Tuba Deniz
Soba alevinin tavandaki titreşimi: Kuru Otlar Üstüne
Kuru Otlar Üstüne’nin Samet’i, Ahlat Ağacı’nın atama bekleyen, yaşadığı kasabaya atom bombası atma hıncıyla kendini kemiren Sinan’ı tam da o sahnedeki duygusundan alıp bu filme taşımış gibi. Ceylan’ın bütün filmlerinde dolaşan kötücüllük bu filmde kendi üzerine katlanmış, izleyiciye nefes aldırmıyor. Üstelik oldukça sinik bir kötücüllük bu.
‘Hayat’ filminin geometrisi
Hayat’ta Demirkubuz filmlerinde daha önce görmediğimiz bir geometriden söz edebiliriz. Filmlerinde iç içe geçmiş kareler, karanlık, klostrofobik mekânlarda sıkışmış ifadesiz yüzler, kendi üzerine kapalı bir anlatı izlemeye alışığız. Fakat bu filmde öncekilerde görmediğimiz baskın bir simetri, durumların ve sahnelerin yankılanması söz konusu.
Soba alevinin tavandaki titreşimi: Kuru Otlar Üstüne
Kuru Otlar Üstüne’nin Samet’i, Ahlat Ağacı’nın atama bekleyen, yaşadığı kasabaya atom bombası atma hıncıyla kendini kemiren Sinan’ı tam da o sahnedeki duygusundan alıp bu filme taşımış gibi. Ceylan’ın bütün filmlerinde dolaşan kötücüllük bu filmde kendi üzerine katlanmış, izleyiciye nefes aldırmıyor. Üstelik oldukça sinik bir kötücüllük bu.
İzleyici için bittiği anda başlayan film: Aftersun
Aftersun filmi izleyici için bittiği andan itibaren başlıyor, duygusu yoğun bir rüyadan uyanmışız da ne gördüğümüzü hatırlayamadığımız, rüyadaki seçemediğimiz cisimleri, yüzleri zihnimize çağırmaya çalışmamız gibi.
Cici: Belleğin ağır yükü
Berkun Oya’nın işlerinin bu kadar çok gündem olmasında, konuşulmasında kurguladığı hikâyesinden ziyade bütün bu öykünün üzerine örmüş olduğu imgeler ağı etkili. Bu imgeler bütünü toplumumuz için o kadar tanıdık ki adeta örümcek ağı gibi seyirciyi bir yerden yakalıyor, bırakmıyor.
Memoria: Rüya içinde rüya
Weerasethakul filmlerinde hayaletler ana karakterler ile aynı masa etrafında toplanıp sohbet edebilir ya da seneler önceye ait sesler aniden bir odayı ya da bir zihni istila edebilir. İzlediğimiz “rüya içinde rüya”dır. Başkasının rüyası ile irtibat kurmak ne kadar mümkünse Weerasethakul’un film rüyaları için de aynısı geçerlidir.
Savaşın ortasında bir doğum sancısı: Klondike
Klondike, her an sınır hattında ilerleyen bir film. İki hal arasında kalmış olmaktan kaynaklı gerilim filmin tam da duygu olarak konumlandığı yer. Bu sınır durumlarında en temel salınımlar tabii ki ölüm ile hayat arasında.
Belfast: Gerçekliğin Çocuk Zihnindeki İzi
Belfast, otuz yılı aşacak çatışmaların gölgesindeki bir hikâyeyi anlatmasına rağmen neşesinden, umudundan taviz vermeyen bir yapım. Bunda sinematografide çocuk bakışının öncelenmesi, bu zaviyeye göre kameranın sabitlenmesinin etkisi bariz.
Bir günde kahraman, bir günde hain
Sosyal medyada yaşananlar güncel hayata, gerçekliği bozuma uğratan, her şeyi makrolaştıran dev bir mercekten yansıyor adeta. Övgüler de yergiler de o kadar hızlı “büyümeye” maruz kalıyor ki çok kısa bir sürede haddini aşarak zıddına inkılâp ediyor.
Beyaz tavşanı takip et!
The Matrix Resurrections’da daha önceki filmlerde mücadelesi verilen savaş bitmiştir, makineler ile insanlar arasında bir ittifak söz konusudur. Diğer filmlerde yüksek tonda seslendirilen zihnin özgürleşmesi, özgür irade-kader sorunsalı burada daha cılız bir şekilde dile gelmekte. Bir zamanlar özgür olmak isteyen, bunu kendine mesele eden insanlıktan eser kalmamıştır.
Okul Tıraşı: Peşimizi bırakmayan kurumsal grilik
Okul Tıraşı, yatılı bir okulun griliğinin içerisinden sesleniyor izleyiciye. Dışarıda lapa lapa kar yağmasına rağmen kaloriferleri bir türlü yanmayan, buz tuttuğu için revir kapısı açılmayan, aylarca kapıda biriken kara rağmen kapı eşiğine döşenen kaygan fayanslarıyla her içeri girenin canına kasteden, neresinden tutsan elinde kalan bu yapı kaçınılmaz olarak içerisindeki hayatı da kendine benzetmiş görünüyor.
Eğitime fantastik bir yaklaşım
Kaptan Fanstastik ve eşi, Rousseau’dan mülhem, bahçesinde kendi halinde büyüyen bir ağacın doğallığına bırakır çocuklarını. “Yaratılmış ihtiyaçlar”a yer yoktur bu hayatta. Toplumun kurgularından, kalıplarından, şahsiyetlerine müdahale edecek her türlü ezberden sakınırlar onları. Çocuklarını “herkesler”in etkisinden koruyarak gündelik hayatın uğultusu, vasatın bir yankısı olmasının önüne geçmek isterler.
Yakarsa Dünyayı Fatma’lar Yakar
Müge Anlı programlarındaki üçüncü sayfa haberlerinin ilgi görmesi, sürekli gündeme gelmesinden bu kadar çok rahatsızlık duyulması ile benzer hikâyelerin sinema ve dizilerde estetize edilerek haftalarca, aylarca izletilmesi, bu filmlerin bu kadar çok alkışlanması arasında garip bir tenâkuz var.
Nomadland: Yersizyurtsuz
Chloé Zhao bir önceki filmi The Rider’da (2017) yaralı, genç bir kovboyun yaşadıklarını anlatıyordu. Bu işlevsizliğin getirdiği çaresizlik halleri Nomadland’de, sistemin her zaman yük olarak gördüğü yaşlı bireyler üzerinden anlatılıyor.
İhtişamlı bir yoksunluk: Güneşin Çocukları
Gittikçe uzaklaştığımız, uzaklaştıkça unuttuğumuz, görmekte zorlandığımız bir ufuk çizgisi gibi çocukluk. Mecidi hemen her filminde bizleri gözlerimizi dikerek o uzaktaki yitirdiğimiz zenginliğe bakmaya mecbur ediyor, biliyor ki hayatın bütün enerjisi de imkânı da hep orada.
Azizler: Yalnız, gergin ve kederli
Azizler’de karakterlerin birbirlerinin gözünün içine bakarak konuşabildiği sahneler sayılıdır. Kimse kimseyi dinlemez, sorulan sorulara alakasız cevaplar verilir. Kendilerini en rahat ifade ettikleri anlarda ya karşılarında kimse yoktur ya da Erbil’de olduğu gibi ölü ile konuşmaktadır.
Su çatlağını bulur mu?
Filmin en önemli önermesinin temas olduğu âşikâr; konuşarak, dokunarak, belki kavga ederek ama hiçbir şekilde yok saymayarak iletişim içinde yaşamak toplumun iyileşmesi için elzem. Her kesimin ilacının bir diğerinde olduğu ve birbirimizi dinlemenin bize iyi geleceğine dönük bir vurgu bu.
İçimizdeki canavarlar
Canavar’ın adaya gelişi küçük çaplı bir “felaket” etkisine sebep olur. Adadaki hayatı, o korkuya ortak olan bütün karakterleri adeta saydamlaştırır. Huzursuzluk ve korku büyüdükçe içlerindeki yüzleşmek istemedikleri öfke, kin, birbilerine dönük husumetleri ve hayvani dürtüleri teker teker gün yüzüne çıkar.
Mekânlarla hatırlamak
Şehir adeta yıkılarak baştan yapılıyor, senelerce önünden hatta içinden geçtiğimiz mekânlar böylelikle çok hızlı bir şekilde belleğimizden siliniyor. Halbuki belleğin canlı kalabilmesi için kavramlara, imajlara, nesnelere ya da mekânlara tutunmaya ihtiyacımız var.
Bozkurdun peşinde: ‘Mavzer’
Mavvzer, tabiat ile insan arasındaki çizgiden yola çıkarak, bu sınırın hangi haller üzerinden ihlal edildiğini ve ihlal edildiğinde ne tür felaketleri de peşi sıra sürüklediğini küçük bir hikâye üzerinden sorgular.
Hiçliğin ortasında bir veda
Kaufman’ın filmlerinden, zihnin işleyişine dönük tecessüsünü biliyoruz, bunu sinema diline yansıtırken kalıpları kırmaktan keyif alan cesaretine de aşinayız. Onun sinemasındaki bu sürprizli ve bir o kadar da engebeli yola eşlik etmeyi seven seyirci için es geçilmemesi gereken bir film Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum.
Tenet: Atalara savaş açmak
Hollywood sinemasında tehdit genelde ya Orta Doğu’dan, Rusya’dan gelir ya da uzaydan; zombi, terör, virüs her ne olursa olsun, farklı tezahürlere bürünse de düşman esasında her zaman aynıdır: öteki. Tenet filmindeki saldırı daha farklı bir yerden, gelecekten geliyor. Torunların dedelerine, ninelerine açtığı bir savaş bu.
Ceviz Ağacı: Yaralarla barışmak
12 Eylül’e dair filmler şimdiye kadar daha çok solcuların bakış açısı ile sinemaya yansıtıldı, Ceviz Ağacı bu mağduriyetlerin sadece bir tarafla sınırlı kalmadığını, çok daha geniş alana yayılan bir acı silsilesine dönüştüğünü resmediyor. Acıya maruz kalan kadar seyirci kalan da bu haksızlık girdabının içine çekiliyor.
Nasipse Adayız: Halay Başı Olmak ya da Olmamak!*
Ercan Kesal’ı ilk olarak Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak (2002) filmindeki küçük rolü ile tanıdık. Ardından Ceylan’ın Üç Maymun (2008) filminin senaryosuna katkıda bulundu.