Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI‘Hayat’ filminin geometrisi

‘Hayat’ filminin geometrisi

Hayat’ta Demirkubuz filmlerinde daha önce görmediğimiz bir geometriden söz edebiliriz. Filmlerinde iç içe geçmiş kareler, karanlık, klostrofobik mekânlarda sıkışmış ifadesiz yüzler, kendi üzerine kapalı bir anlatı izlemeye alışığız. Fakat bu filmde öncekilerde görmediğimiz baskın bir simetri, durumların ve sahnelerin yankılanması söz konusu.

Zeki Demirkubuz’un yedi yıl aradan sonra çekmiş olduğu Hayat, bir yanıyla filmografisindeki diğer işlere çok yakın, hatta seyrin belirli bir aşamasına kadar karakterleri, hikâyesi ile Masumiyet (1997) ve Kader’e (2006) dönüşecekmiş hissi veriyor fakat beklenen olmuyor ve film bambaşka bir duygunun içerisinden geçerek Demirkubuz sinemasında alışık olmadığımız aydınlık bir sonun kıyısına izleyiciyi bırakıyor.

Mehmet’in (Umut Kurt) nişan bohçasını teslim ettiği sahne ile açılır film, bu nişanı hiç olmamış gibi düşünün, der. Kızı Hicran (Miray Daner) ortadan kaybolmuştur, dönecek olursa onu öldüreceğini söyler. Babanın gururu incinmiştir, film boyunca içi içini yer. Sonra Rıza (Burak Dakak) ile dedesini (Osman Alkaş) takip eder kamera. Gün doğmadan uyanır dede ile torun, özenli bir kahvaltı dede tarafından hazırlanmıştır, fırına gidilir, hamurlar açılır, ekmekler pişirilir, bir soluklanmak için kapının önüne iskemle atılır, sigaralar içilir. Bu rutinin, durağanlığın içerisinde bir şükür içerisinde günlerini geçirir dede, Rıza ise bu ârifâne çınarın gölgesinde yaşamaktan memnundur ta ki Hicran onu terk edene kadar. Rıza, genç kızın gidişini başta anlayamaz, içine düştüğü durumu çevresindekilere izâh etmek zorunda kaldıkça sıkıntısı çoğalır, yaşadığı deneyim ağır gelmeye başlar. Bir sabah valizini toplar ve Hicran’ın peşinden İstanbul’a gider, onunla yüzleşmek ister, insan selinin içine kendini bırakır.

Rıza’nın bu yolculukta karşısına çıkan garip karakterlerden biri Yaşar’dır (Kayhan Açıkgöz). Filmde bir Anadolu insanı olarak resmedilen dedenin karakteri bir tarafta, İstanbul’da üniversite okuyorum diyerek ailesini kandıran, yanında kalan öğrenci arkadaşına evini açtığı için “memleket sayemde insan kazanacak” diyerek böbürlenen bu delikanlı diğer taraftadır. Günümüz insanının bir prototipidir Yaşar, “Burası Türkiye, burada herkes inanmak istediğine inanır.” diyerek filmin ortasında sesini yükseltir. Çevresinde örmüş olduğu yalanlar ağından utanacağına gurur duymaktadır. Dedenin günümüz insanlarına dair işaret ettiği, “gırtlağına kadar tıka basa kendisi ile dolu” dediği kişilerden bir kişidir. Dede ise aklıselim tavırları, ince fikirli tabiatı ile toplumun unuttuğu bir değerdir. Onun varlığında, sözcüklerinde teslimiyet, kader, inanç gibi pek çok mesele filmin gündemine girer.

Hayat, Demirkbuzu’un Masumiyet ve Kader filmine göndermeler yapan, hatta yönetmenin bu karakterler bugün yaşasaydı başlarına neler gelir ve nasıl bir sonla film biterdi üzerine temrininin bir dışavurumu. Uğur, Bekir, Zagor gibi karakterlerin karşılıklarını filmde görüyoruz ama hepsinin ruh hallerinin değiştiği de âşikar. Karakterlerin hiddetleri de tutkuları da gücünü yitirmiş, inatlarını, iradelerini ortaya koymaktan ziyade hayatın akışına kendilerini bırakmış, uyuşmuş bir halleri var. Rıza’nın Hicran’ın peşinden gidişinde biraz da bu terk edişe nasıl cevap vereceğini bilememesi gibi bir hal var mesela. Zagor’un günümüzdeki izdüşümü diyebileceğimiz, Hicran’ın kaçışına sebep olan Ferit’i vuruşu bile neredeyse böyle.

Filmin diğer bir yan karakteri de öğretmen emeklisi Orhan (Cem Davran), İstanbul’a gidip kötü yola düşen Hicran’ın geçmişini kasabadakilere unutturacak yeni bir hikâye. Hicran, Orhan’la evlenmiş, şık bir eve yerleşmiş fakat ruh halinde bir değişiklik yoktur. Buhranları, vehimleri, kıskançlıkları ile boğuşan ve bütün bunları kurduğu garip cümlelerle üzerine boca eden Orhan’ın karşısında yine tepkisiz, yine suskundur. Demirkubuz’un filmografisinde sık karşımıza çıkan suskun kadınlardan biridir Hicran. Tepkisizliği, sessizliği, bakışları ile bütün hikâyeye, karakterlere yön verir. Filmde bir kötülük varsa, dengeyi bozacak olan ne ise hep bu kadın karakterlerin varlığından tecessüm eder. 

Zeki Demirkubuz ilk filmi C Blok’u (1994) Yeşilçam sinemasının en yalnız yönetmenlerinden Alp Zeki Heper’e adar. Düşüşhikâyeleri her zaman ilgisini çekmiştir: “Mazlumlara özel bir ilgi duyduğum için değil; ama düşüş benim ilgimi çok çeken bir şey. Hele böyle inat uğruna, hem de bir şeyler vaat edilirken, bir şeyler teklif edilmişken bunu kabul etmeyip, bunun yerine göz göre göre bir düşüşü seçen ya da seçmek zorunda kalan insanların kaderi beni hep ilgilendirir. Böyle bir potansiyel bende de var ve bu beni hem korkutuyor hem de bana heyecan veriyor.” Demirkubuz filmografisinde bu düşüş hikâyesini çeşitlendirir. Masumiyet’te (1997), Kader’de (2006) sevdiği kadının peşinden gitmek uğruna kendi benliğinden vazgeçen Yusuf’un (Güven Kıraç) ve Bekir’in (Haluk Bilginer/Ufuk Bayraktar), Üçüncü Sayfa’da (1999) intihar etmenin eşiğinden dönse de kendini karşı komşusu Meryem’in (Başak Köklükaya) girdabına kapılmaktan alıkoyamayan İsa’nın (Ruhi Sarı), Kıskanmak’ta (2009) evdeki varlığını bir sığıntı gibi görmekten yorgun Seniha’nın (Nergis Öztürk), Yeraltı’nda (2012) Muharrem’in (Engin Günaydın) içindeki hınç duygusunu bastırabilmek adına sahip olduğu her şeye önce saldırıp sonra onlardan vazgeçisi hep bu düşüş hikâyesinin bir parçasıdır. Peki Hayat bir düşüş hikâyesi midir? Rıza, Orhan, Hicran yine yokuş aşağı gitmektedir fakat bu defa filmin kendisini yankılayan yapısı karakterlere bir çıkış imkânı sunar . Film için mutlu sonla bitti cümlesini net bir şekilde kuramasak da bir ışık, aydınlık bir ihtimal seyrin nihayetinde belirir.

 Filmin Simetrisi/Asimetrisi

Hayat’ta Demirkubuz filmlerinde daha önce görmediğimiz bir geometriden söz edebiliriz. Filmlerinde iç içe geçmiş kareler, bu karelerin arasına sıkışmış, misal kapı aralığından gördüğümüz karakterler, karanlık, klostrofobik mekânlarda ifadesiz yüzler görmeye alışığız. Hayat’ta da yine benzer tercihler söz konusu, Hicran’ın evinde, Demirkubuz’un önceki filmlerinde de örneklerini gördüğümüz, TV ekranına yansıyan evin halleri gibi. Önceki filmlerinde sık yer verdiği TV ile gündelik hayat arasındaki alışveriş ve hayatın ekrandan maruz kalınana benzeyişine dönük imâ burada da var. Fakat bu filmde öncekilerde görmediğimiz baskın bir simetri, durumların ve sahnelerin yankılanması da söz konusu. Filmin ilk bölümünde Rıza’nın üzerinden hikâyeyi görüyoruz, Hicran hemen hiç perdeye yansımıyor. İkinci bölümde, Hicran İstanbul’dan evine döndüğünde ise genç kızın hayatına sokuluyor yönetmen, bu defa da Rıza yok. Filmin kırılma sahnelerinde rüyalara yer verilmesi Demirkubuz sineması için bir ilk. Karakterler her ne kadar kendi iradelerini ortaya koyarak yollara çıksa da kader ağlarını örüyor, Rıza ile Hicran’ın aynı rüyayı görmesi, bu irade dışı alan hayatları üzerinde belirleyici oluyor. İçi içini yiyen baba karakteri Mehmet’ten bahsetmiştik, neredeyse hiç konuşmayan bu adam bir sahnede tarlayı dövercesine tırpanlar, sonra ufka bakarak ağlamaya başlar. Bütün film boyunca suskunluğu, duygularına dair hiç açık vermeyen ifadesiz bakışlarıyla çevresindeki erkeklerin dengesini bozan Hicran da filmin nihayetinde, belki de babasıyla aynı yerde durarak, gözlerini ufka dikecek ve uzun uzun ağlayacaktır. Bu iki ayrı sahnenin birbirine baktığını, bütün film boyunca iletişimlerinin imkânsız bir hale geldiğini anladığımız baba ile kızın birbirlerinin gözünün içine bakarak ağladıklarını da söyleyebiliriz. Önceki filmlerde hep bir kısırdöngü, kendi üzerine kapalı, karanlık bir anlatı var iken bu defa ucu açık, aydınlık bir son izliyoruz.  Peki filmin bu ikiye bölünmüş hali, simetrisi ya da asimetrisini nasıl okumalıyız? Otuz yıllık yönetmenlik kariyerinde Demirkubuz’un hayata karşı almış olduğu dışarıdan, gözlemci tavır, bir taraf kadar diğer tarafa da söz verme, anlama ihtiyacının bir dışavurumu olarak değerlendirilebilir mi bu sinematografi? Hayat filminde, olgunluk dönemindeki bir yönetmenin kendi filmografisine dönük bir muhasebe, orada neredeyse kanunlaşan tercihlerinden bir kaçış, yeni bir arayış da var. Bu filmde de melodram ve arabesk sınırlarında geziniyor yönetmen gayet ölçülü bir şekilde bu kodları filmine yerleştiriyor. Sarı ışıkla aydınlanan nemli, rutubetli odalar, duvarlaya yaslanmış halılar, açık hava çekimlerinde karakterin adeta sırtına yıkılan şehir karmaşasının manzarası bu filmde de var fakat daha önce hiç olmadığı kadar yakın çekim tabiat görüntüleri, patlayan ışıklar da dikkat çekici. Filmin müzik tercihlerinden, aydınlık kadrajlarına, karakterlerinin duygu durumlarından, Osman Alkaş’ın canlandırdığı dede karakterine kadar pek çok unsur bu yeni duyguyu besliyor. Hayat, bir taraftan yönetmenin diğer filmleriyle hasbihal eden bir taraftan da öncekilerden farklı olarak kötücül bakışta ısrar etmeyen yanıyla Demirkubuz’un filmografisinde özel bir yere sahip. Filmin sonundaki tünel bu açıdan anlamlı, bir sonraki filmde karakterler o tünelden çıkacak mı yoksa karanlığa geri mi dönecek merak konusu.

- Advertisment -