Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIHaziranda ölmek zor

Haziranda ölmek zor

Ahmed Arif 33 yıl önce bugün ayrıldı hayattan. Yürek enfarktı… Çocukluğu “Türkiye mozaiği”, şiiri kültür resitali. “Otuzüç kurşun”u yazınca -yine- târumar o mozaik.Sevdası ise “leylim leylim” kitaplara konu olmuş, ölümünden sonra herkes duymuş. Oysa en sevdiği türkü “Ben seni gizli sevdim, bilmedim âlem duyar”. Memleketindekibüstüne de yazılan dizelerindeki gibi saklı kalacağına inanmış belki: “Bir ben bileceğim oysa /Ne afat sevdim /Bir de ağzı var dili yok /Diyarbekir Kalesi…”

Yazın aşırı sıcaklarda dışarı çıkılmamasını öneren o mahut uyarılar özellikle “kalp hastaları”na gelir: Kalp krizi riski… O açıklamalardaki sıradan “kalp krizi” şiirsel tercümesiyle çınlıyor kulağımda: “Yürek enfraktı…” Nâzım’ın dizelerine de, ölümüne de uğramış. 

Vurgusuyla da ağız dolusu, hüznü de darbeli: “Memleketim, memleketim, memleketim / Sen şimdi yalnız saçımın akında, / enfarktında yüreğimin, / alnımın çizgilerindesin…” O enfarkt doğan bebeklerin bile “yolunu gözlüyor” dizelerinde. Şiir… Hayatı da ölümü de değiştiriyor, tahayyülüne tasviriyle, hatta ritmiyle yerleşiyor.

Yazın mı kıstırıyor?

Düşününce “Ölüm şairleri, yazarları daha çok yazın mı kıstırıyor acaba?” sorusu geçiyor aklımdan. İstediğim, uyarına gelen cevabı Haziran’da ölen Nâzım Hikmet, Ahmed Arif, Cahit Külebi, Orhan Kemal’de buluyorum. Hasan Hüseyin’in (Korkmazgil) “Orhan Kemal’in güzel anısına” ithaf dizeleri zaten aklımda: “Şuramda bir çalıkuşu ötüyor / uy anam anam / haziranda ölmek zor…”

Ardından yine yaz aylarında ölen Ece Ayhan, Can Yücel, Turgut Uyar, Bilge Karasu… 2 Temmuz 1993’de Metin Altıok, Behçet Aysan, Asım Bezirci, Uğur Kaynar, Hasret Gültekin, Muhlis Akarsu, Nesimi Çimen gibi şairler, ozanlar, yazarlar da var ama onlar ölmedi, Sivas Madımak’ta öldürüldüler.

Onları yakan yaz sıcağı değil, gün boyu dağıtılmayan bir güruhun alkışla, tezahüratla körüklediği ateş. Düştüğü yerde sönmüyor. Hele firari zanlılarıyla zaman aşımı, hükümlüleriyle aflar alevlendiriyorsa yürekteki koru.

“Türkiye mozaiği”nin şairi!

Şair Ahmed Arif 33 yıl önce bugün, 2 Haziran 1991’de ayrıldı hayattan. Ankara’da, 64 yaşında, yürek enfarktından… Çocukluğu babasının memuriyeti nedeniyle Siverek ve Harran’da geçmiş. O günleri Refik Durbaş’ın “Ahmed Arif Anlatıyor, Kalbim Dinamit Kuyusu” kitabından okuyoruz. 

Durbaş Ahmed Arif’in “can kardeşlerinden Ümit Fırat’ın da yardımıyla” Saffet Rüştü Tekin’le konuğu olmuş; tam iki gün. Ölümünden bir yıl önce, 16-17 Ocak 1990’da… O gün Diyarbakır yemekleri hazırlanmış. Rakı buza yatırılmış. Keşkek pilavı, tandır eti, süzme yoğurt; uzun uzun konuşmuşlar. 

Çocukluğu bazılarının görmeye bile tahammül edemediği, ama işi düşünce gevelediği Türkiye mozaiği, dili duymaya bile katlanamadığı kültür resitali: “Siverek’te, yani şehir içinde Türkçeden çok Zazaca konuşulduğu için Zazacayı hemen öğrendim. Karakeçi’de çoğunlukla Kürt aşiretleri olduğu için Kürtçeyi de orada öğrendim. Harran’da ise Arapça konuşuluyordu. Arapçayı ise Harran’da öğrendim.”

Bu çocuk nedir

Çocukluk anıları sorulduğunda aklına ilk geleni anlatıyor: “Çok iyi hatırlıyorum. Biz oyun oynuyoruz, üç adam (parayla) bahse girmişler. Biri Arap, biri Kürt, biri de Zaza. Biri diyor ki beni göstererek, ‘Bu çocuk Arap’. Öteki diyor ki: ‘Yok yahu, bu çocuk Kürt.’ Üçüncüsü ‘Bu, ne Arap, ne Kürt. Bu çocuk Zaza’ diyor. 

“Konuşmalarımızı dinliyorlar herhalde. Aralarında anlaşamayınca bir esnafa soruyorlar, ‘Bu çocuk nedir’ diye… Esnaf, ‘Üçünüz de yanıldınız’ diyor. ‘Bu çocuk Türk’. (Arif’in babası Türk, annesi Kürt.) 

“O zaman duvarlarda iki metre boyunda, bir metre eninde afişler vardı. ‘Vatandaş Türkçe konuş’ diye yazılıydı bu afişlerde. Ben bunun ne olduğunu biliyordum. Çünkü okumayı yazmayı anaokulunda öğrenmiştim.” O çocukluğun üzerinden neredeyse yüz yıl geçmiş; Diyarbakır Barosu’nun bu hafta yaptığı açıklama önümde: “Kürtçe diline yönelik tahammülsüzlüğü kabul etmiyoruz.”

Otuzüç kurşun” gençliği

Şiire ilgisi ortaokulda başlıyor. Lise ise Afyon’da yatılı, şansına “bir edebiyat hazinesi”. 16-17 yaşlarında durmadan şiir yazıyor: “Defterler dolusu… Her biri bir kızda kaldı. Birçoğu da poliste… Geri alamadım, vermiyorlar…” Yirmili yaşlarında ise hayatının bedeli en ağır şirini yazıyor; “Otuzüç Kurşun”. 

Tarihte “Muğlalı Olayı”, “33 kurşun katliamı” olarak anılan kıyımın şiiri. Orgeneral Mustafa Muğlalı 1943’de Van’ın Özalp ilçesinde Milan aşiretinden 40 köylüyü gözaltına alıyor. Mahkeme beşini tutuklayıp gerisini bırakıyor. Haklarındaki iddialar âfâkî; dereden tepeden, o günlerin (de) huyundan suyundan… Ahmed Arif’in o şiirine aldığı gibi: “Gayri eşkıyaya çıkar adımız, / Kaçakçıya / Soyguncuya / Hayına…”

Ancak Muğlalı -Ankara’nın da talimatıyla- onların da alınmasını istiyor. Ve 30 Temmuz 1943’de Sefo Deresi’nde 33 Kürt köylüsü gözleri, elleri bağlı kurşuna diziliyor. Resmi açıklama “Sınırda kaçmaya çalışırken çapraz ateş arasında kaldıkları” yönünde… Lâkin birisi yaralanıyor ve gerçekten dağları aşıp İran’a kaçıyor. Yargısız infaz da Menderes döneminde Türkiye’ye dönünce ortaya çıkıyor. Özetlediğim olayın her satırı, belgeleri ayrı facia. 

Hallarımı aynen böyle yaz”

Arif de anlatmış şiirinde: “Şifre buyurmuş bir paşa / Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız/ Kirvem, hallarımı aynen böyle yaz / Rivayet sanılır belki / Gül memeler değil / Domdom kurşunu / Paramparça ağzımdaki…” Fikret Kızılok da bu dizeleri “Vurulmuşum” şarkısına alıyor yıllar sonra. 

O şiir nedeniyle az çekmemiş. Yazdığı günlerde şiir bir yerde yayınlanmasa da “Öyle bir şiiri var” ihbarıyla 1950’de “götürmüşler” onu. O şiiri okumasını istemişler. Okumayınca da sabaha kadar dövüp, Ankara Atatürk Spor Salonu’nun tellerinden aşağıya atmışlar. Kaldığı “han gibi bir yerde” bir hafta yatmış. 

İki yıl geçmeden 1952’de yine alınıyor. Ankara’dan İstanbul’a götürüyorlar; zulmüyle, işkenceleriyle ünlü Sansaryan Han’da 38 ay… Ölecek, Kasımpaşa Deniz Hastanesi’ne kaldırıyorlar. Sonra tekrar Sansaryan Han’a, orada da fazla tutmayıp Harbiye’ye… 17 gün “tabutluk”ta kalıyor, bırakıyorlar.

Şiirin hayatını yaşamak

Şiirleri zaman zaman uzağımda kalsa da… Yeri ayrı benim için. Memleketinden, cezaevinden yanık türküler, paralayan ağıtlar misali uğruyor bana. Yükte hafif, pahada ağır incecik kitabıyla (Hasretinden Prangalar Eskittim) değil sadece… “Benim yaşadığım şiirdi, bu kadardı, bitti” demesi de değil? Hani İlhan Berk, “Zor olan, diyor, şiirin hayatını yaşamaktır. Yazmak sonra gelir hep” demiş ya, Arif (de) o işte. 

Hissiyatımın cümlesini keyfimce kurduğumda, yazın ölen Edip Cansever “menekşe rengi papyonlu Ruhi Bey”in bazen uzak, bazen yakın ahbabıysa, Metin Altıok “acıya kiracı”ysa, “kostak”sa Ece Ayhan’ın şiiri ve en renkli, muzır homurdanmaysa Can Yücel… Arif, şark çıbanıyla façalı delikanlı; “afili filinta”. (Ki, oğlunun da adı Filinta.)

“Ben seni gizli sevdim” 

Kitaplara konu olan sevdasıyla da anıyorum elbette. Sevdasız şiir olmaz. Şair de… Öyle bilip, öyle inanmak istiyor gönül. Arayan buluyor da… Gündüzünde göremezsen, gecesinde. Orada da zorlanıyorsan, aşkı sen uyduruyorsun kafanda. Arif misali “Ellere nesi?” 

Mevzu böyle seyredince… Serbestiyet’te dört yıl önce 4 Haziran’da yayınlanan Ben seni gizli sevdim, bilmedim âlem duyar yazımdan da bazı bölümleri -düzenleyerek- almak istiyorum.

Bazen de o gizli, örtülü, mahçup, “platoni”si ömre bedel aşklar su yüzüne çıkıyor. Hatta günü geliyor “belge”leriyle ortada. Oysa şair, aşkının Ahmed Arif’in memleketindeki büstüne de yazılan dizelerindeki gibi saklı kalacağına inanmış belki: “Bir ben bileceğim oysa / Ne afat sevdim / Bir de ağzı var dili yok / Diyarbekir Kalesi…”

Lâkin ölümünden sonra o aşkı, Arif’in Cemal Süreya’ya yazdığı mektubunda çocukluğundan beri çok sevdiğini, “mısralarının onu sarhoş ettiğini” vurguladığı o türküdeki gibi herkes duyuyor: “Bahçada yeşil çınar / Boyu boyuma uyar / Ben seni gizli sevdim / Bilmedim âlem duyar.” (¹)

“Leylim leylim”in Leylâsı

Arif, yazar Leylâ Erbil’e vurgun. (Erbil de 50’li yıllarda şairin çok sevdiği o türkünün nakaratındaki gibi “top kâküllü, esmer” midir esasen…) Ama aşkına karşı kaya gibi bir dostluk düşüyor payına. Olsun varsın. “Dostluğumuz ki korkunçtu. Ve yaşanmaya değer” diyor, Erbil’e yazdığı mektubunda: ‘’Sen ister dostum ol, ister sevgilim, yeter ki hayatımda ol.’’ 

Çekiniyor da bazen; “Seni ve çevreni rahatsız edebileceğimi aklıma getirmeden, paldır küldür mektup yazışım bir intihardır belki de. Ödüm kopuyor Leylâ. Seni kırarım, üzerim, yahut bunlara sebep olurum diye…” 

Ama şiirlerinde, mektuplarında pek mahçup değil sevdasına. “Leylim, leylim” diyor, Leyla’ya:

“Bilmezler nasıl aradık birbirimizi, / Bilmezler nasıl sevdik, / İki yitik hasret, / İki parça can.” Yanıtını bilse de… Erbil’e, “Hınca hınç mısra doluyum. (…) Biraz kendime geleyim, mendillerine, bluzlarına, yastığına mısralar serpeyim. Ha?” diye soruyor. 

Zulamdaki mahzun resim”

“Israr”ı, üslûbu-usturubuyla aşkın adabı muaşereti yakasını ilikleyip kravat takmıyor pek. Sessizken de uçarı… Kendisi de öyle kabulleniyor zaten: “Nasıl da yılları buldu, Bir mısra boyu maceram…” Aldırmıyor aşkının sonuçsuz kalmasına; “Körsem / Senden gayrısına yoksam / Bozuksam / Can benim, düş benim, / Ellere nesi?”.

Belki Nâzım’ın “Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı? / Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık / Yahut hiç sevmeseydi / Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden” meselesi.

Zindanda, “zulasındaki mahzun resim”, sevdası. Aşkı, içinde / kendinde / yeniden yaratıyor. Öyledir çoğu sevdanın abideleri… Yıpransa, yıkılsa da “kaidesi” kalıyor. “Mâşûka” hiç bilmese, bilip de mukabele etmese bile, acısa da yüreği ne gam: “Açardın, / Yalnızlığımda / Mavi ve yeşil, / Açardın, (…) Yenerdim acıları…” 

Gidiyor sonra, yürekte süveyda… Metin Altıok’un dizeleri kalıyor elde: “Eskiden yüreğin ortasında bulunduğu sanılan siyah nokta, / Yani mecâzi anlamda bir gizli niyet bir duygu ve düşün / Ve bitkibiliminde tohumun içindeki o itici güç sürgün. / Yoklayın kendinizi şimdi hepiniz sonra söyleyin bana; / Nedir yüreğinizdeki siyah nokta gizli niyet: süveyda?” Süveyda… “Kalbin ortasında damarların birleştiği kara nokta”… Tasavvufta “rûhun ve hayâtın merkezi”.

BİR YAZI/BİR SÖYLEŞİ

“Sevgililik ya da aşk duygusu zamanla yara alabiliyor, örselenebiliyor, bitebiliyor. Bitmeyen tek aşkın gerçek ve lirik bir dostluk olduğunu; ikirciksiz, apaçık sevgiyi, hatta şımartılmayı, Edip Cansever tattırdı bana. Tek ihaneti ölmesiydi!” (Tomris Uyar’ın Cansever’in ölümünün birinci yılında yayınlanan yazısından. Cumhuriyet Gazetesi, 28 Mayıs 1987.) 

(¹) Ahmed Arif’in yazdığı mektuplar, “Leylim Leylim – Ahmed Arif’ten Leylâ Erbil’e Mektuplar – 1954-1959 -ve 1977’de son bir mektup-” başlığıyla 2013’de İş Bankası Kültür Yayınları’ndan basıldı. Arif’in oğlu Filinta Önal kitabın basılma sürecini Cumhuriyet Gazetesi Pazar Eki’nde 6 Ekim 2013’de yayımlanan röportajında Türey Köse’ye şöyle anlatıyor:

– Bu tür mektupların yayımlanmasını edebiyat tarihi açısından doğru bulanlar da var, saygısızlık olarak görenler de. Bir ‘oğul’ olarak sizi ya da annenizi rahatsız eden bir yanı oldu mu bu mektupların?

Niye olsun ki, bu hakikat. Ayrıca yaşanan şeylerin platonik olduğunu fark ediyorsunuz, biraz da umutsuz bir aşk hikâyesi var baba açısından. (…) Aşk soylu bir duygu, hayata tutunma metodu, genç bir adam ölümlerden dönüyor, platonik de olsa o aşkla hayata tutunuyor. Fakat karşılıksız, onun verdiği bir melankoli, bir hüzün de var. 

– Sizden kitap için izin alınmış. O süreci anlatır mısınız?

Leylâ Hanım’ın editörü Ruken aradı. “Kalan” kitabının tanıtımına gelmek ister misin, seni görmeyi tanımayı çok istiyor Leylâ Hanım, dedi. Gittik tanıştık, çok güzel bir kadın, gözleri mavi mavi o ışığı görseniz… Bana öyle severek baktı ki… Ruken, bu mektuplar var kitaplaşmasını isterim, sen ne dersin, dedi. Olur, dedim. Leylâ hanım da çekiniyordu -eski insanlar bir asalet var-, üzülür müsünüz, diyor. Ya ne üzüleceğiz, dedim. Leylâ Hanım nasıl asil bir kadın. Madem senin görüşün karşı değil, ben öldükten sonra yayımlansın, dedi. (Erbil 19 Temmuz 2013’de öldü, kitap aynı yılın sonbaharında basıldı.) Anneme de sordum, o da biliyor bilmez mi? Masal gibi, platonik bir hikâye. Niye utanılsın, aşk ne güzel bir şey. Bizde hiç mektup yok, babam saklamamış.”

- Advertisment -