Bugün “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı”… Bir zamanların haber şablonuyla “19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı, Başkent Ankara’da, tüm yurtta, yavru vatan Kıbrıs’ta ve dış temsilciliklerimizde ulusça, törenlerle idrak ediliyor”.
O bayram hakikaten idrak edilebiliyor muydu; o “akıl erdirme, anlayış” nasıldı, ne yöndeydi, ne kadar değişti deyince, bayramın tarihine değinmem gerekiyor biraz. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı gün 1926’da Samsun’da “Gazi Günü” olarak kutlanıyor.
Ardından 1934’de Atatürk soyadının verilmesiyle o tarih “Atatürk Günü” olarak anılıyor. “Milli bayram” değil henüz. Atatürk’ün girişimi, onayıyla 4 Temmuz 1938’de yayınlanan kanunla “Gençlik ve Spor Bayramı” oluyor. Gençliğe armağan…
Evren’in numerolojisinde 19
Yıllarca öyle kutlanıyor. Sonra aslında yaptıklarıyla değil ettikleriyle idrak edilmesi gereken 12 Eylül darbesi… Başında da yaptıklarına ettiklerine asla doymayan Kenan Evren. Bayram seyran da öyle, o ihtirasa dâhil; ona da karışmalı, imzasını milli bayramlara da atmalı, sırtını ona da dayamalı.
Üstelik Matematik Dersi’nde başarılı olmadığı söylense de Kenan Evren (de) sayılara, “numara”lara, numerolojiye meraklı. Bayramın da kendince gizemini bulmuş: “Ulu Önder Atatürk’ün hayatında 19 rakamının büyük önemi olmuştur. 19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya ayak bastı ve ne garip tecellidir ki, 3 tane 19’un toplamı olan 57 yaşında hayata gözlerini yumdu.” Evren’in 19’a, adını değiştirdiği o tarihteki “bayram”ın da bağlamında gençliğe takıntısının, “bir sağdan bir soldan” aritmetiğinin numerik gizemi oralardan mı bilemiyorum.
Bana bunlarla gelin…
Atatürk’ün doğumunun yüzüncü, darbenin ilk yılını 1981’de çıkarttığı kanunla “Atatürk Yılı” ilan ediyor. Ve 19 Mayıs’ta kutlanan bayramın adını değiştiriyor: “Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı.” Zira “ideolojik boşluk ve sapma” içindeki gençliğe o kisveyle zapturaptın, o “rol”le, ambalajla onaylanmanın derdinde. Bana idamlarla, işkencelerle, zindanlarla, kıyımlarla değil bunlarla gelin babından.
Lâkin ölümün ardından Guardian, The Times gazetelerinin kurduğu, Türkiye’de de hep tartışılan cümle farklı. Şahsına, keyfine (mün)hasır “Atatürkçülüğü”nü gölgeliyor: “Sol büyümesin diye İslami eğitimi canlandırdı.” Çok tartışmalı olsa da, klişeye dönüşse de kamuflajının renkleri arasında o da var. Kadir Gecesi doğduğunu hatırlatmayı da pek seviyor zaten.
Gençlerin darbeyle, idamlarla, işkencelerle, zindanlarla hâl-i pür melali ortadayken 19 Mayıs 1981’de Anıtkabir Defteri’ndeki satırları hiçbir şey olmamış gibi: “Yüce Atam, (…) Samsun’da yapılan törenleri bu sabah heyecan ve coşkuyla izledik, şimdi oradan geliyoruz, Cumhuriyet’i emanet ettiğin Türk gençliğini başları dimdik gördük, bir kere daha onlarla iftihar ettik.”
Velâkin dik başlı akademisyenlere, o dimdik gençlere, üniversitelere çekidüzen mevzuatı ve kıyım da altı ay sonra kurulan Yükseköğretim Kurulu’yla (YÖK) geliyor. Başında Doğramacı soyadlı bir 12 Eylül İhsan’ı… Doğruyorlar birlikte. (Fotoğrafta YÖK Başkanı Doğramacı Evren’le birlikte.)
Gençlere mirası yurdu saran ilk, ortaokulları, liseleriyle “Kenan Evren”, “Evren Paşa” isimlerini, tabelalarını kaldırmak oluyor. AA beş yıl önce haberini de yapmış: “Kenan Evren ismi 432 noktada tabeladan silinecek.” O dönemde, o gazla göbek adıyla birlikte ismi Kenan Evren koyulan çocuklar ne oldu, hafızalarında ne taşıyor bilemiyorum.
Uydurduğu ödülü de kendi aldı
Yeri geldiğinde kamuflaj üniformasını da pek seven Evren’in bu konudaki atakları bitmiyor elbette. 1983’de de “Atatürk Uluslararası Barış Ödülü”nü kanunla yürürlüğe sokuyor. İmzasıyla şahsına ait bir kanun.
1986-89 yılları arasında yabancı devlet adamlarına verilen Barış Ödülü 1990’da fikir babası Kenan Evren’e nasip oluyor. Türkiye’de o ödülü alan tek yerli-milli şahsiyet. Sonrasında da kaldırılıyor zaten. Biz de öyle, bunların “idrâkinde” büyüyoruz elden geldiğince. Ancak o idrak kabına/kalıbına sığmıyor her zaman.
19 Mayıs Stadyumu
Türkiye’de gençliğin evreninin idrakinde Evren nadide örneklerden olduğu için “12 Eylül ve gençlik”e devam edeceğim ama… Mevzu 19 Mayıs olunca “Divan”a yatıp gençliğime, ortaokul günlerime dönmeliyim. Orta sondu sanıyorum, 19 Mayıs Stadyumu’ndaki gösterilerde bizim sınıf da vardı nedense. Numunelik sayılmazdı doğrusu.
Provası, hazırlığıyla derslere girmekten muaf tutulunca, resmiyetten, disiplinden, okulun öyle gösterilerinden haz etmeyenler bile gül gibi katlanırdı dikenine. Kızların giysilerini (etek, şort?) kırmızı-beyaz rengi dışında pek hatırlamıyorum ama kendi kıyafetim aklımda:
Beyaz pantolon, beyaz fanila (penye tişört adıyla sanıyla pek yoktu o zamanlar), beyaz lastik ayakkabı, belde bayrak kırmızısı kuşak. (Yazımın o günümüzden 40-50 yıl önceki ana fotoğrafına bakıyorum da şapka hariç kıyafetimiz aynıymış. O subay şapkası -uysun uymasın- gerektiğinde yıllarca iktidarın da, ana muhalefetin de başında…)
Bayramın kenar süsü
İyi hatırlıyorum; o sayede birkaç arkadaş klasik kumaştan/kesimden değil kot dikimi “zımbalı beyaz” pantolona kavuşmuştuk. Biraz zaman geçince bazısının üstünde “Viktoryo”, bazısında “Viktoria Kumaş Boyaları” yazan toz boyalarla değişti renkleri. Tepe tepe kullanıldı…
O toz boyaların önemi bir devrimi de ortaya çıkardı o dönemde: İç çamaşırı kaleminden beyaz fanilalarla “bük-gönlünce bağla-kumaş boyalarına batır” yöntemiyle yapılan unisex, rengârenk “batik tişört”lerin keşfi… Tek tipin, konfeksiyonun inadına herkes fanilalarına kendi tablosunu yapıyor, “penye”nin yaygınlaşmasıyla kızların elbiselerinde, fularlarında gerçeküstü çiçekler, tasarımıyla özgün dünyalar açılıyor.
Neyse… O bayramda uygun adım yürüyüp, uzun süre “Hazırrr ol!”da durduğumuzu da hatırlıyorum. Görevimiz, gösterimiz o kadar. Folklor, spor, akrobasi gösterilerinin, şiirlerin, marşların dekoru, kenar süsüyüz. Ancak tefrişatı-teşrifatı, intikali-toplanması-dağılmasıyla gün boyu desem, abartı sayılmaz.
Al sana bayram…
Büyüyorduk öyle… De, büyümenin yan, dış mihraklı etkileri çok. Mesela 19 Mayıs deyince aklıma hep o şiir geliyor. Can Yücel’in o günlerde bizim gibi 14-15 yaşlarında olan gençlere de hitâbesi… “Bir Siyasinin Şiirleri” kitabının “damdan damlaya damlaya göl olmaz ya” bölümündeki “sekizinci” şiiri: 19 Mayıs. 12 Mart 1971 darbesinde 15 yıla mahkûm olduğu hapishanedeyken (1974 genel affıyla çıkıyor) Nisan 1973’de yazmış:
“Bugün Ondokuz Mayıs, /Mayısın ondokuzu! /Sen ey Türk istiklâlinin koruyucusu, /Sen ey ülkemizin geleceği, /Sen ey demirparmaklıklarda barfiks yapan, /Ranzalarda perende atan /Sportmen ve kahraman Türk Gençliği, /Önünde senin bütün Kilit-bahirler açık, /Ama her zaman Samsun’a çıkılmaz a, /Bu sabah da avluda volta atmağa çık!”
Manzaralarıyla gençliğin tablosu öyle… Gençler askeri mahkemelerde, Meclis’te onaylanan oldu-bitti kararlarla asılmış, öğrencisi, yazarı, gazetecisi, “sivil” toplumu hapse atılmış… Bazısı kuytuda, bazısı ortalıkta öldürülmüş, işkencelerden geçmiş. Al sana gençlik, al sana o günlerdeki bayramı.
19 Mayıs’ta gizli rapor
Periyodik darbelerle ilgili bir sır da yıllar sonra ortaya çıkıyor. Tesadüf yahut numerik gizemiyle yine 19 Mayıs’ta (1969) Ankara’daki Amerikan Büyükelçiliği’nden Washington’a yollanan gizli raporla… Radikal Gazetesi’nde 17 Şubat 2008’de “raporun gizliliği kaldırılan bölümleri” yayınlanıyor.
“Türk ordusu Celal Bayar ve öteki kötülenen politikacıların siyasi haklarının iadesiyle ilgili yasal düzenleme konusunda son kararını verdi. Bu karar, eğer Senato 20 Mayıs günü yasayı kabul ederse, -bayram menzilinde- yönetime el koymak.” Darbe hep hazırda, asker ocağında kaynıyor. Ya 1960’daki gibi gençliği yamacına alacak ya da bugün de geçerli şablonuyla “bir kısım gençlik”i karşısına.
Gençliğin Eylül bilançosu
Sonrasında da -katlanarak- öyle. 12 Eylül darbesiyle bir milyon 683 bin kişi fişleniyor, çoğu genç 650 bin kişi gözaltına alınıyor, 230 bini askeri mahkemelerde yargılanıyor, cezaevlerinde 171’i işkenceden, -gerisi de seyriyle “muamma”- 300 kişi ölüyor.
Adlisi-siyasi, Evren’in deyimiyle “bir sağdan, bir soldan” çoğu genç 48 insan asılıyor. 1980-84 yıllarında infaz edilenlerin arasında 18 yaşında bile olmayan Erdal Eren de var. Firarla idamdan kurtulanlar da… Gıyabında idam cezasına çarptırılanların bazıları bir süre sonra yurda döndüğünde karar beraat!
Dansçı Evren’in dans tepkisi
Evren’in, darbenin burnu her yerde. O ünlü şarkı biçilmiş kaftan ruh hâline. “Her şeyden sen anlarsın, en güzel (ve pahalı) resmi sen yaparsın, en güzel şarkıyı sen söylersin, en iyi sen dans edersin”i bile güftesine, sahnesine ekliyor. “Sen neymişsin…” babından gençliğine de göz atıyorum.
Onun gençliğini gözümde pek canlandıramadığım için altı cilt hâlinde basılan “Kenan Evren’in Anıları”na bakmam gerekiyor. Birinci ciltte “Topçu Okulu günleri”, gençliği de var: “Param oldukça dans zevkimi gidermek için barlara giderdim. Dans etmeyi sever ve iyi de dans ederdim. Ancak bardaki konsomatris kızlara acırdım. Hoşlansın hoşlanmasın, yorgun olsun olmasın, önüne gelenle dans etmeye veya içki içmeye mecburdular.”
Parasını verip dansın eden Evren darbeyle başa geçince “dans eden gençler” de hedefinde elbette: “Bu öğretim üyeleri özerklik diye bir şey tutturmuşlar. Neymiş efendim, taşrada üniversite olmazmış. Sensin taşralı! Çünkü üniversite öğrenimi demek yalnız kitap okumak demek değilmiş; kızlı-erkekli dans edilemeyen yerde üniversite kurulamazmış. Adamın aklında başka şey var.”
Tepeden tırnağa, çizmeye
Kendisine hak, üstelik marifet gördüğü ama başkası yapınca öfkeyle, yasaklarla seyreden o mâhut “diktatör sendromu” Evren’de de tavan. Müstehcenlik mesela… Katıldığı Asya-Avrupa Sanat Bineali’nin açılışında bir tabloyu “müstehcen” bularak kaldırtan Evren yaptığı (kopyaladığı) nü resimleriyle de ünlü. Anadan üryan “tablo”ları arasında Katarina Witt, Hande Ataizi de var. Konserine gittiği Sibel Can’a iltifatı da meşhur: “Vücudun tam resimlik olmuş.”
“Aklındaki şeyler”le gençlere -tepeden tırnağa- nasihatleri ise ayrı âlem. Çizmelerine bile uğruyor, ona da karışıyor: “Bugünün bazı genç bayanlarımızın, kusuruma bakmasınlar, bunu açıkça söylüyorum, modadır diye ayakkabı yerine çizme giymelerini ben tasvip etmem. Çünkü her çizmeden üç ayakkabı çıkar. Çünkü bu çizmelerin üzerindeki deri ile üç çift ayakkabı alınır.
Eskiden erkekler çizme giyerdi. Niye şimdi bayanlar alır, anlamıyorum… Ben kızlarıma bile kızıyorum. Neymiş, ayakları üşüyormuş. Üşüyorsa kalın çorap giysinler.” Gençlere karışmak, onlara söylenmek Geleneksel Yaşlılar Olimpiyatı’nın milli dalı zaten. Evren de hakkıyla ipi göğüslüyor.
“Ne demek gençlik kolu!”
Gençlere karışma, müdahale yöntemini de açıklıyor pişkin pişkin: “Biliyorsunuz, Ziya Paşa’nın meşhur bir beyti vardır. Şöyledir: Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir. Şimdi genç nesiller belki bunu anlamamıştır. İzah edeyim.
‘Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir’, yani evvela nasihat et diyor, nasihatle uslanmazsa, o zaman çıkış ona, bağır-çağır, eğer ondan da adam olmazsa, o zaman ‘Döv’ diyor. Şimdi, biz evvela nasihatle, eğitimle doğru yolu göstermeye çalışıyoruz.”
Düsturlarını icraatlarına da ekliyor tabii: “Siyasi partiler kadın kolu, gençlik kolu ve benzeri gibi ayrımcılık yaratan yan kuruluşlar meydana getiremezler. Ne demek gençlik kolu… O zaman bir de ihtiyar kolu, orta yaşlı kolu kurulsun, Böyle şey olur mu?”
“Bayramı hepimizin” de…
Öyle böyle geliyoruz bugünlere… Gençler, genç kalanlar, gençliğini cezaevlerinde tüketenler yine gündemde. Kobani Davası’nda cezalar bayrama üç gün kala, 16 Mayıs’ta açıklandı. 2016’dan beri cezaevinde olan Selahattin Demirtaş’ın payına düşen de 42 yıl.
Omuzuna eklenen yüklerle gençlik de değişiyor, onlara yönelik “tedbir”ler de, kafalara göre “eğitim” mevzuatı, müfredatı da… “Değişmeyen tek şey kalite” desem, “Aaa, eskiden daha iyiydi” diye nostaljik protestolara da hedef olurum. Eh, birçok örnekte çok da haksız sayılmazlar. “Mehtabı hoş, güneşi hoş, günü hoş Boğaziçi” bile şarkılarda kaldı.
Bayramlara saygı sonsuz, o şarkısındaki gibi “bayramı hepimizin” de, herkese öyle, “geçti o kara günler /açıyor pembe güller” nağmesinden gelmiyor maalesef. Gençlik Bayramı da bugün gençliğin içinde bulunduğu koşullarla, istikbaliyle ilgili koyu soru işaretleriyle, belirsizliklerle idrak ediliyor.
İbretlik Gençlik Araştırmaları
“Gençlik Araştırmaları”na göz atmak bile yeterli. “Gençliğin yetişme ve gençliği yetiştirme şartları” ortada. Mutsuzluk oranları ve göstergeleri ortada. Gençlik yıllarını ağır endişeler, belirsizlikler gölgeliyor. Gençliğin yarısının ana beklentisi “İyi bir yaşama kavuşmak”, yarısından fazlasının umudu “başka bir ülkede yaşamak”.
Yüzde 90’ına yakınının ülkenin ekonomisini “kötü”, gelir dağılımını “eşitsiz, dengesiz” olarak tanımlaması, Türkiye’deki eğitime, fırsat eşitliğine bakışları… Araştırmaların, gençliğin profilini özetliyor. Murathan Mungan’ın dizeleri de özetler; “Bütünlemeli çocuklarla geçti /gençliğimin rüzgâra verdiğim yılları”.
“Hayat bayram olsa” ama…
Şenay’ın mitinglere bile şiar olan “İnsanlar el ele tutuşsa, birlik olsa /Bütün dünya buna insansa, bir inansa, hayat bayram olsa”sı hoş da… Bu dünyaya, bu ülkeye, gençliği kafasına göre sabitlemeye çalışanlara bakıp hayat bayrammış gibi yapmak imkânsız. Bence bildik, umursamaz örnekleriyle ayıp da… Bayramlık elbiselerini giysen bile üstüne oturmuyor.
Gençlik de geçip karambole gidiyor zaten. Dün gibi gelse de, dün de bugün de ortada. Ne acı… Tarihi, dünü bugünü kamburuna alınca gençlik insana ölümü de hatırlatıyor bu ülkede. İnsanlığın o “korkunç güzel” Zafer Anıtları’nın, nutuklarının, hamasi nakaratlarının olmazsa olması “Gençlerimiz!” nidalarının temelinde ölü-diri kaç genç gömülü?
Geçip gidiyor, bir zamanların ünlü türküsü, ağıtındaki “Bayram benim neyime…” faslından. Araştırmalardaki “yurtdışı göç” oranlarına, hayallerine bakınca, mini gençlik konserine Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın şiirinden bestelenen “Uçun kuşlar uçun” türküsü de eklenebilir. Şiirdeki kuşların istikâmeti “doğduğu yer”e ama Bölükbaşı da o dizeleri sürgünde yazıyor.