Bir süredir dille, özellikle iktidar, haber diliyle ilgili yazıyorum. Bildiğimiz şeyler… Burada “bilmek”, öncelikle Türkçeyi bilenlerin, dile dikkat gösterenlerin, onun perişan örneklerinin farkında, takibinde olanların -zaten- bildiği şeyler olmasını işaret ediyor.
Ancak “öyle bilinen”, doğrusu o sanılan dil yanlışlarını, hatalı kullanımları, anlatım bozukluklarını da kapsıyor maalesef. Zira her daldan Ulusal Doğru-Yanlış Müsabakaları’nda çoğu kez galibiyet, öyle bilinen, öyle bellenende… Ağırlığı, yaygınlığı ondan yana.
Toplumsal itibarı bile öyle… “Gardrop” evimizdeki “Gar’dolap”la nasıl yarışsın? Üstelik bir sürü insanın nezdinde dil zenginliğinin, hassasiyetinin de etiketi “Gardrop dilciliği”. Dilin mirasına sahip çıkarsan, kültür, anlam zenginliğini önemsersen de istikamet gardrop.
Hatalı telaffuz edilen, yanlış yazılan birçok kelime de öyle biliniyor. Sosyal medyada çoğu bildiğimiz espriler. Bir bölümü hızla eskiyor. Demode… Bir zamanlar “kentleşme”nin gözde etiketlerinden “Satlık” ilanları mesela.
Emlâkçilerin, şablon tabelaların -gözüne gözüne- yaygınlığında pek kalmadı. Olur da bir yerde denk gelirsen “cürmü” sosyal medyada (bile) tık aldırmıyor artık. Bünyeye göre nostalji hoş da… Esprinin, kara mizahın, fıkranın nostaljiği çekilmiyor. “Bir gün Nasreddin Hoca…” diye başlarsan anlatmaya, espri fıkrada değil o girizgâhta.
“Espri”sini yitirirse demode
Bazısının demodeliği ise ulusal yaygınlığının espri özelliğini yok etmesiyle, bu memleketin koşullarında artık “hayret”, şaşırmaya dayalı kahkaha yaratmamasıyla ilgili. İki hafta önce (28 Haziran 2023) “Derdimi anlatacak kadar” başlıklı yazımda “toplumsal hayret yokluğu”na (ki bir nevi yoksulluktur) uzun uzun değinmeye çalışmıştım. İktidarın ürettiği, medyasının anında benimsediği “yeni hayret ideolojisi”ne de…
“Eğlenceli” ve reytingini trajediden alan “feci eğlenceli” kanallar, iktidara dair “toplumsal negatif hayret”ten uzak, “evcil şaşkınlık” haberlerini öyle efektlerle,“Akıllara durgunluk veren olay(lar)”la veriyor. Haber saatini, cebini, reytingini öyle dolduruyor.
İktidarın Haber Kanalları’nda, basınında da “akıllara durgunluk veren haberler” gözde. Ve hepsi “durgun akıl” yaratmanın, bunu toplumsallaştırma ideolojisinin de üreticileri. Dilin çakılı kalmasının da akılda, idrakte yarattığı “durgunluk” ortada.
“Moda”dan ibaret değil
Bu minvalde “fotoğraf çektirmek” yerine ulusça monte edilen “fotoğraf çekinmek”e bu yazımda girmek istemiyordum. Zira yaygınlığı nedeniyle bildik, “espri”sini yitirmesiyle demode gözükse de, aynı nedenlerle bildiğin gibi değil. Demode hiç değil…
“Moda”dan ibaret olduğunu söylemek de zor. Üzerinde epey çalışmayı, nihayetinde erişebilirsem birbirinden derin tespitleri gerektiriyor. Yaman mesele!
Üstelik fotoğraf çekmenin de, çektirmenin de mesele olduğu bir dönemin son kurbanları, en azından evlatlarıyız. Bu yönüyle bir dil borcu, ağzımda iyice ıslanan bakla. Yeri geldi, söz etmezsem içimdeki yumrulara, boğazımdaki düğümlere eklenecek.
İlhama dayalı müessir fiil
Yola çıktığım fikirlerden birisi ilhamını “Cep fotoğraf makineleri icat edildi, mertlik bozuldu”dan alıyor. Zorlamazsam, gizlice çekilen ve elbette çok çekinilen fotoğraflara odaklanmazsam, mertliğin konuyla doğrudan alakası yok. Ama ilham öyle bir şey zaten.
Hamam tasından, başına düşen elmadan filan sadece romanesk rivayetler, hikâyeler değil o ilhamla neler neler çıkarıyorsun. İlhamını aşktan alan müessir fiillerin nereye gittiği de maalesef ortada…
Sait Faik’in “Öyle Bir Hikâye” temsilindeki “Âşıktım, çok seviyordum, öldürdüm abi” repliği, çoğu davada “nefis”i savunma vesilesi. Zira insanın nefsine yenildiği, hâkim olamadığı durumlarda en bereketli mevzular, en tuhaf, dehşetengiz nefsi müdafaalar aşktan çıkıyor.
Resim yapılır, fotoğraf çekilir
Tabii ben de asıl meramıma, “fotoğraf çekinme”ye, “kıyas-ı nefs”le gireceğim. Konuyu önce böyle önemli meselelerin tuzu-biberi kendimle, kendi hayatımla, “Hey gidi günler”le kıyaslayacağım, izninizle…
Fotoğraf çektirmekle ilgili yeni şablon, eskiden ağzımızı açıp, muhitimizde nadiren gözümüzü yumduğumuz “resim çektirmek”e bile rahmet okutuyor: “Resim yapılır, fotoğraf çekilir…” Gerçi bugünün imkânlarıyla fotoğraf da “yapılıyor” ama o başka mevzu.
Dil konusunda, Mrs. Darcey’nin “Bir fincan çay alır mısınız?” sorusunu “Madam, bir ilaç alınır, ama bir çay içilir!” azarıyla yanıtlayan modacı, stil ikonu (1800’lerin moda hakemi) George Bryan (Beau) Brummel kadar huysuzduk bir zamanlar. Sonra delirerek, perişan bir şekilde öldüğünü öğrenince, bu topraklarda büyüyüp, elden-gölden geldiğince kemale erince, ayar yaptık. Bağrımıza gömülen huysuzluğumuzun yerini huyluluk aldı.
“Bilim(sel)in hikâyesi hoş olmalı!
Eskiden; eski diyorsam bana en azından antika sayılamayacak kadar taze gelen (lâkin kullandığımız eşyalar, teknolojiler, hatta dille o muameleyi gören) çocukluğumda, ergenliğimde fotoğraf bugünkü anlamıyla “çekinilecek” bir şey değildi.
Vardı da bir çekingenlik, farklıydı. O nedenle fiil hâli de “çekinmek, çekinilmek” değil “çektirmek”ti, demek istiyorum. Nedenselliği hiç derdim değil; hikâyesi öyle daha hoş, daha etkili.
Hikâyesini güzel, -uzaktan- hoş gelen bir üslupla kur(a)madığın “bilim”e, “analiz”e ülkemizde gösterilen itibar ortada. Hatta hikâyesi güzel, hikâyeciliği, “bilimsel mizahı” mahir olduğu için bilim insanı sayılan, her anlattığı da “bilimsel” olarak kabul gören figürler de az değil.
O uğurda ölü yerinden oynadı
O günlerde fotoğraf çektirmek bir itibar, yaşadığın yere, bütçene göre ayrıcalıklı bir heves, kalıcılık, geride kalan tek görsel hatıra meselesi… Öyle ki evin, ailenin bir “can”ı küt diye ölünce, Batı’da “Ölüm sonrası (ânı) fotoğrafçılığı (Post-mortem photography)” bir dönem fırtına gibi esiyor.
İnsanlar ondan yâdigâr bir tanecik ölü fotoğraf uğruna rahmetlinin nâşını yerinden hoplatıyor, ayaklı, mobilyalı makinelerin karşısına -derme çatma destek iskeleleriyle- oturtuyor. (Dönemin koşulları nedeniyle bir tür mecburiyetten, ihtiyaçtan da kaynaklanan bu dehşet verici akıma, “moda”ya, Serbestiyet’te 19 Haziran 2022’de yayınlanan “Aile albümündeki ceset fotoğrafları” yazımda değinmiştim.)
Eski fotoğraf tebessüme engel
Biz de fotoğraf çekmenin de, çektirmenin de mesele olduğu bir dönemin son kurbanları, en azından evlatlarıyız. Az iş değil; çağın teknolojisi, koşulları malum. Eski fotoğraf stüdyolarından, bir şekilde edinilen makinelerden, solgun fotoğraflardan ne hikâyeler, filmler çıktı. Sıksan, filminde -olmazsa olmaz- nostaljik esintiler istesen daha da çıkar. Eski fotoğrafçı amcalardan seri katil de çıkartırsın, elde pertavsız dedektif de…
Fotoğraf çektirmenin “ciddi bir iş/mesele” olması, eski fotoğrafların çoğunda tebessüme asla rastlanmamasının da nedeni olabilir. Öyle bir güdüye dayanmıyor; gülümseme otomatiğe bağlı değil başlangıçta. Ayrıca fotoğraf makinelerinin bugünkü gibi saniyede milyon kare çekememesi de, tebessümünü o kadar süre korumana engel. Zorlasan suratında asılı kalıyor.
Ailemizin fotoğraf stüdyoları
Belli günlerde ailecek ve/ya da belli dönemlerde, gerektiğinde şahsına ait fotoğraf çektirmek için adıyla sanıyla “fotoğraf stüdyosu” gerek. Büyükşehirlerde yaşanlar için ünlüsünden hesaplısına, semtinden mahallesine, giderek sokağına kadar alternatifler var. Ama her şehir, ilçe, elbette köy filan öyle değil.
Bayramlık seyranlık elbiselerini giyip, -iki dirhem bir- çekirdek ailenle stüdyonun yolunu tutacaksın. Sonra da pozunu güzel, düzgün, fotoğrafçının komutlarına uyarak vermen, kıpırdamadan öyle de koruman gerekiyor. O saniyeler saat, o duruş donakalmak artık.
Çirkinliğinin belgesi olabilir
Negatif filmiyle, banyosu-basımı, hatta rötuşuyla stüdyo mâliyeti yüksek. Fotoğraf makinelerinin “şarjör”ündeki kurşun sayısı, yine mâliyeti, emeği de düşünüldüğünde, öyle 50-100 tane çektirip içinden beğenmen, “Ah… İşte bu aynen ben yahut tam görünmek istediğim ben” demen de imkânsız.
Buna önem veriyorsan, vesikalığını sadece muhtarda kullanmayacaksan, fotoğraf çektirirken böyle bir endişeden, o tür çekinmeden söz etmek mümkün. Ezik büzük, yamuk, “çirkin” çıkabilirsin; daha da beteri, zaten, ezelden öyle olduğun belgeyle ortaya serilebilir.
Rötuş cinliği, makyaj, teknoloji filan bugünkü gibi o görüntüyü tümüyle değiştirmene, seni başka bir ben yapmaya yetmiyor eskiden. Fotojeni de zor; sadece Hülya Koçyiğit fotojenik.
“Şipşakçılık”ın büyük günahı
O günlerde pat diye fotoğraf çektirmek de “çekinilen” hâllerden: “Öyle şipşak, fotoğraf çektirmeye hazırlanmamışken, durup dururken, lüzumu gelmemişken olur mu hiç!” Şipşak fotoğrafçılığın (Şipşakçılık mesleği) nostaljik misafir odalarındaki eserleri, sureti de ortada. Kimse bırakın ana-babasını, kendini bile tanıyamıyor.
Dedelere filan gelince çoğu flu, suluboya sanatı. Köydeki tek dede fotoğrafını çoğaltarak, dolayısıyla daha tanınmaz hâle getirerek, “Benim dedem” diye odasına asanların bile olduğu rivayet ediliyor. O fotoğrafın geçmişten gelen farklı, biyolojik kan davaları yarattığını da uydurabilir, “Akıllara durgunluk veren olaylar” bültenlerinin asparagasları arasına katabilirim.
“Masa” her şeyi değiştirebilir
Yani bütün bunlara rağmen biz bile fotoğraf çekinmiyorduk, çektiriyorduk güzel güzel. Şimdi öyle de değil; afedersiniz her yerde, durumda, her vesileyle net, seri fotoğraf çektirme imkânı, hürriyeti var. Herkeste o imkân, o hak, teknoloji olduğu için bir nevi toplumsal özgürlük, güncel deyimiyle fotoğraf çekinme demokrasisi. Tabii zülfiyâra, adaba edebe, o güncellenmiş hukuki silsileye dokunmayanları…
Toplumsal özgürlük adına elimizde bir tek o olduğu için gözümüz gibi bakıyoruz, her koşulda çekiyoruz. Çekiniyoruz da… Ama fotoğraf çektirmekten çekinmek de eskisi gibi değil. Fotoğraf çekme imkânının “cep”e girmesi, yayın, paylaşma mecrasının uçsuz bucaksız olması, çekinilecek başka şeyler yaratıyor.
Mesela fotoğrafta yanında durduğun kişi, onunla oturduğun masanın üstündekiler bile çekinme vesilesi. Rakı mezesi olmak dışında muhtemelen hiçbir standarda girmeyen nevâleyle döşenmiş masalara yapılan rötuşlar sosyal medya bir yana, siyasette de trend. Bakışlar, hâller, o mahmur tebessümler de dâhil rakıya özgü her şey var masada, fotoğrafta… Ama -dolu- rakı kadehi, şişesi yok.
“Kim, kiminle, nerede, ne yapıyor”
Daha hayati, daha çekinilecek sorunlar da ekleniyor tabii. Eski fotoğraflarda başını yasladığın eski sevgilini, ayrıldığın eşini, bozuştuğun, küsüştüğün arkadaşını, akrabanı filan o kareden kazıyıp, onu Metin Altıok’un hüznüyle, Ah, “o eski fotoğraftan hoyrat bir makasla oyup” ilelebet yok edebiliyorsun.
Ama bugün bir yerlerden bulup muhakkak çıkarıyorlar. O fotoğraf siciline, her yere savrulan albümüne bir yerde, bir mecrada işle(n)miş. Gününü bekliyor. Çekinilecek “tarihi” fotoğraflar ya da habersizce çekilenleri, objektife yakalananları, malum siyasetin de başına belâ. Montaj, onun âlâsı deepfake bile siyaseten ayıp değil, iktidar nezdinde suç da değil. O da başka, uzun mevzu. Politikacıların, siyasi yandaşların bir zamanlar iftiharla sunduğu fotoğraf albümlerinin bile eski tadı, itibarı, garantisi kalmadı pek.
Bir yanda “Ayşegül bilmem nerede” misali şahsına ait fotoğraf albümlerin medyada: Şahsım düğünde dernekte, karada denizde havada, seyranda seyahatte, selde depremde, kulübede sarayda, resmi-sivil, yerel-ulusal(arası) türlü kıyafetlerde… Diğer yanında şahsını eşeleyen “sır” fotoğraflar, “Kim-kiminle-nerede-ne yapıyor”un adli, arızi, tarihi albümleri…
Ne kadar çekinirsen o kadar…
Kafan sıvılı-sıvısız “iyi”yken, yaşın aklını-başını almamışken yahut o günün şartları, çıkarları onu icap ettirdiğinden çekindiğin seri fotoğraflar başa dert. O yüzden fotoğraf “çektirmek”in bugün “çekinmek”e dönüşmesinin, bilinçaltındaki böyle bir “neo-çekinme” duygusunu yansıttığını, dile vurduğunu şey edebilirim.
Bilinçaltının da altına, dibine inersem, gerine gerine “fotoğraf çekinmek”in önceki kuşakların o gariban, o kıt, yoksul imkânına nispet nidası olduğunu bile pekâlâ düşünebilirim: “Siz -o meseleden- çekiyordunuz. Biz her an, her yerde çekinip duruyoruz.”
Bir meseleye yeterince vakıf olamayınca, izahını bulamayınca, bir yere koyamayınca, elinde değil sinir de oluyorsun. Önceki satırlarda şirinlik katmaya çalışsam, empatiyi mânâsını iğdiş ederek sadece bir tür anlama tekniği olarak kullansam da zor. Tam bir salgın zira…
Çekinme cümle âleme çektir
İroniyle, şakacıktan söylese de “Bi fotoğraf çekinebilir miyiz” şarkısı nedeniyle Mirkelam’ı da affetmiyorum(!) Öyle gönlübol bağışlamaların, espriye vurmaların, “Bir şey olmaz”ların toplumda nelere yol açtığının nağmeli bir örneği… Dedim ya, sinir oluyorum. O ruh haliyle asabileşecek şey de bugün ibadullah.
Zaten dil meselesi çoğu insan için muallakta, bir o yana, bir bu yana sallanıyor. Zaten siyaset dilinin karartması, manipülasyonu altında… İnsanlara öyle nağmeli, nakaratlı “O bile söylediğine göre doğrusu budur” duygusu verilir mi?
Yazarak kocamaya ömrüm, aklım yeterse, tüm ekranlara yayılan bu furyada karıştırmamak için doğrusunu -veciz bir ifadeyle- ben de duvarıma asacağım. Felsefi olarak da iş görür, aforizma olarak da: Bu hayatta doğrusu, muteberi -her şeyden- çekinmek değil -cümle âleme- çektirmek… Çekinmeyelim çektirelim arkadaşlar!
Sathı asabiyet, hattı asabiyet
Sathı asabiyetim, hattı asabiyetle de artıyor. Kırdan kente (muhtemelen bu örnekte kentten kıra), sınıftan sınıfa, meslekten mesleğe “halk”a yayılan “fotoğraf çekinmek”, lafın gelişi, en azından dille ilgili öyle sayılan “seçkin” alanlara, “haber dili”ne de (bile demiyorum) gürül gürül sızıyor.
“Sarıyer’de fotoğraf çekinmek isterken denize düştü”, “Antalya’da Düden Şelalesi’nin denizle buluştuğu noktaya gelen yerli ve yabancı turistler, fotoğraf çekinmek için hayatlarını tehlikeye atıyor”, “Kırıkkale’de Kızılırmak’ta yaşanan ölümcül kazanın nedeni fotoğraf çekinmek”…
Bu hazin vakalar, DHA, Akşam, Yeniçağ, Dailymotion Türkiye’den, irili ufaklı bir dizi internet haber sitesine kadar manşetlere böyle cümlelerle taşınıyor. İşin kara mizahı, başta Akşam olmak üzere “fotoğraf çekinme” kazalarını kaçırmayan haber sitelerinin, “Fotoğraf çekinmek mi, çektirmek mi?” meselesinin doğrusunu açıklayan Doğru Türkçe, Doğru Dilbilgisi haberlerini, makalelerinide yayınlamaları.
Medya kendi söküğünü dikemez
Daha niceleri… “Çekinmek” fiilinde bir tuhaflık, eğretilik sezen de zevâhiri “fotoğraf çekilmek için”le kurtaracağını düşünmüş. Aslında o fotoğraf çekim kazalarının bir kısmının o meşhur “Biraz geri git, biraz daha, az daha…” komutuyla ilgili olduğunu varsayarsak, bir bakıma “doğru” yahut durumu uygun bir ifade!
“Terzi kendi söküğünü dikemez”i alıp, “Medya kendi (dil dâhil) söküğünü dikemez”e sabitlesek, haberin, dilin bu perişanlığında harika güncelleme olur. Açıklayıcı, örnek atasözlerine “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” da ekleyince, tamam. Bu ortamda sık sık, yeniden tanımlaması gereken medyaya dair kullanışlı vecizeler. Maksat hizmet olsun.
İşte hepsi “bu yüzden dolayı”
İşte “bu yüzden dolayı” dille derdim çok. Bakınız, “Bu yüzden” ya da “Bundan dolayı” filan demiyor, diyemiyorum. Doğru, makul kullanımı beni kesmiyor; durumu -hakkıyla- anlatmama kifayet etmiyor. Torunumun üç yaş deyişiyle ihtiyacıma gerekiyor. Çünkü ortam öyle böyle değil!
Mesela örneğin (misal yani örnek o kadar çok ki, biri yetmiyor meramımı anlatmaya) memleketin hâlini pekiştirmeyle tanımlayan “durum ve vaziyet feci”deki gibi aynı anlama gelen kelimeleri birlikte kullanmam gerekiyor. Yeterince, dozajınca anlaşılamama endişesini de taşıyorum; zira Orhan Veli gibi ben de bilmezdim kelimelerin bu kadar kifayetsiz olduğunu, bu derde düşmeden önce.
Misal, Sedat Peker’in ifşaatlarında, iddialarında vazgeçilmez vurgulama nidası da “bu yüzden dolayı”. Google’da aratınca 46 bin sonuç çıkıyor. Sohbet, muhabbet dili de değil sadece… Facebook, Twitter, Instagram’daki yazı dili de öyle. Anlattığı hâlleri, iddialarına hedef olan yüzleri, pekiştirmek de istiyor(du) belki. Arada doğru yahut uygun kullanımı da var esasında… Biraz zorlarsan, “Memleketteki her şey size anlattığım bu yüz’lerden dolayı” mânâsında belki.
“Bu sebepten dolayı” kardeşliği
Halkın diline yeni kelimeler, bilhassa sıfatlar, tanımlar yerleştirmeyi, çakmayı seven, bir yandan da halkın diliyle konuşmaya dikkat eden siyaset için de gereken bir ifade. Bazı kadim, popüler kelimelerle sen halka iniyorsun, bazen de dolaşıma açtığın kelimelerle çoktan donanmış halk huzuruna çıkıyor. Hedef bu olunca Türkçenin, kelimelerin kifayetsiz kaldığı durumlar da oluyor tabii. “Yeni”lerini buluyor yahut duruma uyduruyorsun.
Misal memleket portrelerini, manzaralarını kendi, kadim söylemiyle, kelimeleriyle fazlasıyla pekiştirerek tanımlamayı seven, o maharete, o zengin hamasete sahip olan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye sıradan kelimeler, nidalar nasıl yetsin?
Konuşmaları Lugat-ı Nâci’nin müellifi Muallim Nâci’ye kelime toplatır. Bir kelimenin sözlük anlamlarını tek tek sıralıyor, yineliyor, tempoyu da oradan veriyor. Dil kuyumculuğunda “Bu yüzden dolayı” kalıbına hiç itibar etmese de onun küçük kardeşi “bu sebepten dolayı”nı, atası “bundan mütevellit”i sık kullanıyor. Gerekli çünkü.
Türkçe lastikli de kopuyor bazen
Ulusal kullanımına, yaygınlığına bakınca, o duygunun, o ille de her şeyi birilerine anlatır gibi açıklama heves ve gerekliliğinin hakkı da “bu yüzden dolayı”dır belki. Nihayetinde aslolan yaşayan Türkçemiz. Yaşamayan, her an duymadığım, kullanmadığım kelimeyi ben ne yapayım! N’apayım ben böyle aydını!
Ayrıca brüt 24 saat ekranlı hayat, her an karşılaştığın “yüz”ler de bu kullanıma altlık oluyor muhtemelen: “Bütün mutsuzluğum, asabiyetim her an karşıma çıkan bu ‘yüz’den dolayı…” Türkçenin yerli-milli lastikliği işte… Çekersen uzuyor. Amma velâkin o kadar çekince kopabileceğini (belki de emsali, ölçüsü eski, kavî don lastiği olduğu için) içermiyor o kadim betimleme. O yüzden dolayı da kimsenin aklına gelmiyor.