Çeşitli vesilelerle sık gündeme gelen bir soru: Felsefe ile felsefe tarihi aynı şey midir? Ya da sorunun daha değişik versiyonuyla, felsefe yapmak için felsefe tarihi bilgisi şart mıdır? Bu soruya cevap verebilmek için felsefe denince neyin anlaşıldığı konusunda bir berraklığa ihtiyaç var. Aynı şekilde tarihten ne anladığımız da önem kazanıyor.
Felsefeyi bir ürün, ortaya çıkmış fikirler toplamı olarak düşünürseniz, felsefe elbette ki felsefe tarihinden ibaret olur. Düşünceyi anlamadan felsefenin zahiri cazibesine kapılmış kültür ve kişilerde felsefe felsefe tarihi olarak anlaşılır. Eflatun veya Filankes böyle dedi ama Bêvankes buna katılmadı, şöyle dedi. Bu anlayışta felsefe, soyut, fanileri aşan ve hürmete layık prestijli bir ekabir sohbetidir. Bu çerçevede felsefe, devlerin söyleşmesi olarak saygı görür ama bir dedikodu rivayeti olmaktan öteye geçemez. Felsefe tarihçilerini filozof sanma yanılgısı bunun sonucudur. Felsefeyi böyle anlayan toplumlar felsefe üretemez, üretilmiş felsefenin sadece tüketicisi olur—sadık bir tüketicisi. Bu seviye, felsefeyi anlamanın en ilkel seviyesidir. Kategorilerle işleyen bu bakış, felsefe kutusu içinde bulduğu herşeye felsefe hürmeti gösterir. Onları yanyana zenginlik teşhiri için dizer. Onları ilişkilendirmeye bile ihtiyacı yoktur.
Yok eğer felsefeyi ortaya çıkmış bir fikirler toplamı olarak değil de tarihaşırı bir fikri diyalog olarak anlarsanız yine felsefe ile felsefe tarihi aynı şey olur. Hatta felsefe tarihi dışında felsefe olmaz. Bu yaklaşımda bütün filozoflar bazı temel sorular üzerinden birbirlerine bağlıdırlar. Ya kendilerinden öncekine itiraz veya onların cevaplayamadığı sorulara cevap vermiş olmak noktasında oluşan bir bağlantıları sözkonusu olur. Her iki durumda da aynı ipe dizilen tespih taneleri gibi bir süreklilik ve bağımlılık ilişkisi içinde anlaşılırlar ve öyle görülürler. Tesbihin imamesi de “şimdi”dir ve bizim maziye bakan totalize edici nazarımızdır. Bu anlayışın önemli bir problemi felsefeyi yüzeysel bir “tarihsellik” içinde anlamasıdır. Burada tarihsellik neden yüzeyseldir? Çünkü yarım bir tarihselleştirmedir. Biraz açalım.
Söykütüğünün (genealogy) bize kişiyi veya düşünceyi kusursuz bir şekilde vereceğine dair bir bilimselci kabul ile hareket eder. Zorunlu veya doğal olmayan bir tarihsel girişimin halkalar zinciri halinde bugüne ulaştığı varsayımını esas alır. Eğer felsefe tarihte bir söyleşme olarak başlayan bir çağlar-arası sohbet olarak düşünülürse, bu mirasa dair iki boyut öne çıkar: Biri keyfiliktir. Yani felsefe ağacı başka türlü de gelişebilirdi ama bu istikametlerde uç verdi diyebiliriz. Böyle olmaya mecbur değildi ama böyle oldu. Diğeri ise süreklilik. Yani filozofları birbirine bağlı halkalar gibi düşünürsek birini anlaman için öncekine bakman lazım, çünkü hiçbir halkayı diğer halkalardan bağımsız olarak anlayamazsın. Bu çerçevede bakılınca felsefe mecburi olunmayan fakat mazide başlayıp gelmiş bir söyleşme olarak ancak felsefe tarihiyle anlaşılabilinir. Yani felsefe ile (felsefenin) tarihi aynı şey olur.
Bu ikinci anlayış nispeten sofistike olsa da hala felsefeyi tam olarak tarihselleştirmiş değildir. Felsefeyi dile benzetip, bir dili öğrenmek için daha önce yazılmış ve konuşulmuş olanları anlamak gerekir diye düşünmek yanlış bir yaklaşım olur. Evet dil bir açıdan tarihinden ibarettir. Bu haliyle bir dili öğrenmek o dilin tarihini öğrenmektir. Konuşmak da dili kullanmak olduğu ölçüde bu kapsamdadır. Ancak felsefe, felsefeyi üreten şey (yani düşünme, tefekkür) için felsefe tarihine muhtaç değildir.
Bu yüzden doğru metafor, burada dil değil şiir’dir. Şiir, şiir tarihinden ibarettir demek ne kadar saçma olur, değil mi? Çünkü şiir tam da o tarihin kuşatamadığını söylemektir. Yaratıcı bir eylem olarak şiir, pekala tarihsiz olarak da otopoetik bir varlık gösterebilir. Halbuki felsefenin tarihi de tıpkı şiirin tarihi gibi bir metafizik posadır. Şiir, geçmişten yana hüküm giymek zorunda değil. Aynı şekilde başlangıcın felsefesi ilk başta olduğu gibi bugün de felsefenin tarihinden bağımsız olabilir. Zaten felsefe tarihini ona tarihyazımı ile empoze ettiğimiz süreklilik illüzyonu altında değil de hakkıyla incelersek şunu görürüz: Kimi büyük filozoflar mevcut konuşmayı devam ettirmek yerine yeni sohbet odası açmışlar. Hatta bazısının önceki sohbetlerden haberi bile olmamış olabilir. Çünkü ihtiyaç duydukları şey geçmişin bilgisi değil bulundukları şimdinin ilgisidir. İlgili olmak ile bağımlı olmak arasındaki farkı görmek gerekir.
Bu nedenlerle, evet felsefe öğrenmek, felsefe tarihini öğrenmek demektir. Ama felsefe yapmak felsefe tarihine mahkumiyet anlamına gelmez. Tabi eğer felsefe ile sadece Yunan veya Batı geleneğini kastetmiyorsak. O durumda bile söylediklerim felsefe yapmak için yine de geçerli olur. Bunu anlamak için şöyle düşünelim: Felsefe tarihinden habersiz bir insanın fikirleri anlatılıp anlaşıldığında, kavramsal olarak tercüme edildiğinde eğer o fikirler sözgelimi filozof sayılan bir Batılı filozofun düşünceleri ile denk gelen fikirler ise o kişinin yaptığı şey felsefe midir, değil midir? Eğer felsefeyi bir geleneğin adı olarak anlamıyorsak, o fikirler felsefedir.
Zira felsefe dediğimiz şeyin üzerindeki etiket ve kabukları kaldırdığınızda geriye kalan şey orijinal düşünmedir. Düşünmenin diyalojikliği onun radara yakalanması ve tarihyazımının hazmına uygun forma sokulması ile ilgilidir. Felsefe ekseriyetle ve hasbelkader diyalojik bir şekilde zuhur etse de bu felsefe yapımı için her zaman zorunlu bir şart değil. Kurucu felsefi söz veya sohbet başlatıcı düşünsel hamle felsefenin ta kendisi olabildiği halde felsefe tarihinin dışındadır (öncesindedir). Felsefe tatihi dediğimiz söyleşi kütlesinin öncesinde ve sonrasında her zaman diyalojiklik radarına yakalanmayan yeni fikirler vardır. Onlara felsefe adını verip vermemek bir isimlendirme sorunudur. Doğumların sadece hastanede ve kayıt altında olduğunu düşünmek hastane dışında vuku bulan doğumları görmeye engel olan bir tür hastane hastalığıdır. Felsefenin felsefe tarihine mahkum olmadığını anladığımızda dilin bile aslında sandığımız kadar tarihinden ibaret olmadığını anlarız.