Ana SayfaManşetFinCen’den Rıza Zarrab’a: Kimin eli kimin cebinde?

FinCen’den Rıza Zarrab’a: Kimin eli kimin cebinde?

Türkiye Halkbank’taki fonların nakit olarak İran’a aktarılmasına izin vermeden de bu fonlardan ciddi şekilde istifade edebilirdi; o tarihte İran ithalatlar konusunda çok zorlandığı için –aynı Çin’in yaptığı gibi– Halkbank’taki fonlarla Türk menşeli ürünlerin İran’a ihraç edilmesini sağlayabilirdi. Fakat bunun yerine bu fonların -eğer Adem Karahan’ın dediği doğru ise, 800 milyon dolarlık avanta karşılığında- İran’a teslim edilmesi tercih edildi.

ABD’de bizdeki MASAK’a benzer bir kuruluş var; FinCen olarak kısaltılan mali suçlar takip/uygulama teşkilatı ABD Hazine Bakanlığı’na bağlı olarak çalışıyor ve finansal suçları takip ediyor. Dolar havalelerinin ABD üzerinden yapılması bir zorunluluk olduğundan, hangi ülkede hangi banka tarafından yapılırsa yapılsın, dolar havalelerine ait bütün kayıtlar zaten FinCen’in elinin altında. ABD dolar havalelerinin dışında kalan finansal işlemlere de değişik yollarla erişebilme imkânına sahip olan bir ülke. Dolayısıyla Amerikan finansal istihbaratı HSBC, Deutsche Bank, JP Morgan Chase ve Barclays gibi büyük bankaların gerçekleştirdiği bütün işlemlere erişebiliyor. FinCen milyonlarca transfer işlemini belli kriterlere göre filtreliyor ve kriminal işlemlerle veya kara parayla ilişkili olabileceği yolunda risk gördüğü işlemleri takip etmeye başlıyor.

Uluslararası bir araştırmacı gazeteciler konsorsiyumu olan ICIJ ile BuzzFeed News, bazı medya ortaklarıyla işbirliği halinde FinCen veritabanında yer alan bazı bildirimlere ulaştı. Ekip bu araştırma sırasında değişik bankalar ve finansal kurumlarla bağlantılar içeren 17 bin 600 kayda erişim sağladı ve bunları birkaç gün önce yayınladı. Kayıtlar FinCen tarafından sızdırıldı mı, yoksa güvenlik açıkları sebebiyle gazeteciler tarafından ele mi geçirildi; henüz belli değil. Yoğun teknik bilgi içeren bu raporlar, şimdiye kadar sızdırılan en ayrıntılı ABD Hazine kayıtları. Sızan (veya sızdırılan) dosyalar HSBC, Deutsche Bank, JPMorgan Chase ve Barclays dahil olmak üzere büyük bankalar tarafından gerçekleştirilmiş finansal işlemlere ait detaylar içeriyor. FinCen Files [FinCen Dosyaları] olarak bilinen bu kayıtlar, çoğunlukla FinCen veritabanında yer alan SAR raporlarını ve ilgili dokümanları içeriyor. SAR, İngilizce şüpheli işlem raporu anlamına gelen “suspicious activity report” ifadesinin baş harflerinden oluşan bir kısaltma. Bir işlemle ilgili SAR düzenlenmesi, illa ortada bir suiistimal ve suç olduğu anlamına gelmiyor. Bankalarda bu tür işlemleri takip eden görevliler finansal suçla ilişkili olabileceğini düşündükleri işlemleri veya yüksek risk profiline sahip olan veya geçmişte hukuki sorunlar yaşamış müşterilerinin tasarruflarını araştırarak raporluyor ve bu raporları finansal suçları araştıran resmi otoritelere gönderiyorlar. BuzzFeed News’e göre bankalar 2011 ile 2017 arasında FinCen’e 12 milyondan fazla şüpheli işlem raporu gönderdiler. Yalnızca 2019 yılında bankalardan FinCen’e intikal eden şüpheli işlem raporu sayısı 2 milyonu aşkındı.

Değişik ülkelerden yüzlerce araştırmacı gazeteci, FinCen’den sızan (veya sızdırılan) bu raporları ve ilgili dokümanları araştırdı, konuyla ilgili başka belgelere ulaştı, mahkeme ve arşiv kayıtlarını inceledi, ilgili kişilerle görüştü ve 1999 ile 2017 arasında gerçekleşen milyonlarca işleme ait muazzam bir bilgi havuzu oluştu. FinCEN dosyaları kapsamındaki kayıtlar, yalnızca kâğıt üzerinde var olan paravan şirketlere, oligarklara, yolsuzluğa batmış siyasilere ve küresel suç şebekelerine ait para transferlerinin izini sürüyor. ABD hükümetine ait gizli belgeleri içeren sızıntılar, küresel büyük bankaların olağanüstü büyük meblağlarda illegal para trafiğine aracılık ettiklerini ortaya koyuyor. Konuyu merak edenler online erişime açık olan FinCen dosyalarını inceleyebilirler.

Yine mi Zarrab?

Birkaç gün önce online erişime açılmış olan FinCen dosyalarının bizi daha doğrudan ilgilendiren bir tarafı da var; dosyalar Rıza Zarrab’ın para transferlerine ve altın ticaretine dair detaylar da içeriyor. İşin ilginç tarafı, artık herkesin erişimine açık olan FinCen dosyaları, 17/25 Aralık’ın çok sonrasında da Rıza Zarrab’ın İran bağlantılı transfer işlemlerine devam ettiğini ortaya koyuyor. Hatta, Zarrab’ın Haziran 2016’da tutuklanmasından birkaç ay sonra Standard Chartered Bank’ın bu konuyla ilgili bir dizi şüpheli faaliyet raporunu FinCen’e sunduğu ve bu raporlara göre Zarrab’ın transfer şebekesi kapsamındaki bazı şirketlerin 2016’da sadece Standard Chartered Bank üzerinden 133 milyon dolar tutarında transfer yaptıkları anlaşılıyor.

FinCen dosyalarının dünya kamuoyunun online erişimine açıldığı günlerde courthousenews.com adlı bir haber sitesi Reza Zarrab’ın kuryesi olduğu iddia edilen Adem Karahan’la yaptığı uzunca bir mülakatı yayınladı. Basına sızdırılan FinCen belgelerine göre, Karahan, Türk yetkililere Zarrab’ın yüzde 8 komisyonla çalıştığını söylemişti. Karahan, Zarrab’ın itiraflarının gerçeğin sadece bir bölümünü yansıttığını, yaptırımları delen işlemlerin davada söylenenden daha erken tarihte başladığını ve daha ileri tarihe kadar sürdüğünü, daha fazla kişi ile ülkeyi içerdiğini iddia etti. Açıklamalar içinde epey çarpıcı detaylar vardı, ancak bu konu değişik basın organları tarafından haberleştirildiği için burada detaylarına girmeye gerek yok. Konu gazetelerde çarşaf çarşaf işlendi, hâlâ da işleniyor, ancak kamuoyu konuyu net/yalın bir şekilde anladı mı, biliyor mu; ben emin değilim. Şu sorular bence hâlâ cevabını bekliyor: Reza Zarrab gerçekte ne yapıyordu, niçin suçlanıyor, konunun Türkiye’yi ilgilendiren yönü nedir, ilişkili olduğu siyasetçilerle arasında nasıl bir münasebet vardı, iddialar “çamur at, izi kalsın” diye mi ortaya atıldı, yoksa bu konu Türkiye’ye gerçekten zarar veren bir çamur muydu?

“Kur Makası” ve yurtdışına kaçan sermaye

Konu biraz karmaşık, ama biraz basit şekilde aktarınca anlaşılmayacak bir tarafı yok. Konuya şuradan gireyim: Sermaye hareketlerinin ve döviz-alım satımının serbest olmadığı ülkelerde döviz kuru arz ve talep dengesine göre teşekkül etmez. Hükümetler tarafından belirlenen resmi bir döviz kuru vardır, bankalar ülkeye resmi olarak gelen dövizleri bu kur üzerinden yerli paraya çevirir ve alıcıya ödemeyi yerli para olarak yaparlar; piyasada ise daha yüksek bir kur söz konusudur. Yani resmi kur ile piyasa kurunun farklı olduğu durumlarda dövizini resmi kurdan satmak zorunda kalanlar dezavantajlı bir pozisyondadır, resmi (yani düşük) kurdan döviz alabilmek ise çok büyük bir avantaj oluşturur. Piyasa fiyatlarının altında bir kur üzerinden döviz alabilme imtiyazı, gerçekte bir servet transferi anlamı taşır. Fiyatın serbest şekilde teşekkül etmesine izin verilmeyen durumların çoğunda aynı transfer/rant söz konusudur. Mesela bugün Türkiye’de 1 EUR serbest piyasada yaklaşık 9.00 TL iken bankalarda EUR kurunun 4.50 TL olduğunu, ama bu fiyatla döviz alabilme imkân veya imtiyazının çok az kişiye tanındığını düşünelim; böyle bir durumun kamu kaynaklarını peşkeş çekme anlamına geleceği açıktır. Nitekim Özal reformları öncesinde yürürlükte olan Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu gereğince döviz alım satımı yasaktı, resmi döviz alım-satım işlemleri de hükümetler tarafından belirlenen (ve piyasa kurunun hep altında olan) resmi kurlara göre yapılmaktaydı. İthalat amaçlı olarak bankalardan döviz alabilmek için Ankara’dan Döviz Tahsis Belgesi çıkartmak gerekiyordu; bu durumda ithalatçılık (bir ticaret alanından ziyade) ancak siyasi/bürokratik ilişkileri, bağlantıları olanlara has bir imtiyaz alanı oluşturmaktaydı.

Piyasa kuru ile resmi kur arasında ciddi makas olması ihracatı köstekler, çünkü ihracatçı ihracat bedelinin karşılığını düşük kurla tahsil edecektir. İthalatı ise körükler, çünkü resmi kurun düşük olması ithal malların maliyetinin de düşük olmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla, sermaye hareketlerinin kısıtlandığı ve döviz alım-satımının serbest olmadığı ülkelerde ithalat yapabilmek veya daha genel bir ifadeyle resmi kurdan döviz alabilmek büyük bir rant/transfer alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Uzun vadede sürdürülemez olan bu durum, çoğunlukla, büyük doğal zenginlikleri olan ülkelerde söz konusu olmaktadır. Ülkenin yönetimini bir kere eline geçiren gruplar halkta iktidarlarına karşı tepki oluşmasını engellemek amacıyla döviz kurunu düşük tutmayı ve ithal malların bol ve ucuz olmasını sağlamayı amaçlarlar. Bu tarz ülkelerin ihracatı büyük oranda doğal gaz ve petrol gibi doğal zenginliklerdir; kurun düşük ya da yüksek olması doğal gaz veya petrol ihracatının rekabet gücünü etkilemez. Bu tarz ekonomi/kur politikalarının uygulandığı ülkelerde tabii kaynaklar hariç diğer ürünlerin ihracat imkânı fevkalade kısıtlıdır. Herşeye rağmen ihracat yapanlar olursa, onlar da ihracat bedellerinin karşılığını düşük kurla tahsil etmek istemediklerinden bu paraları yurtdışında tutmayı tercih ederler. İhracat bedelinin ülkeye getirilmesi şart koşulursa, bu sefer de düşük ihracat faturaları ile bu bedelin bir kısmını ülkeye getirip üstünü yurtdışında tutmayı tercih ederler. Kur düşük olunca ithal ürünler bütün piyasayı istila eder; ithalatçıların ekseriya siyasi çevrelerin yakınından olduğunu belirtmeye dahi gerek yok.

Sermaye hareketlerinin kısıtlandığı ve döviz alım-satımının serbest olmadığı ülkelerde sermaye bu ülkelerden yurtdışına kaçma eğiliminde olur. Bu tür ülkeler siyaseten ekseriya otoriter ve istikrarsız, hukukun pek işlemediği, iç siyasi çekişmelerin çok sert yürüdüğü ülkelerdir. Sermayenin yurtdışına kaçma eğilimi arttıkça dövizin karaborsa kuru (gerçekte piyasa kuru) da artar; resmi döviz kuru ile piyasa (karaborsa) kuru arasındaki makas gittikçe açılır. Kur makası açıldıkça, resmi kurdan bankadan döviz alabilme imtiyazına erişebilenlerin avanta alanı da büyür.  Resmi döviz kuru ile karaborsa (piyasa) kuru arasındaki makas oransal olarak gümrük vergilerini aşınca, ithalatçılar yurtdışındaki satıcı ile anlaşarak ithal ettikleri mallara yüksek fatura yaptırtır ve bankalardan daha çok döviz almaya çalışırlar. Bu ve benzeri yollarla resmi/düşük kur üzerinden bankalardan döviz almayı başaranlarla yurtdışına para çıkarmak isteyenlerin yolu kesişmiş olur. Dolayısıyla, bu tür ülkelerde dış ticaret işlemleri ile gayriresmi para/havale trafiği içiçe geçer. Bu işi organize eden ithalatçı/sarraf, bankalardan düşük kurla aldığı dövizi piyasa kuru hesabıyla yurtdışına para çıkarmak isteyene satar ve dövizi de ülke dışında teslim eder. Bizim farazi EUR örneğinden gidecek olursak, serbest piyasadan 1.000 EUR almak isteyen birisi sarrafa 9.000 TL öder ve satın aldığı 1.000 EUR’yu yurtdışında teslim alır. Buna karşılık sarraf elindeki 9.000 TL ile bankadan 2.000 EUR alabilmektedir. Aradaki değişik komisyon ve masraflara rağmen, olağanüstü bir kazanç/transfer olduğu ortada. Sonuç olarak, resmi kur ile piyasa kuru arasındaki makasın açılması sonucunda oluşan büyük rant alanı ilgili herkesi heyecanlandıracak noktalara erişir. Ülkede siyasi istikrarsızlık arttıkça yurtdışına sermaye çıkışı hızlanır, bu durum ithalat/transfer işleriyle uğraşan ekiplere gün doğması anlamına gelir. Bu süreçlerin en net şekilde yaşandığı 3 ülke, Venezuela, Cezayir ve İran’dır. Otoriter yöneticilerin popülist gerekçelerle resmi döviz kurunu düşük tutmakta ısrarlı oldukları bu ülkelerden en dibe vuran Venezuela oldu; uygulanan ekonomi politikalarının zorunlu bir sonucu olarak resmi kur ile piyasa kuru arası iyice açılınca bu ülkeden yurtdışına muazzam bir sermaye çıkışı oldu ve Venezuela olağanüstü düzeyde fakirleşti. Cezayir’de hâlen resmi kur ile piyasa kuru arasında yüzde 85’i bulan bir makas bulunmaktadır. İran’a gelince: bir taraftan kur makası yurtdışına sermaye çıkışını teşvik etmekte, bir taraftan da Batı ile yaşanan siyasi gerginlikler sebebiyle zengin İranlılar paralarını ülke dışına çıkartmak istemektedirler.

İran döviz karaborsası, uluslararası yaptırımlar ve Rıza Zerrab

Humeyni Devrimi’nden bu yana İran’ın Batı dünyası ile yaşadığı gerilimler, bu ülkeden ciddi bir nüfus ve sermaye çıkışına yol açtı. Bugün özellikle ABD’de ve Kanada’da, değişik Avrupa ülkelerinde ve Türkiye’de yaşayan milyonlarca İranlı var. Ayrıca, İran’da yaşamaya devam eden pek çok zengin İranlı da her an İran’dan çıkmak zorunda kalabileceği endişesiyle servetini ülke dışına çıkarmaya çalışıyor. İran’da sermaye hareketleri kısıtlı olduğu için bu transferleri resmi yollarla yapabilmek mümkün değil; bu transferler Tahran’daki geleneksel sarraflar tarafından gayriresmi şekilde yapılıyor. Bu işlemlerin yapıldığı yer, Bâzâr-ı Büzürg (Büyük Çarşı) olarak adlandırılan Tahran’daki Kapalıçarşı. Bâzârî olarak bilinen ve çoğu Azeri kökenli olan sarrafların değişik ülkelerde –ama en çok Türkiye’de– beraber çalıştığı muhabir sarraflar var. Parasını yurtdışına çıkarmak isteyen İranlı Tahran’daki sarrafa yerli parayla ödeme yapar; anlaşılan –yüksek– kur üzerinden karşılığı İstanbul’da Kapalıçarşı’daki muhabir sarraf tarafından ödenir. İran’daki bâzârî/sarraf elindeki İran parasını bir ithalat işlemiyle ilişkilendirerek (bir takım komisyon ve rüşvet ödemeleriyle) bir İran bankasından düşük kurla dövize çevirip İran dışına havale eder; daha sonra yapacağı havalelerin ödenmesi için yurtdışında muhabiri olan sarrafa iletir. İstanbul’da Kapalıçarşı’da, Tahtakale’de ve Beyazıt civarında yer alan değişik sarraf, kuyumcu veya dövizciler bu gayriresmi havale işlemlerinin Türkiye ayağını oluşturur. İran havalelerinin ödemelerini yapan sarrafların İranlı (ekseriyâ Azeri), Cezayir havalelerinin ödemelerini yapan sarrafların da Cezayirli bir ortakları vardır.

Rıza Zarrab, işte bu tür havale işleriyle uğraşan bir sarraf ailesinin oğlu. Aile aslen Tebrizli ve köken olarak Azeri/Türk oldukları biliniyor. Bu havale işlemleri için İstanbul’da bulunmayı daha avantajlı gördükleri için Türkiye’ye taşınmayı tercih etmişler; bir ayakları hep İran’da olmak üzere İran’dan gayriresmi para transferi işiyle meşgul bir aile. Bilen bilir, esasında Kapalıçarşı-Beyazıt-Tahtakale’de bu tür havale işleriyle uğraşan ve kuvvetli İran ayakları olan epey esnaf, hatta İranlı vardır; Zarrab/Sarraf ailesi de İran kökenli bu ailelerden birisi. Bu aile İran’dan rutin havale işlemleriyle meşgul iken uluslararası İran yaptırımları sonucunda işleri bir anda açıldı. İran’ın uranyum zenginleştirme programıyla ilgili olarak BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarına uymayı reddetmesi üzerine konsey İran’a karşı bazı yaptırımlar başlattı. Zamanla hem BM yaptırımları yoğunlaştı, hem de ABD ve BM yaptırımlarından ayrı olarak İran’a karşı kendi münferit yaptırımlarını başlattı. Bu süreç çerçevesinde ABD 2010’da İran’a ticaret ambargosu uygulamaya başladı. Daha sonra da finansal işlemler ve transferlerle ilgili blokajlar geldi, Mart 2012’den itibaren İran bankaları uluslararası döviz ve transfer sistemi olan SWIFT’den çıkarıldı ve İran’la para trafiği yaptırımlar kapsamında yasaklandı. İran’dan doğalgaz ve ham petrol satın alan Türkiye, para transferi yasağıyla enerji ithalatının ödemesini yapamaz hale gelince Türkiye İran devletine Halkbank’ta döviz ve TL hesabı açarak İran’dan aldığı enerjinin karşılığını Halkbank’a yatırdı. İran Hindistan’a yaptığı ham petrol ihracatının ödemelerini de Halkbank’a yaptırttı. İran’ın Türkiye ve Hindistan’dan başka Çin’e ve Güney Kore’ye de ham petrol ihracatları vardı, Çin İran’a olan ithalat ödemelerini küçük bir devlet bankası olan ve hisselerinin tamamı Çin Milli Petrol Şirketi’ne ait bulunan Bank of Kunlun’da İran adına açtığı hesaplara yatırarak yaptı. Güney Kore de, aynı şekilde, Woori Bank ve IBK Bank’ta İran adına hesaplar açarak ham petrol ödemelerini bu hesaplara havale etti. İran da, bu ülkelerden alacağı ve yaptırımlar dışında tutulan gıda ve ilaç gibi zaruri ihtiyaç maddelerinin ödemelerini bu hesaplardan yapabilecekti.

Koreliler İran’ın talep ettiği ödemeler konusunda pek müzahir davranmadılar. Çin’de ise garip bir durum oldu; Çinli yetkililer Bank of Kunlun’u Çin’in dahili bankacılık/finans sisteminden çıkardı, Bank of Kunlun ile diğer Çin bankaları arasında transferler imkânsız hale geldi. Bank of Kunlun’daki bir hesaptan yalnızca yine Bank of Kunlun’daki hesaba havale yapmak mümkün olabiliyordu. Çinliler böylelikle bir taşla iki kuş vurdular, Bank of Kunlun izole edildiği için yaptırımların ihlali sebebiyle Çin finans piyasasının esaslı bir darbe yemesi ihtimali ortadan kalktı. Ayrıca Çin sadece devlet kontrolündeki çok az dış ticaret şirketine Bank of Kunlun’da hesap açılmasına izin verdi; İran da yaptırımlardan muaf tutulan gıda ve ilaç gibi zaruri ihtiyaç maddelerini ancak bu şirketlerden ve o şirketlerin fiyatlarıyla satın alabilecekti. Böylelikle, Çin, İran’a ödediği ham petrol bedelinin bir kısmını piyasa şartlarının üzerinde fiyatlarla yaptığı satışlarla geri almış oldu.

Halkbank işin neresinde?

Türkiye İran’ın Halkbank’taki hesaplarını rahatça kullanması konusunda müzahir davranınca, İran’ın küresel finans/bankacılık sisteminden tamamen dışlandığı bir anda Rıza Zarrab’ın ilişkileri onu “bulunmaz Hint kumaşı”na çevirdi. Bir taraftan yaptırımlar etkinleştikçe İran’dan sermaye çıkışı artıyor, bir yandan da İran devleti Türkiye, Kore ve Çin gibi ülkelerdeki hesaplarında yatan paraları çekebilmenin yollarını arıyordu. Zarrab, İran’daki ortağı Babek Murtaza Zencani ile İran devletinin sözkonusu hesaplarda yatan paraları çekip İran’a teslim etme konusunda gayriresmi bir mutabakata varmayı başardı. Uluslararası yaptırımlar gereği, Halkbank’taki paralar İran’a ait olsa da, Halkbank’ın bu hesaplardan yapılacak ödemelerin ambargo harici tutulan gıda ve ilaç gibi zaruri ödemeler için yapılacağını tespit etme sorumluluğu sözkonusuydu. Rıza Zarrab, muhtelif paravan firmalar üzerinden Türkiye’den İran’a hayali ihracatlar/yüklemeler organize etti; İran’ın talimatıyla bu ihracatlarla ilgili ödemeler Halkbank’taki İran hesaplarından Rıza Zarrab’ın firmalarına ödendi. Bu operasyonların suhuletle yürüyebilmesi için ihracat dosyalarındaki abartılmış miktarların/tutarların görmezden gelinmesi ve pas geçilmesi gerekiyordu; Zarrab kazancının bir kısmını siyasiler ve bürokratlarla paylaşarak doğabilecek sıkıntıları engelledi, gümrüklerde problem yaşama riskini ortadan kaldırdı. Böylelikle, Halkbank’ta İran adına açılan hesaplarda bulunan paralar, İran’a yaptığı hayali ihracatların/yüklemelerin karşılığı olarak Zarrab’ın firmalarına havale edildi. Rıza Zarrab bu paraları zaman zaman havale yoluyla, zaman zaman da kurye beraberinde giden altın şeklinde Dubai’ye nakletti. Külçe altınlar büyük bir altın piyasası olan Dubai’de satılarak nakte dönüştürüldü ve İranlı yetkililere teslim edildi. Konuyla ilgili şahitlikte bulunan Adem Karahan’ın ifadelerine göre, Rıza Zarrab ve Babek Zencani tarafından yönetilen şebeke İran devleti adına yaptıkları transferlerden yüzde 8 komisyon aldılar; bu komisyonun yarısını siyasi/bürokratik figürlere rüşvet olarak dağıtırken bakiye yüzde 4 kendilerine kaldı. İranlı zenginler adına yaptıkları transferlerde ise kendilerine düşen pay yüzde 50’ye yaklaşmaktaydı. ABD basınına konuşan Zarrab’ın kuryesi Adem Karahan’a göre Rıza Zarrab Türkiye’de siyasilere ve bürokratlara 800 milyon dolar rüşvet dağıttı, ABD Hazine Bakanlığı da Zarrab-Zencani şebekesinin gerçekleştirdiği transferler toplamını 20 milyar dolar olarak hesaplıyor. Mesela sırf Standard Chartered Bankası’nın 2007-2016 arasında Zarrab ve şebekesi için toplamda 5.8 milyar doları aşkın para transferi gerçekleştirdiği ortaya çıktı. Ortalığa saçılan FinCen belgelerine bakılırsa; Standard Chartered Bankası 2013’de Türkiye’deki soruşturmaların başlamasından, 2015’te ABD’de Zarrab aleyhine kara para aklama iddianamesi hazırlanmasından, hatta Zarrab’ın Mart 2016’da ABD’de tutuklanmasından sonra dahi bu işlemlere bir son vermedi.

Konuyla ilgili bilgi, veri ve detaylar incelendiğinde Halkbank’ın ve siyasilerin Rıza Zarrab’a özellikle müzahir/anlayışlı yaklaştığı ve İran’dan benzer transfer işlemlerine aracılık yapan sair sarrafları engelleyerek Zarrab’ı bu alanda rakipsiz hale getirdiği ve alanında tekelleşen Zarrab’ın da bu durumdan istifade ederek komisyon oranlarını yükselttiği anlaşılıyor. İran’dan gerçekleştirilen gayriresmi para transferlerine aracılık yapan Kapalıçarşı sarraflarına Halkbank’ta hesap açılmadığı Kapalıçarşı çevresinde bilinen bir durumdur. Rıza Zarrab’ın firmalarına Halkbank’ta hesap açılması konusunda o tarihlerde henüz siyasetin dışında olan Berat Albayrak’ın tavassutta bulunduğu bazı şahitlerin ifadeleri arasındadır. Rıza Zarrab’ın dönem bakanlarından Muammer Güler, Egemen Bağış ve Zafer Çağlayan’la girift ilişkiler içinde olduğu kamuoyunca bilinmektedir. Hatta ve hatta, dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler Rıza Zarrab’a yardımcı olma konusunu o kadar abartmıştır ki işi Çin’deki Bank of Kunlun’da hesap açmaya çalışan Rıza Zarrab için Çinli makamlara şahsi bir referans mektubu yazmaya kadar vardırabilmiştir. Şu an ayrıntılarına girmeye hiç gerek olmamakla birlikte, olup-bitenlerle ilgili olarak kamuoyunun bilgisi dahilindeki veri ve detaylar Halkbank tepe yönetiminin Zarrab’ın yaptığı işlerden tamamıyla haberdar olduğuna işaret etmektedir. Türkiye’de siyasetin ve bürokratik işleyişin nasıl yürüdüğünü biraz olsun bilenlerin, bu durumun daha yükseklerden gelecek talimatlarla mümkün olabileceğini düşünmeleri beklenebilir.

Sonuç yerine

Zarrab şebekesinin esasında epey karmaşık olan transfer/altın işlemlerini olabildiğince anlaşılır şekilde izah etmeye çalıştım. Buradan da takip edilebileceği üzere, Zarrab şebekesinin temel işi İran’dan ülke dışına para çıkarmaktır; İran bankalarının uluslararası SWIFT sistemi dışında kalmasıyla İran’ın Halkbank, Bank of Kunlun, Woori Bank ve IBK Bank gibi bankalarda açılan hesaplarda biriken paralarını da bu bankalardan kurtarıp İran’a aktarmaya çalışmıştır. Bu arada, Zarrab’ın İran’daki ortağı olan Babek Zencani İran’a ait olan 2.8 milyar dolar parayı zimmetine geçirdiği gerekçesiyle İran’da yargılanmış ve idam cezasına çarptırılmıştır. Bu noktada Türkiye’deki kritik siyasi/bürokratik bazı şahısların Rıza Zarrab’a bu operasyonlarda yardımcı olmak karşılığında bu işlemlerden dikkate değer komisyonlar aldığı varsayılabilir. Bu konularla ilgili olarak suçlanan şahısların Yüce Divan’da yargılanması Meclis’teki AK Parti çoğunluğu tarafından reddedildiği için gerçekler her türlü kuşkudan âzâde şekilde ortaya konabilmiş değil. Bu dosyaların gündemde olduğu dönemde, zamanın başbakanı Tayyip Erdoğan Al-Jazeera televizyonuna verdiği bir mülakatta “Ben yolsuzluk dendiğinde şunu anlarım: devletin kasası soyuluyor mu, soyulmuyor mu?” diyerek farklı bir yolsuzluk tanımlaması yapmıştı. Erdoğan her ne kadar açıkça ifade etmiş değilse de, kamu adına yetki kullanan kişilerin İran parasının transferi işlemiyle ilgili olarak komisyon almasını rüşvet ve gayrimeşru bir tasarruf olarak görmediği sonucuna ulaşmak çok yanlış olmaz. Dosyalar siyasi olarak kapatılmış olmakla birlikte sanıkların kamuoyu vicdanı nezdinde ibra olduğu kanaatinde değilim, hatta Ak Parti yönetim kademelerinde yer alanların epey bir kısmı sanıkların Yüce Divan’a giderek aklanmalarını hem AK Parti’yi hem de Türkiye’yi bir çamurdan temizleme imkânı olarak görmüşse de Erdoğan’ın müdahalesi sonucunda bu yolun önü tıkanmıştır. Hatta iddiaların merkezinde olan isimlerden meselâ Egemen Bağış Prag’a büyükelçi olarak atanabilmiştir.

Bu noktada işin ilginç taraflarından birisi şudur: Türkiye o tarihlerde Suriye’de İran desteğindeki Esad rejimine karşı çok ciddi bir mücadele verirken, İran’ın ambargo kapsamındaki fonlarını serbestçe tasarruf edebilmesine yardımcı olmuş; böylelikle bu fonlar Suriye’de Türkiye’nin (veya Türkiye’nin müzahir olduğu unsurların) tepesine düşen bombalara dönüşmüştür. Türkiye’nin o tarihlerde İran’a sağladığı destek, Esad rejimi için cansuyu anlamına gelmiştir. Türkiye Halkbank’taki fonların nakit olarak İran’a aktarılmasına izin vermeden de bu fonlardan ciddi şekilde istifade edebilirdi; o tarihte İran ithalatlar konusunda çok zorlandığı için –aynı Çin’in yaptığı gibi– Halkbank’taki fonlarla Türk menşeli ürünlerin İran’a ihraç edilmesini sağlayabilirdi. Türkiye’nin İran’a mesela 20 milyar dolar ihracat yapması ve bu ihracatın çarpan etkisiyle Türk ekonomisine ciddi bir katkı sağlaması yerine bu fonların –eğer Adem Karahan’ın dediği doğru ise, 800 milyon dolarlık avanta karşılığında– İran’a teslim edilmesi tercih edildi. Ayrıca, bu işlemlere göz yummanın ve yol vermenin bir kamu bankası olarak Halkbank’a yüklediği risklerin bedelini/karşılığını ülke olarak hepimiz ödüyoruz. Kaldı ki bu gelişmeler yalnız Halkbank’ı değil, genel olarak bütün finansal sistemi hatta Türk ekonomisini etkiler noktadadır. Ayrıca, Zarrab şebekesinin hayali olduğu artık tamamen ortaya çıkmış olan ihracatları sebebiyle KDV iadesi alıp almadıklarını da bilmiyoruz; basında konuyla ilgili olarak çıkan haberlerin çoğunu taramış olmakla birlikte bu bu hususla ilgili müspet-menfi bir bilgiye rastlayamadım. Konuya böyle bakınca, sayın Erdoğan’ın yolsuzluk tanımını isabetli bulmak pek mümkün gözükmemektedir.

İşin uluslararası siyasi ilişkileri ilgilendiren bir boyutu daha olduğu kanaatindeyim:bu finansal işlemlerle ilgili olarak büyük devletlerin sahip olduğu istihbaratın kamuoyunca bilinenlerden daha fazla olduğu hususunda şahsen hiçbir şüphem yok. Bu durum, kapalı kapılar ardında, kamuoyuna yansıyan vatan-millet-sakarya eksenli söylemle hiç de uyuşmayan bazı pazarlık ve uzlaşmalara yol açıyor olabilir. Nitekim Rıza Zarrab’ı daha önce “aleyhine komplolar düzenlenen bir milli kahraman” olarak gören iktidar yanlısı medya bugün Rıza Zarrab’dan “Bir FETÖ aparatı” olarak bahsedebilmektedir. Yolsuzluk operasyonlarını siyasi amaçla masaya sürmek de, yolsuzlukları siyaseten sümen altına etmek de yanlıştır.

Zarrab dosyaları AK Parti iktidarları için muazzam bir kırılmadır. Ne olursa olsun sadâkatin öne çıkarılması ve liyakatin ihmali, Zarrab dosyalarının ortaya saçılması sonrasında yargı risklerinin/korkularının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Liyakat önemsizleştikçe, bürokratik/siyasi mekanizmalar içinde yeteneksiz/donanımsız unsurların ağırlığı giderek artmaktadır. Ahmet Altan’ın ifadesini ödünç alacak olursam, bu tür iktidarlar “sürekli olarak çevrelerindeki kadroları en değersizler arasından seçmek zorunda kalırlar … beyinsel bir ışığı olmayan, yaratıcılıktan ve dürüstlükten yoksun bu kadrolarla karanlıklaşmaya, çekici bir pırıltıdan yoksunlaşmaya başlarlar.”

Türkiye’nin yaşadığı sorunlar tesadüfi süreçlerin değil, hukukun/yargının etkisizleşmesinin ve yönetimin şahsileşmesinin/keyfîleşmesinin sonuçlarıdır. Bütün bunlar siyasi ve ekonomik öngörülebilirliği azaltarak ekonomik kırılganlığı arttırmaktadır. ‘Ekonomik öngörülebilirlik’ genel olarak siyasi otoritelerin ve özelde ekonomi yönetiminin politika tercihlerinin net, belirgin, şeffaf ve tutarlı olması; güven vermesi ve bu durumun süreklilik arz etmesiyle mümkün olur. Politika dokümanları tutarlı ve güvenilir bir gelecek perspektifi sunmuyorsa, bağımsız kurumların özerkliği zedelenmişse ve siyasi etkiye açık hale gelmişse, siyasi otorite keyfi şekilde tutarsızlıklar sergiliyor ve bu keyfi davranışların sonucu olarak hiç hesaba katılmayan durumlar ortaya çıkıyorsa ‘ekonomik öngörülebilirlik’ten bahsetmek mümkün olmaz. Ekonominin gerilemesi ve fakirleşme tek bir sebebe bağlanamaz; birbiriyle ilişkili ve girift pek çok sebep söz konusudur, ama konunun siyasette ve yönetim tarzında düğümlendiğini vurgulamak gerekir. Türkiye’nin fakirleşmesi hukukun darmadağın edilmesinin, kurumsal kapasitenin çok zayıflamasının, tek adam anlayışının, müzakere ve rıza-ikna süreçlerini dışlayan otoriter yönetim biçiminin doğal ve kaçınılmaz sonucudur. Türkiye’nin yeniden yükselişe geçmesinin, ancak bunların düzeltileceği ve meşru denge-kontrol mekanizmalarını tesis edecek komple bir yapısal/anayasal değişiklikle mümkün olabileceği kanaatindeyim.

- Advertisment -