle.
Yok yeni bir şey! Ölüm de eskiyor. Günlük Ajans Haberleri onu da eskitiyor. Bazı dönemlerde, bazı ülkelerin her döneminde ne ölüm yeni, ne öldürmek. Öyle savaşlarda ölüm haberleri artık aritmetik, hatta zaman buldularsa, temize çektilerse listeleri alfabetik. Aradığın ismi o listede bulamazsan “Oğlun, kardeşin öldüyse ismi aşağıdadır, adının başharfinin olduğu sıraya bak” diyecek görevli.
Yaşaran gözün o kargacık burgacık uzun listeyle iyice bulanacak, parmağını koyup arayacaksın, tarayacaksın isimleri. Listede yoksa isimler, o kalabalıkta, o kuyrukta, izdihamda gülerek “Çok şükür” diyebilecek misin? Savaşlar bir yana seri kadın cinayetleri ve seri görüntüleri öyle değil mi artık ajans haberlerinde…
Atları da vurmalılar
Birinci Dünya Savaşı’nı ikincisinden “siper savaşı”yla da ayırıyor tarihçiler. Haftalarca, aylarca süren on binlerce insanın gömüldüğü siper savaşlarıyla… Birkaç metre yer kazanmak için on binlerce insan, genç ölüyor. Karşılıklı saldırılar, zehirli gazlar bir yana, günlerce süren topçu ateşi altında karın, çamurun, batağın içinde, cesetlerin arasında öylece beklemek. O savaşta ölenlerin sayısı 17 milyon. O yıllarda birçok ülkenin nüfusu o sayıya yaklaşmıyor bile.
Remarque romanında anlatıyor siper savaşlarını: “Hücumlar, karşı hücumlara yol açıyor; siperler arasındaki mermi çukurlarıyla dolu arazide yavaş yavaş ölüler birikiyor. Fazla uzaklarda olmayan yaralıları çokluk kaldırabiliyoruz. Ama bazıları uzun müddet oldukları yerde kalıyor, azar azar öldüklerini işitiyoruz.
“Yaralı atlar!” diyor Kat. “Atların inlediklerini hiç duymamıştım, inanamıyorum adeta. Sanki dünyadır aheden; canı yanmış yaratık; vahşetle, dehşetle dolu bir ıstıraptır bu inleyen! Sararıyoruz. Detering doğruluyor. ‘Canavarlar!’ diyor. ‘Canavarlar! Vurup öldürseler ya şunları!” Aynı dileğin önlerindeki arazide saatlerce, günlerce can çekişen, “azar azar ölen” askerler için de geçerli olabileceğini Remarque romanda bile dile getiremiyor.
“Kabayız, üzgünüz, satıhtayız”
Lanet ediyorsun romandaki “asker Remarque” gibi: “İnsanların nasıl birbirine düşman edildiğini, nasıl ses çıkarmadan, bilmeden, ahmakça, uysalca, masumca birbirlerini boğazladıklarını biliyorum. Dünyadaki en keskin zekâların bu işkenceyi büsbütün inceltmek ve uzatmak için silahlar, sözler icat ettiğini görüyorum.
Kimsesiz çocuklar gibi bırakılmış, yaşlı insanlar gibi görmüş geçirmişiz… Kabayız, üzgünüz, satıhtayız… Galiba mahvolmuşuz. (…) Gencim ben. Ama hayatta bildiğim tek şey umutsuzluk, ölüm, korku. Ve bir acı uçurumunun üstüne atılmış sığ, soytarıca bir keyif…
Evet, savaş değiştiriyor insanları. Kabalaştırıyor, sığlaştırıyor, insanlığından çıkarmak, savaşta bir insan değil bir asker olduğunu her an hatırlatmak için çabalıyor. Roman öyle başlıyor zaten, daralan, sığlaşan hayatla.
Ölenlerle karnı doyan askerler
“Cepheden dokuz kilometre gerideyiz. Bizi dün değiştirdiler; şimdi karnımız kuru fasulye ve sığır eti dolu; tok ve memnunuz. Hepimizin aş kaplarımızda akşam yemeği de hazır; üstelik çift porsiyon sucuğumuz, ekmeğimiz de var, keka! Böyle bir şey olduğu yoktu çoktandır.
Hele bir de romandaki gibi hepsine onar puro, yirmişer sigara, bolca tütün dağıttılarsa mutluluk o işte, ondan ibaret… Yemek, tayın, sigara, tütün ibadullah. Çünkü bölüklerinin yarısı ölmüş ya da arazide, revirde can çekişiyor. Aşçı farkında değil durumun. Hâlâ “Hepiniz tamam olun, bakalım!” diyor. Er Tjaden sırıtıyor: “Tamamız.” Aşçı hâlâ anlamıyor, “İşinize geliyor, değil mi? Ya ötekiler nerde?”
Tjaden ağzı kulaklarında söyleniyor: “Onları bugün sen doyurmayacaksın. Ya seyyar hastanede, ya da mezarda onlar.” Aşçıbaşı durumu öğrenince sarsılıyor: “Bense yemeği yüz elli kişilik pişirmiştim.” Er Kropp aşçının böğrünü dürtüklüyor: “Şu halde, nihayet iyice doyacağız, desene! Başla, haydiii” diyor.
Asker boş bırakılmaz
Remarque “herkesten çok askerler, mide ve hazım işleriyle canciğerdir” diyor romanında: “Askerin kelime hazinesinin dörtte üçü, mide ve hazım terimleridir. Gerek en yüce sevinçlerinin, gerekse en derin öfkelerinin ifadesi, özde bu iki şeye dayanır. Düşünceyi o derece derli toplu ve açık, bir başka yoldan ifade imkânsızdır”. Zira savaşın muhabbetini yapsalar, hep ayrılık, hep yoksulluk,hep ölüm.
O nedenle asker boş bırakılmaz. “Çünkü talimlerin yalnız siperlerde sona erdiğini, ama cepheden daha bir iki kilometre geride, saçmalıkların, selam durmaların, merasim geçişlerinin tekrar başladığını herkes bilir. Zira değişmez kanun: Nefer muhakkak meşgul edilmelidir”.
Umut da yoruluyor
Remarque “askeri eğitim”e de yer veriyor romanında: “On hafta askerlik eğitimi gördük, bu süre içinde on yıllık okul hayatımızdan daha kesin bir biçime sokulduk. Parlatılmış bir düğmenin dört ciltlik bir Schopenhauer’dan daha önemli olduğunu öğrendik. Önce şaşkınlık, sonra öfke, nihayet umursamazlık içinde burada zekânın değil ayakkabı fırçasının, düşüncenin değil sistemin, hürriyetin değil talimin sözü geçtiğini anladık.”
Eğitimin, “halk eğitimi”nin de güdümlüsü ezberletenlerin dışında her şeyin, düşünmenin unutturulması idealine dayıyor sırtını. Yeni bir yılı yeni bir fırsat olarak görme konusunda bir yanımızın hevesli, bir yanımızın yorgun, eksik, ihtiyar olmasında onun da etkisi var. Yeni yıl dileklerinin alışılmış, bildik dileklerinin kimyası o nedenle de uçucu, hevesi geçici. Düşünmeyi unutunca umut da yoruluyor, ayağı yere basmıyor. Soruyorlar ertesi gün, “Nasılsın?”. “Valla bildiğin gibi…”
Hayat azarlıyor insanı
Belki hayatı, “hayat” gibi yaşayamadığımız, öyle olduğu için de gerine gerine “Bu benim hayatım, sana ne” diyemediğimiz için -huyumuz kurusun- susturulmaya, azarlanmaya da elverişli tıynetimiz. Eğitimimiz, geleneğimiz, göreneğimiz, fıtratımız…
Önce hayat azarlıyor bizi. O hayata her yerden, hayatımıza her yolla, her türlü hükmedenler. TV ekranının karşısında bile azarlanıyoruz, ajans haberlerinde… Ekrandan uzatılan parmaklar gözümüze gözümüze.
Uygun, ezberletilmiş cevabını bulamadığımız yahut söylemediğimiz için “sınıfımız”ın önünde azarlandığımız o kara tahta makus talihimiz sanki bizim. Remarque’nin romanında o çocukların her gün on binlerce insanın öldüğü cepheye gönüllü gitmesini sağlayan, içlerindeki tereddüttü, endişeyi, korkuyu yatıştıran, yönlendiren otorite öğretmenleri.
Bilgi dersen tek tip tedrisat. Hayat dersen orta ikiden terk… “Sıcak Kafa” dizisindeki abuklamalar bile kurduğumuz cümlelerden düzgün, kelime haznesi zengin. Merkezi, tek tip abuklama yetiyor eğitimimize. Hemen her merkezi ekranda aynı dilbilgisinden, Hayat Bilgisi’nden derme aynı abuk cümleler.
Yeni yıl kurtulmaktır
Oysa çoktan ezberletilmiş, resmen her gün yönlendirildiğin gündemin kuyusuna düşmezsen 2023 hakikaten yeni bir yıl. Sayende öyle olacak. Yoksa… Ortalıkta yeterince kıyamet, ussuz-uğursuz muhabbet dönse de, yine ekmek elden, laf gölden “mevzu”lar, o abuklama salgını kuşatacak sosyal bünyeyi.
Mevzu o salgının gölgesinde. Birbirine benzer günlerle yaşanan, hep öyle sanılan, bir zaman sonra da kalan ömürden geriye sayılan “hayat”ın elle tutulur, dişe gelen bir konusu yok oysa. O minvalde yeni yıl da mumu o gece üflenen dilekler.
“Zararsızca” genelleştirilen, kamplarda kabul, makbul görülen abuk konulardan kurtulma şansı olmalı yeni yıl. Bildik iki laf edilerek geçiştirilecek, doyasıya abuklanacak konular, inanışlar, hükümler, yargılardan bir nebze uzaklaşmanın yılı. Neyse… Nikâh gününü 23.3.2023’e ayarlamak için başvuranların sayısı kaç oldu acaba?
BİR ROMAN/BİR FİLM
SAVAŞ FİLMİNİN RİSKİ
Romandan uyarlanan ve bu yıl gösterime giren Alman yapımı “Batı cephesinde yeni bir şey yok” filminde savaşın o korkunç, dayanılmaz görüntüleri başarılı bir çekimle yansıtılıyor. Oyuncuların performansı, savaş karşıtı işçiliği, sahnelerinin çarpma katsayısı yüksek de olsa, yine de “savaş filmlerine (de) meraklı seyirci”ye hitap ettiğini söylemek mümkün fikrimce.
Zira en azından seyirci hissiyatında/yargısında o türün klişelerinden kurtulmak, o bağı tümüyle koparmak kolay değil. O ezberden uzaklaşma çabasının bazen tümüyle askerin psikolojik incelemesine, bu kez de o şablona dönüşmesi riski var.
Oscar adaylığı kesin gibi
Özellikle başrolleri Almanya ile Amerika’ya paylaştırılan İkinci Dünya Savaşı filmlerinin sinema tarihindeki bıktırabilen külliyatı, sinemaseverde yarattığı refleks de ayrı mesele. Yine de ABD yapımı ilk uyarlaması 1930’da iki Akademi Ödülü kazanan filmin bu yıl Uluslararası En İyi Film kısa listesine giren yeni versiyonunun adaylığına kesin gözüyle bakılıyor.
Romanın yazarı Erich Maria Remarque Nazi Almanyası’dan nasibini alıyor elbette. İsviçre’ye yerleşmesi, vatandaşlıktan çıkarılınca ABD’ye göçmesi onu kurtarıyor ama Almanya’da kalan kız kardeşi Elfriede Scholz Nazi karşıtı propaganda suçuyla tutuklanıyor ve idam ediliyor. Remarque romanının epigrafında “Bu kitap ne bir şikâyettir, ne de bir itiraf. Harbin yumruğunu yemiş, mermilerinden kurtulmuş olsa bile tahriplerinden kurtulamamış bir nesli anlatmak isteyen bir deneme, sadece” diye özetlese de kitapları 1933’te yasaklanıyor, yakılıyor.
YAZI RESMİ: İsmini yaptığı “Santa Classics” ile yaygınlaştıran fotoğraf sanatçısı Ed Wheeler yıllardır ünlü, klasik, hatta kutsal sayılan tablolara “Noel Baba”yı montajlıyor. Tablonun orijinalliğini, gölge-renk dengesini bozmamaya özen göstererek, çok adımlı bir çalışmayla oradaki figürün yerine “Santa Clous”u yerleştiriyor ya da tablonun bir yerine ekliyor. Amacı orijinaline saygıda kusur etmeden gülümsetmek.