Geçen zaman, sürekli yeni ve heyecan verici şeyler getirmez önümüze, bazen de pek çok şeyi alır götürür. Sonra kimi durumda geri getirdiği olur, şansınız yaver giderse sizi ona götürdüğü de. Ama çoğu kez, kaybolup gitmeler içerir; Genellikle, beyazlayan saç telleri gibi durduk yerde değişir her şey, elinizden kayıp gider. Sanki görünmez bir el, sizden bir şeyleri alıp götürmektedir. Tutup sarıldıkça, götürdükleri de artar.
Suut Kemal, Günlerin Götürdüğü’nde (Varlık Yayınları) edebiyatımızda bir zamanlar büyük heyecanlarla karşılanmış ama sonra kendiliğinden sönüp gitmiş, zaman karşısında sessizliğe gömülmüş isimleri ve eserlerini kaleme alır. Hâlâ yaşıyormuşçasına, “canlı taklidi” yapılanları açığa çıkarır. Bunların bir kısmı, yaşadığı dönemde -ve epey zaman sonrasında bile!- “Şair-i Azam” sıfatıyla göklere çıkartılan Abdülhak Hamid gibi, sembolik şiirin kurucu babası sayılan Ahmet Haşim gibi, otoritesi sorgulanamaz, “büyük” şahsiyetlerdir. Sonra bunlara, Halid Ziya’yı, Tevfik Fikret’i, Mehmet Rauf’u eklemekten çekinmez. Bu isimlerin hepsi, bir şekilde hâlâ yaşasa -ya da türlü nedenlerle yaşatılsa da- günler, çok şeyleri alıp götürmüştür. Çünkü, hepsinin de kullandığı dil, halkın kullandığı, süzüle süzüle gereksizliklerinden arınarak gelen, yaşayan canlı dille ilişki içinde olamamış, kendini yenileyerek besleyememiştir: “Bir roman veya şiir her şeyden önce dili ile yaşar.” (s.29).
Bu eserlerde kullanılan dil, oldukça ağırdır, zorlama ve anlaşılmazlıklar içerir çünkü ancak böyle olursa, “yüksek sanat” yapılabileceği gibi bir yanlış inanç veya aşağılık kompleksi de denebilecek bir maraz, zaman içerisinde gelişmiştir. Tam da bu yüzden, eserlerin konuları ve yaratılan karakterler, pek dikkat çekici ama aynı zamanda cansız mankenler gibi gözükürler. Ruhsuz ve benzi soluk tipler, sıradan çoğunlukların asla tecrübe edemeyeceği hayatlar yaşamaktadır. Bu nedenle, eski romanlarımız aslında, salt birer izlenceden ibarettir. Örneğin, yıllar sonra dizisi yeniden çekilen Aşk-ı Memnu’nun, çok geniş kitleler tarafından izlenmiş olması, sanılanın aksine halkın kendinden çok şey bulmasıyla değil neredeyse hiçbir şey bulmamasıyla ilgilidir. Hoş bir eğlenceliktir, o kadar. İzlenilen zaman aralığında, tekdüze ve keyifsiz hayatlara sıra-dışı bir ilginçlik ve eğlence getirmiştir, hepsi o! Sonra, günlerin tozu, bu eserlerin üzerine bir perde gibi örtülmüştür. Herhangi bir eserin yaşaması için, her an atan bir kalbi olması gerekir. Bu yüzden sanatımız, çoğun bir ölü eserler mezarlığı gibidir.
Sadece mezarlık mı? Bugün peki? Bugün de aynı durum başka bir biçimde kendini göstermiyor mu? Sıradan insanların dünyasında neredeyse hiçbir karşılığı olmayan, değeri kendinden bir sürü kitabın çevrilerek büyük eser muamelesi yapılarak pazarlanmasıyla, Hamid’in bir zamanlar, “Şair-i Azam” denilerek göklere çıkartılması arasında neredeyse hiç fark yoktur. Ya da her yıl sahnelenen onca tiyatro oyunlarının tam olarak ne söylediğinin, neden ve kime söylediğinin bir türlü anlaşılamamasının, eski zamanlardaki uzadıkça uzayan terkipli dil kullanımından, “yakası açılmamış kelime bulma merakı”ndan (s.27) ne farkı vardır?
Suut Kemal’in bu küçük kitabını, karşı çıkılamaz otoritelere ve sürekli üstat denildiği için artık üstatlaşmaktan başka çaresi kalmamış isimlere, cesaretle karşı çıkabildiği için çok önemsiyorum. Diğer yandan, yaşadığı zannedilirken için için kuruyup geçmekte olanı bulup ortaya çıkarma çabası, zaman karşısında büyük bir saygı duruşu aynı zamanda. Bizi yaşatan gücün ne olduğunu en derinden anlama arayışı da denebilir. Edebiyat da -tıpkı hayatın kendisi gibi!- genellikle kazanandan yanadır, oysa bu kitap kazandığını zannederken kaybedenlerden bahsediyor. Kendiliğinden silinmiş olmasına rağmen üzeri fazlaca tozlu olduğu için hâlâ orada duruyor sandığımız yok oluşları anlatıyor.
Sanat, her şeyden öte kendini aramak ve bulmakla ilgilidir ve içinde kendimizi bulamadığımız bir sanat eseri, kaçınılmaz olarak yok olup gidecektir. Bunun için, sanatçının tüm varlığıyla kendini eserinin içine koyması, orada kendini araması ve bulması gerekir. Bu bakımdan bir yazarla okur arasında fark yoktur: “Romancı veya şair [eserini] ne için yazarsa, yazılanı okuyan da onun için okur. Bu bakımdan okuyucu, yazmaktan alıkonulmuş, elinden yazma imkânları alınmış bir romancıdan, bir şairden farksızdır.” (s.39).
Kitabın neredeyse bütün bölümleri, kalıcılıkla ilgili. Bir zamanlar, en çok sorgulanan şey, kalıcılık olmuş hep. Hangi eser yarına kalacak, hangisi silinip gidecek sorusuna kayıtsız kalan tek bir entelektüel ya da yazar bulmak, o dönem için çok zor. Çünkü, en büyük hakem olarak, geçen zaman görülmekte. Sanat denilen şey, tam da zamana karşı direnip var olabilmeyi sağlayan şey. Yani, bir ölümsüzlüğün sırrını bulabilme meselesi.
Sanat, siyasetle de hem uyuşamaz hem de çok karşıt bir yerde durur çünkü siyaset, genellikle ölümlü ve sonlu olanla, parlayıp sönenle ilgilenir; yani, iktidarla! Sanat, siyasetle ilgilenmemek diye değil, doğası gereği onu çok aşan bir yerde olduğu için hakiki bir içeriğe sahip olduğunda yalnızca topluma derinden etki etmekle kalmaz, siyaseti de tümden değiştirir. Bu yüzden, onunla pek bir ilgisiz gözükür. “Çünkü siyasi olaylar en çabuk değişen, sıcaklıklarını en çabuk yitirenler arasındadır. Sanatçı, değişeni, gideni değil, değişmeyeni ve kalanı yaşattığı ölçüde kalır.” (s.46).
Konuyu biraz soğutarak, başka bir yerden devam edersek, bugün artık ancak sahaflardan bulabileceğiniz bu harikulade küçük kitabı başka pek çok nedenle de okuyabilirsiniz. Her şey bir yana sırf küçük ve sevimli oluşu bile bunun için yetebilir. Bu nedenlerden biri de bölüm başlıklarının, içine alan cana yakınlığı olabilir: “Canım kitap”, “Okunmayan eserler”, “Yarına inanma”, “Seyahate davet”, “Polis romanları”…
Bu başlıklardan biri de “Niçin roman, niçin şiir okuruz?”dur (s. 38) ki, bu bölüm, birçok insanın kafasını öyle veya böyle kurcalayan, “neden okuyalım ki” sorusuna epeyce bir cevap niteliği taşımaktadır. Özellikle, gençliğin gözünden hayata bakınca, okumak, yazmak ya da düşünmek yerine, uyanık davranıp güçlü bağlantılarla kendine her kapıyı açtıran veya tek bir ihaleyle köşeyi dönerek akik yüzük takmaya başlayan sayısız örnek varken ve dahası, okuyan onca insanın daha ziyade hayatın “kaybeden” tarafında olduğu bir hakikatken, neden ve nasıl okuyalım ki?
Bu büyük sorunun cevabı, bizzat sorunun içinde gizlidir ve Suut Kemal, daha o yıllardan bunu gayet iyi görebilmiştir. Neden sorusunu sorabilmek için okuruz tam da ve ölümsüzlüğün sırrı bu soruda gizlidir. Bu yüzden, neden sorusunu sormamakla nedensiz kazanmak arasında yakın bir bağlantı vardır. Edebiyatta, nedensiz kazanmak yoktur. Neden sorusunu sormak cevap vermekten daha önemlidir, çünkü ölümsüz olan, cevabı bilinmeyen, ancak sorularla varılabilendir.
Wade Davis, geleneksel yaşantısını hiçbir şey için terk etmemiş, “modern-dışı” -modern-ötesi demeyi yeğleyebileceğim- toplulukların kadim bilgelikleri üzerine yazdığı güzel kitabı Yol Bilenler’de (Kolektif Kitap), modern hayatın, “neden” sorusunu neredeyse yok ettiğini yazar. Oysa, bilgelik tam da bu soruda gizlidir ve “modern-dışı” dünyada ve kadim kültürlerde, her şey nedensellik bağı içinde anlamını bulmakta, her türden mit, ritüel, tören ya da töreler, gerçekte nedensellikle ilişkili olarak ortaya çıkmaktadır. “Neden” sorusu, düşünceyle eylemi birbirine bağlayan şeydir ve böylelikle, hem eylem başıboş ve amaçsız bir yönelim olmaktan çıkmakta hem de düşüncenin kendisi bizatihi eyleme dönüşmektedir.
Elbette kitaplar, yaşadığımız hayatın bütün eksik yanlarını tamamlar, başka insanların onca çabayla ürettikleri düşünce birikiminden beslenmemizi sağlar, hem kendimizden ve yaşadığımız hayattan uzaklaşmamıza hem de derinlemesine bir biçimde onun içine dalmamıza aracılık eder, yalnızlığa iyi gelir, bizi rahatlatır, kendimizi tanımamızı, başka insanları daha iyi anlamamızı, kendimizi ve dünyayı değiştirme gücü bulabilmemizi sağlarlar. Suut Kemal, kitapta, insanın yalnızlığı nedeniyle okuduğunu yazar: “‘İnsan niçin okur? sorusunu ilkin cevaplamak gerekir. İnsanlar toplu olarak yaşadıkları halde, gene de yaratıkların en yalnızlarıdır dıştan birbirlerine yakındırlar, ama içten aralarında ne uzaklıklar vardır?” (s.8). İnsan, aynı zamanda acısını ve çığlıklarını duyurmak için okur ve yazar. En sesli çığlıklar, insanın kendi içinde attıklarıdır çünkü.
Sayısız farklı nedenle, kitap okumak mümkün elbette. İyi kitaplar, hayatlarımıza zannettiğimizden çok daha güçlü şekilde etki eder, bizi zenginleştirir, tıpkı yaratıcılarına olduğu gibi okuyanları da özgürleştirirler. “Okumak ta, okunan eseri duygularımız, düşüncelerimizle zenginleştirmek olduğuna göre, bir türlü yaratıştır.” (s.40).
Pek çok nedenle okuruz ama esas olarak, kitaplar, neden sorusunu sorarak yaşamamızı sağladığı için hayatımızın nedeninden kopmamamızı sağlarlar. Bu soru, daha derin ve daha eleştirel ve daha yaratıcı bir hayata kapı açar. Buna uymayan her şeye itiraz etme gücünü beraberinde getirir. Ve neden sorusu, garip şekilde nedensizlikten beslenir. Yani, bizi bu soruya en yaklaştıran kitaplar, nedensizce okuduklarımız, belirgin bir pratik bir fayda ummadıklarımızdır; Öylesine, içimizden geldiği için, bir zorunluluğumuz yokken, pragmatik bir amaç taşımazken okuduklarımızdır.
Gerçekten bize ait olan hayatı elde edebilmemiz ve yaşamamız için bu soruya muhtacız. Aksi halde, günlerin götürdükleri geri gelmez olacaktır.