Bondi Beach’te çekilmiş kısa bir görüntü var. Kalabalığın içinden, silahlı saldırgana arkadan yaklaşan bir adam görünüyor. Koşmuyor, bağırmıyor, bir slogan atmıyor. Elini uzatıyor, saldırganın tüfeğini alıyor ve birkaç adım geri çekiliyor. Sahne burada bitiyor. Ne bir açıklama, ne bir cümle, ne de bir niyet beyanı var. Sadece bir an ve o anın yarattığı sessizlik.

Bu sessizliği bozan ikinci bilgi, saldırının hedefiyle ilgili. Olay, Hanukah bayramı kapsamında düzenlenen bir Yahudi etkinliğini hedef aldı. Bu ayrıntı, yaşananların rastlantısal bir şiddet eylemi değil, antisemitik bir tehdit olarak okunmasını zorunlu kılıyor. Bu nedenle hedefin kim olduğu, olayın anlamını baştan belirliyor.
Ardından iki gerçek yan yana geliyor. Saldırganların Müslüman olduğu, üstelik baba–oğul ilişkisi içinde hareket ettikleri ortaya çıkıyor.

Aynı olayda, silahı alan ve saldırının büyümesini engelleyen kişinin de Müslüman olduğu bilgisi ekleniyor. Bu tablo, görüntüyü yeniden dönüp bakılması gereken bir sahneye dönüştürüyor.

“İslami terör” etiketi, kriz anlarında hızlı ve rahatlatıcı bir çerçeve sunar. Ancak Bondi’deki sahne, bu çerçevenin içine sığmayan bir gerilim taşıyor. Aynı dini kimlik, aynı kamusal alanda, iki zıt eylemle yan yana duruyor: bir yanda antisemitik bir saldırı, diğer yanda o saldırıyı durduran bir müdahale.
Bu noktada soru yalnızca “kim yaptı” sorusu değil. Asıl soru, bu sahneyi neden belirli bir biçimde okumaya alıştığımızla ilgili. Bondi’deki görüntü, okuru daha ilk anda kendi okuma refleksiyle yüzleştiriyor. Bu yazı da tam olarak buradan başlıyor.
Şiddetin kimliğe göre anlatılması
Şiddet olaylarının ardından kurulan ilk anlatı, çoğu zaman olayın kendisinden çok failin kimliği etrafında şekillenir. Medya dili ve politik refleksler, yaşananları anlamlandırırken belirli kalıplara yaslanır. Bu kalıplar kimi zaman açıklayıcı görünür; kimi zamansa Bondi’deki sahnede olduğu gibi, anlatının sınırlarını açık eder.
Beyaz, Hristiyan ya da yerli bir fail söz konusu olduğunda, şiddet hızla bireysel bir çerçeveye yerleştirilir. “Yalnız kurt” ifadesi neredeyse otomatik biçimde devreye girer. Ruh sağlığı, kişisel geçmiş ya da bireysel kırılma anları anlatının merkezine yerleşir. Şiddet, temsil gücünden arındırılır; fail, ait olduğu topluluğun değil, kendi iç dünyasının ürünü olarak konumlandırılır. Bu okuma, tehdidi daraltır ve sorumluluğu sınırlı bir alana hapseder.
Fail Müslüman olduğunda ise çerçeve belirgin biçimde genişler. Bireysel motivasyonlar geri çekilir, ideoloji ve kolektif aidiyet öne çıkar. Şiddet, tekil bir eylem olmaktan çıkarak daha büyük bir tehdidin işareti gibi sunulur. Kullanılan dil, failin kimliğini açıklayıcı bir neden hâline getirir; olay, ne olduğu üzerinden değil, kimin yaptığı üzerinden okunur.

Bondi’deki sahne bu yerleşik refleksi tam da burada zorluyor. Çünkü aynı olayda, Müslüman kimliği hem şiddetin faili hem de şiddeti durduran müdahalenin öznesi olarak ortaya çıkıyor. Silahlı saldırgana arkadan yaklaşıp tüfeği alan kişinin varlığı, şiddetin tek bir kimlik üzerinden tutarlı biçimde açıklanabileceği varsayımını askıda bırakıyor.
Bu fark, olayın niteliğinden kaynaklanmıyor. Aynı şiddet, farklı kimliklerle yan yana geldiğinde farklı anlamlar üretiyor. Medya ve politik dil, hangi hikâyelerin tanıdık, hangilerinin rahatsız edici olduğuna karar vererek bu anlamları dağıtıyor. Bondi’deki görüntü bu yüzden sarsıcı: bildik anlatıların içine yerleşmek yerine, onları görünür ve sorgulanabilir kılıyor. Bu, yıllar içinde yerleşmiş ve tekrar edildikçe doğal kabul edilen politik bir alışkanlığın kısa, sözsüz bir anla açığa çıkması.
Bu alışkanlık yalnızca anlatının tonunu değil, şiddeti açıklama biçimimizi de belirliyor.
Kimlik, şiddet ve açıklama kolaylığı
“İslami terör” anlatısı, yalnızca bir tanımlama biçimi değil; dünyayı hızla düzenleyen bir düşünme şeması. Kriz anlarında devreye girdiğinde, karmaşık olayları kısa bir nedensellik zincirine indirger. Din, neden olarak yerleştirilir. Kimlik, davranışı açıklayan anahtar hâline gelir. Topluluk ise potansiyel bir risk alanı olarak konumlandırılır. Bu üç varsayım, anlatının omurgasını oluşturur.
Bu çerçeve tam da bu yüzden caziptir. Hızlıdır, ayrıntıya ihtiyaç duymaz ve belirsizliği tanıdık bir tehdide dönüştürür. Karmaşık gerçekler karşısında, okura kısa bir rahatlama sunar. Bir etiket yerleştirildiğinde, hikâye büyük ölçüde tamamlanmış sayılır.

Ancak Bondi’deki sahne bu mantıkla ilerlemeyi zorlaştırıyor. Çünkü aynı kimlik, aynı anda iki zıt eylemle karşımıza çıkıyor. Bir yanda Hanukah’ı hedef alan antisemitik bir saldırı, diğer yanda bu saldırının büyümesini engelleyen bir müdahale. Silahlı saldırgana arkadan yaklaşan ve tüfeği alan adam, anlatının dışına düşen bir figür değil; anlatının tam ortasında duran bir çelişki.
Sorun sahnenin istisnai olması değil. Sorun, anlatının bu sahneyi nereye yerleştireceğini bilememesi. Eğer din bireysel eylemi belirleyen temel nedense, bu müdahale nasıl açıklanır? Eğer kimlik davranışı otomatik olarak üretiyorsa, aynı kimlikten gelen bu zıtlık ne anlama gelir? Eğer topluluk başlı başına bir risk olarak kodlanıyorsa, bu risk nasıl olup da aynı anda şiddeti durduran bir eylem üretebilir?
“İslami terör” anlatısı, tutarlılığını kimlik ile eylem arasında kurduğu doğrusal bağdan alır. Bondi’deki sahne ise bu bağı kesintiye uğratıyor. Aynı değişken, iki farklı sonuç üretiyor. Bu durumda açıklama, değişkende değil; bağlamda aranmak zorunda kalıyor.
Eğer din gerçekten açıklayıcı olsaydı, aynı kimlikten hem fail hem de engelleyici çıkmazdı. Bondi’deki görüntü, bu basit ama rahatsız edici gerçeği görünür kılıyor. Bu nedenle sahne, yalnızca bir müdahale anı değil; yerleşik bir anlatının mantıksal sınırına işaret eden bir kırılma noktası olarak duruyor.
Kolay anlatılar, zor gerçekler
Bondi’de yaşananlar, İslam’ın ne olduğuna dair bir hikâye anlatmıyor. Anlattığı şey, şiddeti dine bağlayan kolay çerçevelerin ne kadar kırılgan olduğu. Hanukah’ı hedef alan antisemitik bir saldırı, başlı başına açık ve tartışmasız bir tehdit olarak duruyor. Bu tehdidin ciddiyeti, saldırının failinin kimliğine bakılmaksızın tanınmayı hak ediyor. Ancak aynı olayda, şiddeti durduran bir müdahalenin varlığı, bu tehdidi açıklamak için başvurulan hazır anlatıları boşa düşürüyor.
Bondi’de silahı alan adam, bir karşı-örnek olarak değil, bir ayna olarak duruyor. Bu ayna, neyi hızlıca anladığımızı, neyi anlamlandırma ihtiyacıyla karşıladığımızı ve hangi sahnelerde huzursuz olduğumuzu gösteriyor. Kahramanlık burada bir kapanış sunmuyor; anlatıyı açık bırakıyor. Çünkü sahne, tek bir kimlik üzerinden tutarlı bir hikâye üretmeye izin vermiyor.
Kolay anlatılar belirsizlikle baş etmenin pratik yollarını sunar. Dünyayı düzenler, korkuyu tanımlar, sorumluluğu sınırlar. Zor gerçekler ise bu düzeni bozar. Bondi’deki görüntü, tam da bunu yapıyor: Şiddeti açıklamak için seçtiğimiz kalıpları ve onlara neden ihtiyaç duyduğumuzu görünür kılıyor.
Eğer Bondi’de silahı alan adam Müslüman olmasaydı, bu sahneyi nasıl okurduk?
Asıl zor soru şu: Müslüman olduğu için bu okuma gerçekten değişiyor mu?













