Demeçlerde, medyada yine “İnsanlık öldü” başlıkları dolaşıyor: “Kudüs’te insanlık öldü.” İnsanlık yine orada taammüden cinayete, infaza kurban gitmiş. Sıkmışlar kafasına insanlığın…
Öldüğünde kaç yaşındaymış… Çocuk yaşında mı ölmüş/öldürülmüş yoksa asırlardır inzivadaki yatalak ömrüyle zaten bunamış mı biraz? Yahut hiç yaşamamış da biz medyada gezinen birkaç hayırsever hayaletine, yorgun dervişlere, hikâye anlatıcılarına bakıp, “İnsanlık ölmedi” mi demişiz, bilmiyorum.
“Bugün yine hava bozdu” gibilerinden “İnsanlık öldü” dedirten olaylar, o “dünya”, daha burnumuzun ucunda, daha görünür artık. O yüzden de “daha çok”… “İnsanlığın ölümü”ne dair daha fazla bilgi/görüntü geçiyor tül perdeli penceremizin önünden. Lâkin “insanlığın ölümü”ne dair biriken tozlu arşivin, o cesamette “duyarlılığı” getirmediği aşikâr.
Bu cümleyi tarihe yerleştiren başlıkların en koyularından birisi ırkçılık… Nefrete kan pompalayan ana damarlardan birisi. Yıllar önce bir film izlemiştim. Avustralyalı yönetmen Ray Lawrance’ın 2006 yapımı, “Jindabyne”… FIPRESCI (Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu) “En İyi Film Ödülü”nü alan yapım, şair, yazar Raymond Carver’ın kısa hikâyesi “So much water so close to home”dan senaryolaştırılmış.
Carver’ın hikâyelerinin sinemaya uygunluğunu, Robert Altman’ın 1993’de onun dokuz öyküsü ve bir şiirinden uyarladığı “Short Cuts (Sosyeteden İnsan Manzaraları)” filmiyle de hatırlıyoruz. O filmde de vicdan yokluğuyla, yabancılaşma varlığıyla öne çıkıyor.
“Erkek mıntıkası”nda haftasonu
Harika bir doğayla başlayan film, Avustralya’nın güneydoğusundaki dağlarla çevrili bir vadide, gölün kıyısında yer alan Jindabyne kasabasında geçiyor. Harika bir doğanın ilişiğinde “İnsanlık öldü” dedirten yağmalar, kıyımlar, ihtiraslar getirmesine alışkın bünyemizle izliyoruz.
Aborjinlerin de yaşadığı kasabanın dört beyaz erkeği, geleneklerini sürdürerek o yıl da alabalık tutmaya gidiyorlar. Arabadan indikten sonra uzun bir yürüyüşle varıyorlar, mekânları olan nehrin kıyısına… Keyifleri gıcır. Haftasonunu orada kamp kurarak geçirecekler.
Kahkahasını ayrımcılıkla üreten erkek muhabbetleri daha ilk sahnede, bir lezbiyen fıkrasıyla başlıyor. Zaten her yıl balık tutmaya gittikleri mekânları da “erkek mıntıkası”. Grubun doğal lideri konumundaki Stewart (Gabriel Byrne) bunu gururla vurguluyor: “Buraya kadınların gelmesi yasak…”
Kamplarını kurmak için dolanırken, Stewart kıyıda bir şey görüyor. Yaklaşınca panik içinde çığlığı basıyor, haç çıkarıyor: Çıplak bir genç kız cesedi… Hep birlikte baktıklarında öldürüldüğünü anlıyorlar. Bedeninde cinayetin izleri var.
Cesedin yanında balık avı
Genç kız Aborjin; Beyaz Avustralyalı değil, oranın yerlisi. O anda başlıyor “vaka”nın “öteki”liği… Öldürülenin Aborjin olması onları yatıştırıyor sanki. Genç kızın bedeni nesneleşiyor; “Bu, şu… Bir adet, bir tane ceset” oluyor.
Ayaküstü ne yapacaklarını konuşuyorlar. O kadar yolu arabayla, sonra da epey yürüyerek geldiler ya… Polise haber vermek için aynı yolu gerisin geriye yürümeye üşeniyorlar. Ölmüş zaten… Yaşadıkları keyfi böyle, ölü bir nedenle kaçırmanın âlemi yok.
Stewart herkesin içinden geçen duyguyu seslendiriyor: “Onu burada bırakalım diyorum ben…” Arkadaşı onaylıyor hemen; “Evet, evet katılıyorum… Suda sürüklenmemesi için onu bir yere bağlamalıyız…” Misinayla Aborjin kızın henüz sudan etkilenmemiş bedenini, ayağından bir dala bağlıyorlar. Ardından hiçbir şey olmamış gibi, keyifle balık tutmaya başlıyorlar… Genç kızı buldukları yerin hemen kıyısında.
En gençleri tuttuğu balıkla sırıtarak fotoğraf da çektiriyor, dönünce sevgilisine anlatacak: “Bir ceset bulduk, ama çok güzel bir balık da yakaladım.” Lâkin sevinci kursağında kalacak. Sonradan, olay ortaya çıktığında o fotoğraf gazetelere manşet olacak zira: “Cesedin yanında balık tuttular…”
Kasaba sizinle utanç duyuyor
İki gece üç gündüz süren keyifli balık mesaileri bitince de, artık üzerinde böceklerin, sülüklerin gezindiği, cinayetin delillerinin yok olduğu ve misinayla dala bağlanan ayağı iyice örselenmiş genç kızı geride bırakıp, evlerine dönüyorlar. Onca zaman sonra polise haber vermeyi de ihmal etmiyorlar tabii. O kadarcık bir yurttaş sorumlulukları, daha doğrusu “Üstümüze kalmasın” tedbirleri var.
Stewart eve geliyor, olayı eşi Clair’e (Laura Linney) söylemiyor. Büyük bir arzuyla, hiçbir şey olmamış gibi sevişiyor onunla. Yaşadığı zevkli balık avının ardından, keyfine cila gerek elbette… Ancak sabah eve polis gelince, anlatmak zorunda kalıyor durumu.
Karakola gidiyor ifade vermek için… Önceden üzerinde anlaştıkları, uydurdukları “ortak ifade”, gerçeğin ortaya çıkmasını engellemiyor. Stewart’ı dinleyen polis iğrenen bir ifadeyle, “İnsanlar ceset bulduklarında, onun üzerine basarak hobilerinin keyfini çıkarmaya devam etmezler. Sizden utanıyorum, bütün kasaba utanıyor” diyor. Acaba bütün kasaba öyle mi düşünüyor, utanıyor mu sahiden? “Bütün” dediğin şeyler, cümbür cemaat utanır mı böyle durumlardan…
Onların inançları da ilkel
Karakoldan döndüğünde, Claire’in öfkesini bastırmaya çalışan bir hayretin de izlerini taşıyan suratı asık. Yıllardır birlikte yaşadığı, her şeyiyle tanıdığını sandığı kocasına soruyor: “O bir erkek, bir beyaz olsaydı, yine bırakır mıydın?” Stewart o pişkin normalleştirmesiyle karşılık veriyor: “Ama o umursamadı, duyguları düşünceleri yok onun, o ölü…” Sonra da eşinin masaya koyduğu yemeğin ilk lokmasını almadan, şükran ifadesiyle yine haç çıkarıyor.
“Ölü ölüdür” ama öldürülen kıza yaptıkları, Aborjin inanışına göre saygısızlıktan öte bir tutum. Zira dinî inanışlarına göre insanlar öldükten sonra ruhlar gezer, yuvalarına döner. Ama o kız bağlı olduğu için günlerce kaldı o buz gibi suda; yapayalnız, yuvasından, ailesinden uzakta… Sadece bedeni değil, ruhu da zulüm, işkence yaşadı.
Genç kızı bulduğunda da haç çıkartan Stewart da o inanışlarını biliyor. Aborjinlerin dinî inancını bâtıl görüp, “zırvalık” diyor ama kendi inanışına göre yemek duasını ediyor, Azizler Günü’nde ailesiyle birlikte gerekli tüm ritüelleri yerine getiriyor.
Kendi dini din de, onlarınki başka… Onların inançları da kendileri gibi ilkel. Geçenlerde Londra’da Filistin’deki İsrail saldırılarını protesto eden göstericiler için “Bu ilkeller Orta Doğu’da yaptıklarını buraya taşımaya çalışıyorlar” diyen Muhafazakâr Parti Milletvekili Michael Fabricant’ın kulak zarı çınlasın.
Ölünün de yardıma ihtiyacı var
Stewart, kızları öldürülen ailenin duygularını, düşüncelerini, neden oldukları “durum”la farklı bir yön kazanarak koyulaşan kederlerini, bir türlü anlayamıyor ya da anlamazlıktan geliyor: “Ne yaptık ki, zaten ölü…” O “ölü” beyaz hemcinsi olsa, farklı davranacağını da kabullenemiyor, itiraf edemiyor, susuyor mevzu oraya gelince. En hafif deyişiyle… Tam bir “herif” Stewart.
Aralarından hiçbiri, polis araştırmasının üç gün geç başlamasının katilin ekmeğine yağ sürdüğünü bile düşünmüyor ya da umurunda değil. Belki bu umursamazlık nedeniyle, kasaba sâkinlerinden olan, film boyunca ortalıkta dolaşan, yeni kurbanlar arayan katili, seyirci başından beri biliyor ama asla yakalanmıyor.
Eşi Clair’in, “Bir ölü bile olsa, yardımına ihtiyacı vardı” sözleriyle yaşayanların ölülere karşı sorumluluklarını hatırlatması da Stewart’da empati yaratmıyor. Bu sorumluluğun faili meçhul bir cinayetle katmerlenmesi de…
Mağdura “vicdan zekâtı”
Stewart eşine, “Neden kendimi sana aklamam gerektiğini anlayamıyorum bir türlü” diyor üste çıkarak. Vicdanı, gerektiğinde (başka bir ırk, cinsiyet ya da farklı bir “öteki”lik gündemdeyse mesela) devre dışı bırakma meziyetine sahip, diğer arkadaşları gibi. Bir vicdan varsa tabii…
Claire, kocasının o faciayla ilgili arsız sessizliğinin, duygusuzluğunun hayretini, yaşattığı hayal kırıklığını atamıyor üstünden. Onun yerine, onun adına utanç içinde… Öldürülen genç kızın ailesine başsağlığı dilemek, hiç olmazsa cenazesi için biraz para vermek istiyor. Onun da tahayyülü, bir bakıma “vicdan zekâtı”yla sınırlı aslında. Edip Cansever’den mülhem, “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka”…
Ama aile, hem büyük bir acının, hem de öldürüldükten sonra bile zulme, ayrımcılığa uğrayan kızlarıyla daha da ağırlaşan tarihi bir öfkenin, kahrın etkisinde… Aborjinlerin ardında her şeyiyle, her anıyla adaletsiz, zalim bir tarih yatıyor. Yaşadıkları kasaba da, o tarihin kurbanı aslında. O doğa harikası Jindabyne kasabasına, 1960’larda Karlı Dağlar Hidroelektrik Santrali yapılmış. Kasaba sular altında kaldıktan sonra yeniden bir yerleşim kurulmuş. Tanıdık geliyor değil mi?
Üstelik suların altında kalan topraklar, Aborjinler için kutsal bir yer. Kasabanın bu özelliği de sinematografik metafor açısından biçilmiş kaftan… Hele bir de kadere, kadersizliğe inanıyorsan. Irk ayrımcılığının, her türden zulmün tarihi, yaşadıkları toprakta da gömülü… Eşelesen çıkacak. Kızlarını da oraya gömüyorlar.
Irkçılığa silahlanma metaforu
Avustralya yapımı filmde yer alan toplumsal profiller, ülkenin ırkçılığa dair istatistiklerini fazlasıyla doğruluyor. Yapılan araştırmalara göre her beş kişiden biri çok kültürlülüğe kesinlikle karşı. “Sıradan bir ırkçı” olduklarını düşünen ancak değişmeyi reddedenlerin oranı da ona yakın, yüzde 19.
Aborjinlere antipati yüzde 26. Daha fazlası onların “komşusu” olmasını istemiyor. Aborjinlerin yüzde 51’i ise Avustralya’nın ırkçı bir ülke olduğu düşüncesinde. 2019’da NSW ve Victoria’da yapılan ankete katılan öğrencilerin yüzde 60’ı ırkçılığa bizzat tanık olduklarını belirtiyor.
Avustralya Yeni Güney Galler (NSW) parlamentosuna 2003’te ilk Aborjin kadın üye olarak katılan Linda Burney’in deyişiyle “Bu ülkede ırkçılığın altında yatan o korkunç temeli bulmak için yüzeyini kazımanıza gerek yok”. Ortada her şey…
Aborjinler başta olmak üzere ırkçılık hâlâ yaygın bir “mizah” ögesi. Irkçı “şaka”lar, fıkralar, “ad takma”lar Avustralya’nın “sevimli” argosuyla -güya- gizleniyor, öyle de yaygınlaşıyor. Her yerde, sürekli tekrarlanan, usulca pekiştirilen hâliyle “gündelik ırkçılık”! Ancak buradaki “gündelik” vurgusuna, önemini azaltan, sorunu sıradanlaştıran bir mânâ iliştirilmesine izin vermemek gerek. Çünkü gündelik pandemi.
Melbourne’da yaşayan Amerikalı göçmen, hukukçu Robbie Blowers bu durumu, “Irkçılık sorunu, birçok yönden Amerika’nın silahlarla, bireysel silahlanmayla ilgili sorununa benziyor. Kültürel, yaşamsal olarak o kadar kökleşmiş (gerekçelendirilmiş) ki, failleri bunun bir sorun olduğunu göremiyor bile” diyerek özetliyor.
Jindabyne da uluslararası literatüre “doğum yeri”ne, din hanesine, “soy adı”na pek de gerek duyulmadan kaydolan ırkçılığın çağdaş örneklerinden birisini olanca gerçekliğiyle ortaya koyuyor. Her yere, her köşeye rahatça sızıyor… Finali bir Aborjin şiirinin sonundaki deyişle getireceğim: Fanatik, “soy” ya da onun kadar beter “gündelik” ırkçılar, “kendilerince değer atfettikleri, değer verdikleri her şey için özür dilemeli”.
BİR FİLM/BİR REPLİK
“Çok sertim ama adilim. Irklar arasında ayrım yapmam. İtalyanlar, Zenciler, Yahudiler… Hepsi aynı derecede değersizdir”. (Full Metal Jacket, Yönetmen: Stanley Kubrick, 1995.)