Hayali Cemaatler’i, Benedict Anderson 1983’te yayınladı. Kendisi bir Güneydoğu Asya uzmanıydı, Endonezya’da ve Tayland’da saha çalışmaları yapmıştı. İki sahadan elde ettiği bilgilerden yola çıkarak bu kitabı yazdığında 47 yaşındaydı. Onu harekete geçiren temel saik, modern her şeyde olduğu gibi milliyetçiliğin de kökenlerini Avrupa’da bulan “Avrupa merkezci taşralılığı” yerinden oynatmaktı.
Anderson’un temel tezi, milliyetçilik kadar milletin de, 18’inci yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan özel kültürel yapımlar olduğudur. Elbette bu tez, hemen bir sorunun yanıtlanmasını gerektirir: Bu özel kültürel yapımların daha önce ya da daha sonra değil de bu tarihte ortaya çıkmasının hikmeti nedir?
Millet ve milliyetçilik, Anderson’a göre farklı tarihsel güçlerin kesiştiği bir dönemde kendiliğinden bir damıtım sürecinin ürünü olarak doğmuşlardır. Ancak bir kere ortaya çıktıktan sonra artık “modüler” hale gelmiş ve farklı coğrafyalara, farklı düzeylerde aşılanabilir, farklı siyasal ve ideolojik kümeleri içerebilir ve onlar tarafından içerlenebilir hale gelmiştir. Keza bireylerde ve toplumlarda bu özel kültürel yapımlara bağlılık, benzerlerinden çok daha derinlere kök salmıştır.
Anderson “ulus”u, “hayal edilmiş bir siyasal topluluk” olarak tanımlar. Ulus, hayal edilmiştir; çünkü en küçük ulusun üyeleri bile birbirlerini tanımazlar, birbirleri hakkında bilgi sahibi olmazlar ama her bir üyenin zihninde ulus, hepsinin toplamlarının bir hayali olarak canlı durur. Bu hayalin üç özelliği vardır:
Bir, ulus “sınırlı” olarak hayal edilir. Çünkü en büyük ulusun üyeleri bile kendileri dışında başka ulusların olduğunu bilirler; hiçbir ulus kendini insanlığın tümüyle örtüştürmez. İki, ulus “egemen” olarak hayal edilir, sembolü egemen devlettir. Ve üç, ulus “cemaat” olarak hayal edilir. Bir ulusun üyeleri arasında gerçekte birçok eşitsizlik ve sömürü ilişkileri bulunur ama buna rağmen ulus daima “yatay ve derin bir yoldaşlık” olarak tasarlanır.
“Son iki yüzyıl boyunca milyonlarca insanın, birbirlerini öldürmekten çok böylesine sınırlı hayaller uğruna ölmeye razı olmalarını mümkün kılan şey, son kertede bu kardeşlikti.” (s. 22)
Dinin geri çekilmesi
Peki, hangi tarihi güçler ve hadiseler ulusun böyle hayal edilmesini sağlamıştır? Anderson, Aydınlanma düşüncesine dikkat çeker. Zira Aydınlanma’dan önce insanlar din sayesinde, geçmiş ile gelecek arasında bağ kurabiliyorlardı. Din, yaşamın ve ölümün karanlık noktalarını bir nebze de olsa aydınlatıyordu. Fakat Aydınlanma ile birlikte din dramatik bir şekilde geri çekildi, insanların evrendeki macerasını anlamlandırmaya dönük soruları cevapsız kaldı ve ıstırapları dindirilemedi.
Dinden doğan bu boşluğun doldurulması lazımdı. İnsanların geçmiş ve geleceklerini birbirine bağlayan, kuşaklar arasındaki sürekliliği vurgulayan ve ezeli bir geçmişten sınırsız bir geleceğe doğru uzandıklarını söyleyen bir düşünceye ihtiyaç vardı. Ve hiçbir kavram, millet ve milliyetçilik kadar bu ihtiyacı karşılamaya elverişli değildi.
Elbette milliyetçilik, salt dinin mevzi kaybetmesiyle açıklanamaz. Anderson ulusun dayanağını sorgularken üç önemli hususa işaret eder. İlki, Avrupa dışı dünyanın keşfedilmesi ve Latincenin itibar kaybetmesiyle birlikte, kutsal dini cemaatlerin parçalanması, çoğulculaşması ve bölgeselleşmesiydi. İkincisi, hanedanlıkların çürümesi ve meşruiyet krizine giren hanedanların hükmettikleri topluluklardan birine dayanma arayışlarına girmeleriydi. Üçüncüsü de zaman tasavvurunun değişmesi; birbirlerini tanımayan milyonlarca insanın ortak, eşzamanlı ve sürekli bir faaliyet içinde olduklarını düşündükleri bir zaman algısının yerleşmesiydi.
Dinin zayıflaması, hanedanların güçten düşmesi ve “yatay, dünyevi ve çaprazlama zaman” algısıyla beraber birçok cemaatin doğduğu bir zemin oluşmuştu. Ulus da bunlardan biriydi. O halde, neden ulus, diğer cemaatlerden daha popüler olmuştu? Ulusu cazip kılan, benzerleri karşısında ulusa mutlak bir üstünlük sağlayan neydi?
“Dünyanın değişen görünüşü”
Cevaplar, fazla ve karmaşıktır. Ancak Anderson, önceliği kapitalizme, kapitalist yayıncılığa verir. Matbaanın icadı, Francis Bacon’un ifadesiyle “dünyanın durumunu ve görünüşünü” değiştirir. Yayınevleri, Latince okur-yazar pazarı doyunca, halk dillerinde eserler basmaya başlarlar. Böylece halk dilleri devrimci bir hızla yayılır.
Halk dillerinin yaygınlaşması, dini ve siyasi ciddi değişimleri beraberinde getirir. Bir yandan, insanların dini ve kutsal metinlere -Latince değil de- kendi bildikleri dilde ulaşmaları, dini sahayı sarsar. Diğer taraftan da monarklar, idari merkezileşmeyi sağlamak için halk dillerini kullanırlar. İdarenin işleri, giderek artan oranda halk diliyle yapılır olur. Anderson, bu dönüşümde başlangıçta herhangi bir ideolojik dürtünün bulunmadığını, buna tamamen idari işleri kolaylaştırmak için pragmatik bir amaçla başvurulduğunu belirtir.
Mamafih yayınların artık halk diliyle yapılması, üç farklı yolla ulusal bilincin temellerini atar. İlki, Latincenin altında, ama konuşulan halk dillerinin üzerine bir düzeyde birleşik bir mübadele ve iletişim alanın yaratılmasıydı. İkincisi, kapitalist yayıncılığın dile bir sabitlik kazandırmasıydı. Üçüncüsü de, kapitalist yayıncılığın eski halk dillerinden farklı bir iktidar dili yaratmasıydı.
“İster istemez bazı lehçeler yayın diline daha ‘yakındı’ ve bu lehçeler yayın dilinin alacağı nihai biçim üzerine egemenlik kuruyorlardı. Bu avantajdan yoksun olan kuzenleri her ne kadar yayın diline özümsenebiliyorlarsa da, her şeyden önce kendi yayın biçimlerini dayatma konusunda başarılı olamamış (ya da ancak kısmen başarılı olmuş) olmaktan ötürü itibar kaybettiler.” (s. 60)
“Amerikalar’da doğan biri gerçek İspanyol olamaz!”
Ezcümle Avrupa’da ulusun yeni bir cemaat olarak hayal edilmesi; kapitalizmin, yayın teknolojisinin ve insanın dilsel çeşitliliğe mahkûmiyetinin tarihin bir anında bir araya gelmeleriyle mümkün olmuştu. Amerika kıtasına gidildiğinde ise durum farklıydı. Başlıca iki farka değinilebilirdi:
Birincisi, dilin oynadığı roldü. Avrupa’da ulus, dillerin farklılığı üzerinden temellenmişti ama Amerika’da dilin böyle bir konumu yoktu. Aksine Amerika’daki ulusal kurtuluş mücadelelerinde dil hiçbir zaman söz konusu olmamıştı. Çünkü ABD dâhil bütün Amerika’da ulusun kurucuları, savaştıkları insanlarla aynı dili konuşuyorlardı.
İkincisi, ulusa öncülük eden sınıfların farklılığıydı. Avrupa’da aydınlar ve orta sınıflar, ulusun lokomotifliğini üstlenmişlerdi; oysa 18’inci yüzyılın sonunda Orta ve Güney Amerika’da ne orta sınıflardan ne de bir entelijensiyadan bahsedilebilirdi. Amerika’da ulusa önderlik edenler, “kendilerinden çok daha az sayıdaki tüccarlar ve çeşitli meslek sahipleri ile ittifak kurmuş hatırı sayılır toprak sahipleri” olmuştu.
Amerika’da ulus tasarımının Avrupa’nın birçok bölgesinden önce başlaması genellikle iki sebebe dayandırılır: Madrid’in denetimini sıkılaştırması ve Aydınlanma’nın özgürleştirici düşüncelerinin bu coğrafyaya 18’inci yüzyılın ikinci yarısında yayılmış olması. Anderson bunların belli bir haklılık içerdiğini teslim eder. Gerçekten Madrid’e duyulan tepki bir direnişe altlık hazırlar. Keza Aydınlanma ve liberal değerler de, imparatorluk rejimini eleştirmek için gerekli ideolojik cephaneyi sağlar.
Ancak Anderson, mevzunun salt bu iki argümanla izah edilemeyeceğini söyler. Ona göre, daha belirleyici olan iki faktör vardır: Birincisi, Güney Amerika cumhuriyetlerinin her birinin 16’ncı yüzyıldan 18’inci yüzyıla kadar bir idari birim olarak gelmiş olmasıdır. Daha sonra devlet olacak her bölgenin, bir coğrafi kimliği vardır.
İkincisi ise, criollo’ların öncülüğüdür. Criollo, safkan Avrupalı olmakla birlikte Amerika’da doğmuş kişilere verilen bir addır. Amerika’da doğdukları için bu kişiler hep bir üvey evlat muamelesine tabi tutulurlar. Onlar, merkezde yetkili bir makama gelme şansından mahrumdurlar:
“Babasının kıtaya göç etmiş olmasından bir hafta sonra bile doğmuş olsa, Amerikalar’da doğmuş olmak arızası -din, dil, soy ve terbiye bakımından İspanya’da doğmuş bir İspanyol’dan farkı olmadığı halde- onu astlığa mahkûm ediyordu. Yapılabilecek bir şey yoktu, kurtulunamaz bir şekilde criollo’ydu. Ne kadar akıldışı gelmiş olmalı ona bu dışlanma! Yine de bu akıldışılığın berisinde şu yatıyordu: Amerikalar’da doğan biri gerçek İspanyol olamaz!” (s. 74)
İspanya dışında doğmak, hepsi için dışlanmayı bir kadere dönüştürür. Criollo’lar her seferinde “anavatanda” bir geleceklerinin olmadığını ancak kendi vatanlarında sözlerini geçirebileceklerini ve hüküm sürebileceklerini acı bir şekilde tecrübe edinirler. Öfkelerini artıran, hınçlarını besleyen bu dışlanma onları merkeze karşı direnişlerin öncüsü kılar. Üç yüz yıl boyunca varlığını sürdürmüş olan İspanyol-Amerikan imparatorluğunun 18 devlete parçalanmasının altında bu dinamikler yatar.
Amerikalar’daki bu alt-üst oluş; ulus-devlet, cumhuriyetçi kurumlar, eşit yurttaşlık, halk egemenliği, ulusal bayrak ve marşlar gibi bazı kavramları parlatır. Buna mukabil bunların hanedanlık imparatorlukları, monarşik kurumlar, mutlakiyetçilikler, tabiiyetler, devralınmış soyluluklar, serflikler, gettolar gibi kavramsal karşıtlıkları da tasfiye olur.
Resmî Milliyetçilikler
Amerika ve Avrupa’daki ilk nüvelerinin ardından ulus, spontane gelişen ve yavaş yavaş şekillenen bir çerçeve olmaktan çıkar, bilinçli olarak varılacak bir hedefe dönüşür. Farklı coğrafyalara uyarlanabilir, farklı eller tarafından aşırılabilir olur. 1820’lerden sonra artık “ulus devlet” modeli, korsanlanabilir hale gelir. 19’uncu yüzyılda Avrupa’da okur-yazarlık artar; ticaret, sanayi ve iletişim alanları gelişir; devlet kurumları büyür. Bu tablo, her bir hanedanlığa kendi toprakları içinde halk dili temelinde bir birlik yaratma gücü verir. Ulus-devlet bir model olarak tahkim edildikçe de, keskin standartlar oluşturur ve bu standartların dışına çıkmaya giderek daha az tolerans gösterir. Ulus olmanın yolu belirlenmiştir, yenilere düşen bunu takip etmektir.
Anderson, bu yolu “resmî milliyetçilik” olarak adlandırır. Popüler-dilsel milliyetçiliğin kendiliğinden karakterine karşın, hanedanlıklar eliyle yürütülen resmî milliyetçiliklerin belli bir programı vardır: Devlet kontrolünde zorunlu ilköğretim, devlet tarafından örgütlenen propaganda, tarihin resmî olarak yeniden yazımı, gerçek olmaktan çok gösteriş düzeyinde bir militarizm, hanedanla ulusun özdeşliğinin sürekli tekrarı.
Bu resmî milliyetçilikler Avrupa ile sınırlı kalmaz, Asya’da, Afrika’da ve Uzakdoğu’da yerli yönetici gruplar tarafından devralınıp taklit edilir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra hanedanlar devri sona erer, uluslararası ilişkilerin normu ulus-devlet olur. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından sömürgeciliğin de tasfiyesiyle ulus-devlet zirve noktasına çıkar. Son dalgada yer alan bu devletler, milliyetçiliğin bütün müktesebatından istifade ederler.
“Yeni devletlerin ‘ulus inşa etme’ programlarında gerçek, popüler bir milliyetçi coşku ile kitle iletişimi, eğitim sistemi, idari düzenlemeler ve benzeri yollarla sistematik, hatta Makyavelci bir tarzda milliyetçi ideolojinin yaygınlaştırılmasını sıklıkla yan yana görebiliyoruz.” (s. 129)
“Kendi uğruna insanları ölmeye hazır hale getirme kudreti”
Hayali Cemaatler’de Anderson, bütün milliyetçiliklere -Avrupa milliyetçiliği, Amerikalar milliyetçiliği, 1820-1920 resmî/hanedan milliyetçiliği, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrası yeni dalga milliyetçiliklere- dair çok sayıda misal verir. Okurunu Rusya’dan Japonya’ya, Macaristan’dan Çin’e, Vietnam’dan Endonezya’ya, Balkanlar’dan Kamboçya’ya birçok coğrafyada gezdirir, ayrıntılı örneklerle tezini izah eder. Üç gayesi vardır Anderson’un:
Birincisi, milliyetçiliğin Avrupa’da doğduğunu ve dünyanın geri kalanına buradan yayıldığını öngören Avrupa-merkezciliği eleştirmektir. Aksi kanıdadır o; milliyetçi hareketlerin kökenlerinin Kuzey ve Güney Amerika’ya dayandığını ve bu hareketlerin etnik veya dinsel bir temelde açıklanamayacağını savunur.
İkincisi, geleneksel Marksizm ve liberalizmin, milliyetçiliğin nelere kadir olduğunu anlamakta düştükleri acziyetin gösterilmesidir. Milliyetçiliklerin felsefi tutarsızlıklarının olması ve diğer ideolojilerle karşılaştırıldığında büyük düşünürler yaratamaması, liberallerin ve Marksistlerin milliyetçiliklere tepeden bakmasına yol açmıştır. Rahatsızlık veren bir anomali veya tedavisi imkânsız bir hastalık olarak görüldüğü için milliyetçilik ya görmezden gelinmiş ya da gerektiği gibi hesaba katılmamıştır. Bu itibarla Marksistler ve liberaller, milliyetçiliğin dünya tarihine yön veren gücünü ıskalamışlardır.
Üçüncüsü, milliyetçiliğin -tıpkı liberalizm veya Marksizm gibi- ideolojilerin yanında bir “izm” olarak ele alan güçlü geleneğin yanlışlığının vurgulanmasıdır. Sıradan bir düşünce sistemine indirgenmesi, Anderson’a göre milliyetçiliğin muazzam duygusal gücünü izah etmez. Diğerleri gibi bir ideoloji gözüyle bakılması, milliyetçiliğin “kendi uğruna insanları öldürmeye hazır hale getirme kudretini” açıklamaz.
Milliyetçiliği en iyi anlatan sembolün Meçhul Asker Anıtı olduğunu söyler Anderson. Kimse bir Meçhul Marksist Anıtı ya da Meçhul Liberal Anıtı yapmayı ciddi olarak düşünmez, aklına getirse abes kaçacağı duygusuna kapılır. Normaldir bu; çünkü liberalizm ve Marksizm gibi düşünceler, ölümle ve ölümsüzlükle pek alakadar olmaz. Ama milliyetçilik olur; bu da milliyetçiliğin dinsel tahayyüller ile yakın bir irtibat içinde olduğuna delalet eder.
Liberal veya Marksist ilkeler için insanlar canlarından geçmezler ama milliyetçi değerler için milyonlarca insan gözünü kırpmadan ölüme atlar. Vatan için ölmenin gönüllüsü çok olur, fakat liberal veya Marksist değerler için ölmeyi göze alanlar ya olmaz ya da çok nadir bulunur. Milliyetçiliğin adanmışlık seviyesi fevkaladedir, bağlılarını ölmeye razı hale getirir. Bu itibarla, insanlarla arasında bu derece güçlü bir adanmışlık-bağlılık ilişkisi kurabilen milliyetçiliğin daha kapsamlı ve daha derinlikli masaya yatırılması gerekir.
Önyargılardan uzak bir milliyetçilik tahliline her zaman ihtiyaç duyulur ama herhalde içinde bulunduğumuz dönemde bu ihtiyacın daha fazla olduğunu söylemek mümkündür.
* Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, Çeviri: İskender Savaşır, İstanbul 1993