7 Ekim Hamas saldırısı, hiç kimsenin öngörmediği siyasal haritaları değiştirmeye devam edecek gibi görünüyor.
Evet, dün öngörülemez olan, bugün artık öngörüler içinde olup bitiyor.
Sorun, bu siyasal harita değişikliğine hangi araç ve yöntemlerle hazır olduğunuza bağlı.
Öyle görünüyor ki Türkiye, bu siyasal harita değişiminin farkında olmakla beraber, eski usul yol ve yöntemlerin zincirini kırmakta pek de başarılı görünmüyor.
Klasik “iç cepheyi güçlendirelim” söyleminin bile içini doldurmaktan çok uzakta şu anda.
Her şey inanılmaz bir hızla kendisini eskitip yeniden yol alma sancıları çekerken ve bu sancılar, yanı başımızda siyasal doğumlara neden olurken, sadece Hamaset ile yol almak ne derece tutarlı bir politika veya duruş, anlamak çok zor.
Uluslararası sistemin bile 7 Ekim’den bu yana iflas ettiği bir düzlemde; ekonomisi son derece kötü durumda olan, siyasi kutuplaşmanın da tam gaz devam ettiği ve görünürde bunun durulacağına yönelik emarelerin olmadığı bu zaman diliminde…
Siz, fırtınadan kasırgaya dönüşme ihtimali olan bu süreci sadece PKK’ye silah bıraktırmakla göğüsleyebileceğinizi düşünüyorsanız, fena halde yanılıyorsunuz.
Elbette ki PKK’nin silah bırakması ve sorunları şiddet dışında, barışçıl yöntemlerle savunması; kırk yıldır derin acılara neden olan Kürt meselesinin şiddet boyutunun bitmesi açısından son derece değerlidir.
Ama çok hızlı gelişen uluslararası ve bölgesel denklem, artık dünün yavaş temposunu kabul edecek boyutta değil.
Süreç hızlanmalı ve sadece hızlanmakla da yetinilmemeli; sloganlar ve kulağa hoş gelen sözler dışında ete kemiğe bürünmeli.
Yoksa kendi tarif ettiğiniz tehlikeye ya inanmıyorsunuz ya da hafife alıyorsunuz demektir.
Bu ise son derece yanlış ve vahim bir hata olur.
Sosyolojik ve siyasal fay hatları tıpkı deprem fay hatları gibidir.
Önceden önlemini almak ve binaları sağlam inşa etmek gerekiyor.
Hele ki herkesin elinin içinde olduğu fay hatları için çok daha fazla özen göstermek gerektiği açıktır.
Türkiye’nin dış politikada yaşadığı kırılganlık, sadece askeri veya stratejik değil, aynı zamanda zihinsel bir donukluğun da ürünüdür. “Yeni dünya düzeni” gibi söylemlerin arkasında, bu düzenin nasıl bir gelecek tasarımı sunduğu konusunda elle tutulur bir fikir yok. Oysa artık pozisyon almak değil, yön vermek gerekiyor.
ABD’nin İran’a saldırması ile beraber 7 Ekim saldırısının boyutu yeni bir evreye girdi.
Eğer bu saldırının devamı gelirse, zaten kolu kanadı kırılmış bir İran’ın hem içeride hem de dışarıda birçok çatışmaya neden olacağını öngörmek için kâhin olmaya gerek yok.
Birçok etnik ve mezhepsel yapıyı sadece kendi içinde değil, bölgesel düzlemde de barındıran İran’ın böylesine bir saldırı dalgası ile karşı karşıya kaldığında bütün fay hatlarını uyandıracağını bilmek gerekir.
Ve bu uyanış sadece kendini demokratik tepkilerle ifade eden bir uyanış olmayacaktır.
Uzun yıllardır baskılanmış etnik ve mezhepsel kimliklerin kendini şiddet ile ifade edeceğini en son Arap Baharı’nda büyük acılarla öğrendik.
Bu noktada Türkiye’nin en büyük açmazı, krizlere hazırlıklı olmaktan çok, krizlerin içinde yön aramaya çalışmasıdır. Oysa gerçek liderlik, kriz anlarında değil, krizlerden önce alınan önlemlerle kendini gösterir. İçerideki kırılganlık, dışarıdaki tehditleri misliyle büyütür.
Hal böyleyken ve bu kadar hızlı bir baş döndürüş yaşanırken, hâlâ içinde ne olduğunu bilmediğimiz “iç tahkim” sözünün hızlı bir şekilde eskidiğini bilmek lazım.
Bundan ötürü içi doldurulup, toplumsallaşması için hareket kabiliyetini artırmak gerekiyor.
Ama ne yazık ki…
İktidar, sözle söylemiş olduğu “bölgemiz ateş altında” sözünü dolduracak adımları atmaktan imtina ediyor.
Sadece imtina etmekle kalmıyor; bütün stratejisini iktidarda kalmak veya olası bir seçimde tekrar kazanmak olarak kendini kodluyor.
Böyle bir istek veya duruş, normal zamanlarda kabul görecek bir politik tutumdur.
Ama normal bir zaman diliminden geçmiyoruz.
Ateşin tam yanı başındayız ve bu ateşi körükleyen güçler, dünyayı yöneten güçlere ve artık bir zayıf halkaya dönüşmekte olan İran gibi devasa bir devlete yöneliyor.
Böylesine yaralı bir devlet her an her şeyi göze alabilir çünkü yönetme kabiliyetine ağır darbeler vuruldu; yönetim zincirleri arasındaki hiyerarşik bağ koparıldı. Bu durum, öngörülemez gelişmelere gebe olabilir.
İç kamuoyunun kutuplaştırıldığı, muhalefetin sistematik baskı altına alındığı ve kurumların bağımsızlığını büyük ölçüde yitirdiği bir ülkede, kriz anlarında sağduyu yerine tepkisellik hâkim olur. Bu da dış politikada ani reflekslerin, telafisi zor hasarlara yol açmasına neden olabilir.
Bundan ötürü, olağanüstü bir durumun yaşandığı bu süreçte sadece iktidarda kalmak adına atılan ve atılacak adımlar, sorunu daha da karmaşık hale sokar.
Nitekim muhalefet partisine yönelik bitmez tükenmez operasyonlar bu durumu daha da içinden çıkılamaz hale getiriyor.
Ekonomik kriz ve üzerine yargının siyasetin emrinde olduğu bir imaj, iç barış adına çok ciddi bir tehlikeyi işaret ediyor.
Bugünün krizleri, dünü anlamayanların yarını inşa edemeyeceğini bir kez daha gösteriyor. Türkiye’nin yapması gereken şey; yalnızca yangını izlemek değil, geleceğe dair güçlü ve kapsayıcı bir stratejiyle hareket etmektir.
Bu bağlamda, toplumsal mutabakatı ve kurumsal güveni yeniden inşa etmek, sadece iç barış için değil, dışarıdaki belirsizliklere karşı da en etkili kalkan olacaktır.
Bilmem farkında mısınız…