Futbola ‘ayaktopu’ denilen günlere denk geldi çocukluğum. ‘Ayaktopu’na futbol dediğimiz günler daha sonra geldi. Simite gevrek, çınara kavak, elektrik sigortasına asfalya denilen bir diyarda doğup büyümüştük zaten. Veya şöyle diyelim: Başka diyarlarda gevreğimize simit, kavağımıza çınar, asfalyamıza sigorta denilirmiş; sonradan öğrendik.
Her ne ise… O çocukluk günlerinde kullandığımız, meramını güzelce ifade ettiğini düşündüğüm bazı kelimeler var ki, genel kullanımda ya hiç olmamalarına veya zaman içinde geriye düşmelerine üzülürüm.
‘Gözbağcı’ o kelimelerden biri. Sihirbaz kelimesine feda edilen veya daha uygun lâkin ithal bir kelimeyle ‘illüzyonist’ diye karşılanan şeyi sanırım en doğru şekilde bu kelime anlatıyor. Sihirbaz uygun kelime değil, çünkü ‘gözbağcı’ sihir ile kastedilen şeyi yapmıyor. Ortada bir ‘illüzyon,’ yani yanılsama olduğu için ‘illüzyonist’ uygun, ama yine de bu kelime sözkonusu yanılsamanın nasıl gerçekleştiğine dair bir ipucu vermiyor. ‘Gözbağcı’ ise, herşeyi açıkça ve bir bütün halinde ifade ediyor. Gözbağcılık: Gözü bir noktaya odaklayıp bağlamak suretiyle, el çabukluğuyla gözden kaçırarak yapılan şeyler vasıtasıyla yanlış şekilde oluşturulan olağanüstülük algısı… Böyle diyebiliriz herhalde gözbağcılık için; zira ortada bir olağanüstülük yok aslında, sözgelimi olmayan bir tavşan var ediliyor değil, bilakis göz bir noktada kilitlenmek suretiyle olmayan tavşan şapkadan çıkarılıyor izlenimi oluşturuluyor. Dikkatin kasıtlı şekilde bir noktaya yöneltilmesi, başka noktaların ise gözden kaçırılması suretiyle, farkına varılmadan başka şeyler icra ediliyor; göz bağcılığıyla, olmayan olmuş gibi ‘yanılsamalar’ üretiliyor.
‘İllüzyonist’in, yani yaygın ama yanlış kelimeyle ‘sihirbaz’ın bir oyun olarak sergilediği bu gözbağcılık hüneri, bakıldığında, hayatın oyun dışı alanlarında da sergileniyor diyebiliriz. Siyaset, medya ve eğitim bu alanların belki de en önde gelenleri… Nitekim, ‘başarılı’ her popülist siyasetçide usta bir gözbağcılık boyutu da görmek mümkün. O sayede, kitleleri olmayanın varlığına, olanın olmadığına inandırabiliyorlar. Veya dikkatleri bir noktada toplamışken, yapmayı düşündükleri şeyi el çabukluğuyla yapıp toplumlarını hedefledikleri çizgiye yönlendirmeyi başarabiliyorlar. Şahsen yarım yüzyılı aşan hayatıma bakıyorum da, medyayı ve eğitimi de bu uğurda kullanmayı başaran siyasetçiler eliyle ne tür ‘gözbağcılıklara’ maruz kaldığımızı; gözümüz bir noktaya odaklanmışken görmemiz gereken asıl şeyin nasıl gözden kaçırılarak icra edildiğini, vukuundan epeyce sonra da olsa, görebiliyorum.
Çok şükür, vukuu esnasında veya vukuundan önce uyanabildiklerimiz de yok değil. Nitekim, şimdi de maharetli bir gözbağcılık hüneriyle, mantık ve iz’an terazisine vurulduğunda tutarsızlığı aşikâr şekilde görülecek bir istikamete toplumun ustalıkla yönlendirilmekte olduğunu seziyor gözlerim.
Bu son gözbağcılığı birazcık çözebilmek için, kişi kültüne feda edilmek suretiyle ‘tek kişilik cumhuriyet’e dönüştürülmüş anlatı üzerinden gerçekleşen vesayet inşasına, bu vesayeti aşma yolunda iç dinamiklerin ne gibi engellerle karşılaştığına, 60-71-80-97 derken yaşanan ihtilal veya darbelerle vesayetin yeniden tahkimine; sonra da bu vesayetin 2000’lerin ilk on yılında nasıl adım adım geriletildiğine bakmamız gerekiyor. Gerçeği dürüstçe görelim ve söyleyelim: Türkiye’de bu vesayetten muzdarip olan farklı eğilimlerden sivil unsurların 2000’lerin ilk yıllarında oluşan büyük koalisyonu dahi, kökleri epeyce derinlere inmiş ve çok farklı alanlara dal-budak salmış bu vesayeti aşabilmek için tek başına yeterli değildi. Bu, 28 Şubat darbesi ile mütedeyyin kesimin, 2002 ekonomik kriziyle de ekonomik mağduriyet yaşamış çok farklı toplum kesimlerinin bir çıkış yolu olarak Avrupa Birliği’ne uyum sürecine ikna olduğu bir zeminde, bu sürecin rüzgârını arkasına almak suretiyle gerçekleşti. Demokratikleşme yolunda o an için hayal gibi görülen birçok reform bu sayede yapılabildi.
Bu süreçte Avrupa Birliği’nin karar verici ve politika yapıcılarının her aşamada dürüst, adil, sağduyulu ve hakperest olduklarını söylemek elbette mümkün değil. Avrupa’nın ve ‘birliği’nin eleştiriye açık boyutlar barındırdığını da görmezden gelecek değiliz. Ama küresel düzlemde oyun kurma ve etki oluşturma yeteneğine sahip güçlere baktığımızda, o gün için Avrupa Birliği içlerinde en ehvenini oluşturuyordu ve hâlâ bu konumda duruyor. Daha önce bir yazımızda dikkat çektiğimiz üzere, evet, Avrupa Rudyard Kipling gibi sömürgeci zihinleri de hâlâ içinde barındırıyor, ama aynı Avrupa içinde Goethe gibi isimlerin izinden yürüyenleri de barındırıyor. Avrupa içinde ırkçılar, yabancı düşmanları, İslamofobi üretenler, göçmen aleyhtarları yok değil; ama aynı Avrupa hukuk devleti, sosyal devlet, insan hakları, çoğulculuk, farklılık içinde birarada yaşama gibi birçok kritere vurulduğunda, dünya sıralamasında açık ara önde yer alıyor. Kurumları, ilkeleri, sivil toplum kuruluşları ve kamuoyu denetimiyle, bütün bu alanlarda en büyük küresel güç ABD’nin, hele Trump Amerikası’nın epeyce önünde nitekim. Rusya ve Çin gibi küresel güçlerden ise keskin biçimde ayrışıyor. Ne kadar gözbağcılığı yapılırsa yapılsın, kitleler aksi yönde ikna edilmeye ne kadar çalışılırsa çalışılsın, Orta Doğudan, Afrika ülkelerinden, Hind alt kıtasından ve başka diyarlardan insanların topluca oluşturduğu yirmi birinci yüzyıl ‘kavimler göçü’nde ‘menzil-i maksud’un Avrupa olarak belirlenmiş olması farklı ülkelerden insanlar nezdinde de bunun böyle görüldüğünü teyid ediyor.
Ne var ki bizler o Avrupa’yla ‘serbest dolaşım’ anlaşmasını uygulamaya koymaya ramak kala o taraftan değil de bu taraftan bir hamleyle masanın devrildiği bir dönemeçteyiz. O tarihe kadar ‘uyum süreci’ni ‘tam üyeliğe’ varan bir hedefle fiiliyatta ayak sürümeler de olsa en azından sözde ve teoride temel hedef belirleyen bir yönetim, o tarihten beri dün ‘uyum süreci’nden söz ettiği Avrupa’yı ve ‘birliği’ni kasden ve taammüden bir numaralı düşman adres olarak sunma hevesi ve gayreti içinde görülüyor. Bu uğurda münferit hadiseler ilgili yönetimin en aklı başında unsurları tarafından dahi kaba genellemelere gerekçe kılınıyor; kitlelerin de onay verdiği başkaca hadiseler ise ‘kullanıma uygun’ görülmediği için yok sayılıyor. Sanki bir maraza çıksın, masayı tümden kırıp dökmeye, ipleri hepten koparmaya bir mazeret oluşsun beklentisi seziliyor kimi orantısız ve tutarsız tepkilerden… Türkiye toplumu, muktedir siyasetin eliyle ve kontrolündeki medya-akademyanın diliyle masanın devrildiği o tarihten bugüne adım adım böyle bir çizgiye yönlendiriliyor. Bu durumda Avrupa Birliği’nin, birliğe üye hükûmetlerin ve siyaset adamlarının sorumluluğu yok değil. Ama eğer söz gerilim, tepki ve sorumluluktan açılırsa, onlardan hiçbiri bu ülkenin cumhurbaşkanına, dünya âlem herkese ilan ettiği bir mektupla “Aptal olma!” deme kabalığını göstermiş değil. Bu ülkenin askerini defalarca bombalamış, onlarca kayba sebebiyet verip her defasında dalga geçer gibi ‘kazaen’ diyerek yaptığını yapmaya devam etmiş de değil… Lâkin ilkinin faili olmasına rağmen Trump’a, ikincisinin faili olduğu halde Putin Rusyası’na gösterilen ‘anlayış,’ nedense AB’ye gelince kayboluyor, yerini rüzgârdan dahi nem kapan bir aşırı hassasiyet alıyor. Daha ağırını mazur görenleri, daha hafifine çok tepkili halde görüyoruz; hatta durduk yerde olmadık sebepten tepki üretir halde görüyoruz nedense…
Bütün bunlar olurken, öte yanda, Avrupa Birliği uyum sürecinde vesayeti geriletilen ülke içi unsurların güç ve enerji topladığını da görüyoruz. Seküler-dindar denklemi içinde baktığımızda birbiriyle çatışan iki otoriter zihniyet, özgürlük-dayatmacılık denkleminde şahane bir ittifakla ortak bir vesayet inşasına girişmiş halde gözüküyor şimdilerde. Bu yeni müttefikler nezdinde, “ABD, Rusya ve Çin’e kıyasla, küresel güçler içinde Türkiye açısından en ehveni AB’dir” demek ‘dahilî bedhâhlar’ sınıfına dahil edilip ‘işbirlikçi’ ve ‘hain’ diye damgalanmak için yeterli bir gerekçe. Ama aynı mahfiller Rusya’nın otoriter, dahası Çin’in totaliter çizgisine teslimiyette nihayet bulacak bir tarz-ı siyaseti el çabukluğuyla ‘yerli ve milli’ diyerek pazara sürüyorlar. Öyle ki, hayatı boyu irtikap ettiği işler ve girdiği ilişkilerle ‘Çin fikirli’ yahut ‘Rus hastası’ diye anılmayı hak eder şekilde yaşamış kimi adamlar bile ‘en büyük vatansever’ edasıyla arz-ı endam ediyor şimdilerde. Eskiden bir vesayet odağımız vardı, şimdi Kemalist ve muhafazakâr iki vesayetçi anlayış derinlerde oluşmuş bir ittifak üzerinden Türkiye siyasetini ve toplumunu en hafif tabiriyle ‘otoriter’ bir zemine sürüklüyor. Onlar için Avrupa, bu süreçte gerektiğinde başvurdukları bir koçbaşı niteliğinde. Ucube bir sistemin oylandığı referandumda atı alarak Üsküdar’a geçmenin Hollanda üzerinden ‘üretilmiş’ bir rüzgâra binerek gerçekleştiğini hatırlayalım lütfen…
Eğri bir zeminde doğru konuşmaya çalıştığımız için, yanlış anlaşılmasın diyerek bir kez daha altını çizelim: Avrupa sütten çıkmış ak kaşık diyor değiliz; Almanya değil, Fransa hiç değil; İngiltere, İtalya, Hollanda, Belçika ve diğerleri de değil… Ama tepkilerine gerekçe olarak ileri sürdükleri sebeplerle Avrupa’yla köprüleri atma yönünde tutum üretenleri, tutarlılık ve samimiyet nişanesi olarak, tepkinin daha büyüğünü ABD’ye, Rusya’ya, Çin’e göstermiş halde görmesi gerekiyor gözlerimizin. Trump Amerika’sı, hele Putin Rusya’sı ile arasına daha büyük bir mesafe koymuş olmaları; hele ki Çin ile selamı sabahı çoktan kesmiş olması gerekiyor… Çünkü dürüst ve adil olalım, eğer süt, kaşık ve temizlik analizi yapacak olursak, şu Avrupa, Çin, Rusya ve ABD ile kıyaslandığında, her birine ve hepsine karşı her hal ve şartta bizim için en ehveni kalıyor…
Eğer geçmişte yapılanlar itibarıyla Avrupa’yı eleştireceksek, en başta Avrupa kendi içinde o eleştiriyi yaparak geçmişindeki yanlışlarla yüzleşmede başkalarına göre daha yüksek bir performans sergiliyor. Bugün itibarıyla bir eleştiri yapılacaksa, kişi Avrupa Birliği’nin Rusya, Çin veya Trump Amerikası’ndan daha fazla eleştiriyi hak ettiğini hangi aklıselim sahibi söyleyebilir? Yaptıkları sebebiyle Avrupa’ya yönelik eleştiri, diğer üç küresel gücü eleştirebiliyorsak; dahası, yaptıklarının dozajına göre, hem de daha sert bir şekilde eleştiriyorsak hakkaniyetli olabilir. Ama Trump’ı, Putin’i ve Çin’i aklayanların veya en azından onların yaptıkları mezalim karşısında suskun kalmayı seçenlerin, onlar yaptığında suskun kaldığı şeyler üzerinden Avrupa Birliği’ni ‘kötünün kötüsü’ olarak resmetmesinin makul bir izahı olamaz. Bu, gözbağcılıktır; toplumu bir noktaya kilitleyip el çabukluğuyla bir iş kotarmaktır. Kaybetmemek uğruna Çeçenistan’ı dümdüz edip başına bir kukla yerleştirmiş; Osetya’da bir rehine eylemini yüzlerce okul çocuğunu öldürerek ‘çözmeye’ kalkışabilmiş; Kırım’ı uluslararası hukuku hiçe sayarak işgal etmiş; muhalif gazeteci veya siyasetçiyi zehirleterek bertaraf etme gibi bir siyaset tarzı da olan; Suriye’de yaşanan acılarda ve ölümlerde Esed lehine yığdığı askerleri, uçakları, silahları ve bombaları ile doğrudan dahli olan, tek bir kerede onlarca askerimizi öldürmüş bir Rusya’dan bahsediyoruz. Totaliter bir yönetim olarak insan haklarını hiçe sayarak kendi vatandaşlarının tamamına reva gördüklerinin ötesinde, Doğu Türkistan’da bir yok sayma ve yok etme politikasıyla, toplama kamplarıyla, türlü çeşit zalimce yöntemle dindaş ve soydaş Uygur Türklerini soykırıma uğratmaya çalışan Çin’den… Yahut Filistinlilerin haklarını ve hayatlarını hiçe sayarak İsrail’e verdiği tavizsiz destekle; ve yabancı düşmanı, siyahlara karşı ayrımcı popülist zihniyetiyle, Trump’ın yönettiği Amerika’dan…
Dolayısıyla, Avrupa’ya ve AB’ye diğer ülkelere yönelik politikaları yahut insan hakları, hukuk, adalet ve eşitlik gibi konular üzerinden eleştiri geliştirenlerin tutarlılık ve samimiyetinden söz edebilmemiz, ancak bu eleştirilerin çok daha fazlasını sözkonusu yönetimlere karşı yaptıklarını gördüğümüzde mümkün olabilir.
Ama tam tersini görüyoruz. AB’yi şeytanlaştıran bir söylem üretenler ile Trump Amerika’sını, Putin Rusya’sını ve Şi Cinping Çin’ini neredeyse ‘dokunulmaz’ kılanlar aynı odaklar, aynı kişiler…
Ve buradan anlıyoruz ki, bizim hukuk, hak, özgürlükler, çoğulculuk vs. gibi açılardan ‘eksikleri’ sebebiyle eleştirdiğimiz Avrupa Birliği, başka birilerinin nezdinde ise bu açılardan ‘fazla geldiği’ için eleştiri sebebi. Onların asıl rezervi demokrasi, hukuk devleti, sosyal devlet vb. konularda ‘fazla hassas’ gözükmesi… Gözbağcılığı ile başka gerekçelere dayandırılmak istenen itirazın asıl sebebi bu. Otoriter bir yönetim ve zihniyet inşa edip Rusya’yla, Çin’le, Trump Amerikası ile iyi olmak mümkün; ama Avrupa Birliği kriterleri açısından mümkün değil, çünkü yönetimler buna göz yumsa da sivil toplumun, kamuoyunun ikna edilmesi mümkün gözükmüyor. Böyle bir dünyada ve böyle bir konjonktürde Avrupa’dan uzaklaşarak yönelmemiz istenen adres ise, sineğin tacizinden kaçmak için yılan deliğine yahut arıdan kurtulmak için ayı inine girmekten pek farklı değil.
Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye dönük ikircikli, çifte standartlı, tutarsız ve haksız tutumlarını da kendileri lehine değerlendirerek gözümüzü bağlayanları, otoriter bir zihniyet ve rejim inşa edecek başka bir istikamet için toplumsal meşruiyet gerekçesi ve söylemi üretir halde görüyoruz velhasıl. Ama medyanın ve akademyanın da istihdam edildiği bir siyaset gözbağcılığı ile, bu nazarımızdan saklanarak gerçekleşiyor.
Bu tuzağa düşmemek şart…
Bu gözbağını çözmemiz şart…