“Kuşak” ya da eski kuşakların tabiriyle “nesil” birçok muhabbetin dönüp dolaşıp geldiği yerler arasında bereketli kavramlardan olmalı. Eskiyle yeniyi karşılaştırmaların da kestirme yolu. “Kuşak farkı”ndan “kuşak çatışması”na geçiş de serbest. Hele mevzu gençlikse kaş çatma sıradan. Bazısı oradaki derin kırışıklıkla da tanınıyor.
Sohbeti çoğu kez “kıyâs-ı nefs”le, “kendine benzeterek hüküm verme, kendini örnek tutma”yla seyretse de ne gam. Argümanları gelmiş de çoktan geçmiş hatıralar olunca “lisans tezi”nin hafızaya emanet olması bile dert değil. Yaşadığın dönemle, “bizim zamanımız”la bugünü karşılaştırmak da cazip tuzaklarından.
Kuşak farkı-çatışmasının birçok sohbette anahtar kavramlardan olması, “maymuncuk” misali ortaya savrulması belki de algının, empatinin önündeki en eski barikatlardan. Zira ona dayalı kıyaslar değişmeye meyyal analizlerden çok sabit, donuk tablolara sürüklüyor birçok insanı. Hatta kendine yontarak “heykel”ini tasarlıyorsun “zamane gençleri”nin.
Muhabbetzede gençler
Yaşlıların kendilerini gençlerle kıyası her dem popüler “mukabele sanatı”na dönüşüyor çoğu kez. Anlamından uzaklaşıp “söyleniş”iyle, o eski hikâyesiyle, hamasetiyle ilgi, koltuk değneği arayan “lafız” düşüncelere, beter nasihatlere. Sohbetinde “muhabbetzede” oluyor gençler, bazısı ihtiyarlıyor genç yaşında.
Bizim tefrikamız, nüshamız saydığımızda “Şimdiki çocuklar, gençler harika” da… “Laf olsun -giderayak- torba dolsun” babından bu iltifat, bu “vefa”. Yeri, lüzumu geldiğinde hepsi senin “evladın”, “afadın” da… Bir ata, bir “baba” hakkı, müfredatı, disiplini istiyor, bekliyorsun belli belirsiz. Hatta bazen onlar değil de, “Sana bakınca kendimi, kendi gençliğimi görüyorum, aynen ben”in gururu harika.
En ihtiyar miras…
Gençlerden, yeni kuşaklardan şikâyet en ihtiyar mirası insanlığın. Romatizmal diz ovuşturma misali… Bunda ellerini de ovuşturuyorsun bir güzel. İltifatın bile bir tür dokundurmanın seyri çoğu kez. “Zamane gençliği” deyimi onunla mücrim, sabıkalı. En melodik, en dokunan, harika ses tonuyla bile “Ben genç olmanın ne olduğunu biliyorum, fakat sen yaşlılığın ne olduğunu bilmiyorsun” sitemkâr derinden.
Orson Welles Jerry Abbott’un yazdığı bu şarkıyı 1984’de, ölmeden bir yıl önce, 69 yaşında seslendiriyor. Ve gençliğin-yaşlılığın felsefi aforizmasına dönüşüyor dünyada. “Ben bilirim de sen bilemezsin”in en veciz, belki en mutedil hâli.
Ama “Oh be taşı gediğine koymuş” demek zor. Zira Welles’in bildiği, bir zamanlar yaşadığı “gençlik” de geçip gitmiş, o günlerden geriye ölürken bile aklından çıkmayan eski bir tahta kızak (Rosebud) kalmış. Ölürken kızağı şömineye atılmış, çocuklar, gençler çoktan kaykayın üstünde, “I know”unu belki hip-hop yapmış: “F-ck if i know what it is to be young…”
Öyle bilememek harika
Doğrusu biz de bayıldık o terennüme bir zamanlar da… Gençtik tabii, yaşlılığı “öyle bilememek” de harikaydı esasında. Bıyık altından tebessüm ediyorduk belki; “Eh, o ihtiyarlığı da bilsin madem, biz de gençliği…”
Meselenin pek öyle veciz ceviz özetlenemeyeceğini sonraları fark ettik. Bazı dizeleri üstten üstten gelen o şarkı da “yaşlanmıştı” nihayetinde. Evet, yaşlanan ya da o yolda hızla yaş alan bir insan, ihtiyarlığın ne menem bir şey olduğunu kestirirdi, bilirdi (ki eline, beline, diline vurmadıkça o bile şüpheli bazen).
Lâkin karşısındaki gençliği, gençliğini yaşayanları-yaşamayanları bilmek, anlamak ise daha müşküldü herhalde. Empati gerektirirdi zira, diğerkâmlık hatta. “Kahretsin” her ülkede gençliğini bilemiyor, yaşayamıyor milyonlarca genç. Bihaber, umursamaz görünen birçok yaşlının gözlerinin önünde sürünüyor, genç ömründe ihtiyarlıyor, ölüyor/öldürülüyor.
Nasihat sabotajcıdır bazen
Gençlik tahayyülün top koşturmaktan, ağaca tırmanmaktan, zamanının sunduğu-sunamadığı imkânlara, o günkü teknolojiye, “düzen”e mahkûm olmanın arabesk nostaljisinden, temize, “hoş”a çekilmesinden ibaretse eğer… Kendi -Sana- yağınla “bi güzel” kavrulmaysa… Yıllar sonra karşında dikilen, onlara sunduğun dünyada ayakta durmaya çalışan “gençlik”in, “genç olma”nın ne demek olduğunu nasıl bilebilirdin? O hayatı, o gençliği…
Kendi kuşağıyla pek bir övünen her yaştan ihtiyarlarımızın kulakları çınlasın… “Mış”lı “miş”li geçmiş zamandan kendi gençlik tasavvuruyla yaptığı çıkarımlar, empatiden çok “nasihat”e götürüyor insanı. O sevimsiz, çoğu kez tek boyutlu, birörnek, iletişim sabotajcısı kelimeye…
Tecrübeler de yaşlanır
Hayattan yeni deneyimler elde edemiyorsan, onun ağır aksak da olsa peşine düşemiyor, değişemiyorsan… Tecrübeler de yaşlanıyor, tecrübe olmaktan çıkıyor, tekerrürü mümkün olmayan şeyleri bile “tecrübe” sanabiliyorsun. Şapkandan hiç çıkaramadığın tavşanın ölüsünü veriyorsun onlara: “Hadi dirilt!” Hayatının kabataslak, iki satırlık kuru tercümesi oluyor tecrüben. Farklı, unutulmaya yüz tutmuş, hatta bazen unutulması gereken bir “dil”den, söylemden.
Yaşlılığı kemikleri pek sızlamadan, elden ayaktan düşmeden hissedip, 70’inde “yürek enfraktı”ndan giden Welles’e fazla haksızlık etmek de istemem. Zira Yurttaş Kane’e “Yaşlılık, sonlanmasını istemeyeceğiniz tek hastalıktır” repliğini söyleten de o.
Ayrıca herkesin diline dolanan “bilirim-bilemezsin”den, o dokunaklı, ihtiyar tatminden ibaret değil sözleri… Şarkıya önce “Ray Charles singers” giriyor, seslendiriyor ilk dizeleri: “Gençken, yaşın hiçbir anlamı yok /Bunu ikinci kez düşünmemiştim. /Lâkin bir gün yaşlı bir adam geldi /Ve bana şöyle dedi /Evet, bana söylediği buydu…”
Finaldeki davet ne güzel
Ardından Orson Welles seslendiriyor nakarata dönüşen o dizeleri: “Ben genç olmanın ne olduğunu biliyorum /Ama sen, sen yaşlı olmanın ne olduğunu bilmiyorsun /Bir gün sen de aynı şeyi söyleyeceksin /Zaman akıp gider, böylece hikâye anlatılır (sürer gider).” Aynı şeyler, türküler söylenmiyor, her hikâye sürüp gitmiyor oysa.
Sonra kendince bu meseli, muammayı çok soruyor, danışıyor tanıdığı bilge adamlara, muhtemelen “ak sakallılar”a… Bulamıyor gereken tüm cevapları. O da kendi “tecrübesi”yle devam ediyor: Kahkaha ve gözyaşıyla hatırlayacağın günler olacak hayatında… Yazdan sonra kış gelecek hep. Yıllar geçecek böylece… Doğayla insanın döngüsünün retoriği de yine ihtiyar esasında.
Ama sonra gençlere dönüyor yüzünü, “Yani böyle, -genç- dostum, arkadaşım” diye mırıldanıyor… , Yüreğe değen bir davetle, sanki biraz “Takma bunlara…” gibilerinden toparlıyor meseleyi. “Hadi gel birlikte müzik yapalım” diyor: “Sen bana yeni şarkıları söylerken, ben eskileri çalacağım…” Ne güzel.
Birlikte bir şeyler söylemek
Yurttaş Kane’e filminin finalinde, son nefesinde ve üstelik o kadar büyük adamken, ölmeden önce son sözü çocukluğundaki tahta kızağının adı, yani “Gül goncası” olduysa mânâsı çok o sahnenin, derin. Belki sen de o kızağı görsen Edip Cansever gibi “yüzünden bir şeyler akar, akar, için de menekşelenir” ve dersin ki “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk /Hiçbir yere gitmiyor”. Onun derin ama her çocuk için “kızağı” farklı mânâsına varırsın.
Yani -her yaştan- çok yetişkinler ve dahi yaşlılar, o şarkının final dizesini hep birlikte ve hımbılî makamdan olmamak kaydıyla mırıldanmamız mümkün belki. Sen gençlere eskileri dudaklarını “Bizim zamanımızda biz ohooo” diye şaplatmadan, olduğu gibi anlatırken, o da sana yeniden söz eder, yeni şeyler söyler. O “kubbede bâki kalacak hoş sedaları” duyar belki, sen de genç hocalarınla müfredatını biraz genişletir, geliştirirsin belki.
Kodes ve yargı kodeksi
Mümkün mü… Var mı öyle bir şarkı, bir düet… O da çok şüpheli. Bu genç ömründe ihtiyar olan ülkenin hâline, gençlere mirasına, hani o “genç demokrasi”sinin seyrine bakınca, kuşak farkı yitirilenlerin, hüznün de ifadesi bazen. Ortaokulu bitiren çocuklar ilkokuldakilerle “Bizim zamanımızda bisküvi, gofret …. kuruştu” sohbeti yapıyor muhtemelen. Liseli ise aklında eski, artık “yeni” ifadesi kaldırıldığı için antika “Yeni Türk Lirası”, ikisiyle de üsten üsten aralarındaki kuşak farkının “bilgeliği”ni konuşturuyor. Buyurun size üç kuşak neredeyse.
Değişmeyen tek şey gençlere “tepeden bakış” dersem, yaşıma, “tecrübe”me verin. Gençliğin eski kuşakların “ihtiyacına, mezhebine, meşrebine göre” tanımlanması da pek değişmiyor. Hatta raflarda paketlenip ona göre tasnif edilmesi… “68 gençliği”, “Gezi gençliği”, “Boğaziçi gençliği”, “Kürt gençliği”, “Feminist gençlik”, “Gökkuşağı gençliği”, külliyen “eleştirel gençlik” bu ülkede “kodes”i de tatmış, “Türk Yargı Kodeks”inden fazlasıyla, her alanda nasibini de almış. “Aşırı zamane gençleri”yle devletlû-kullu mücadelenin kurbanları.
Gençlerden beklentilerimiz
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen yıl Üniversiteli AK Gençlik Festivali’nde (ÜniAK FEST) yaptığı konuşma da aklımda. Gençlerle gurur duyduğunu, “gençlerin maziden atiye kurulan köprünün kilit taşı olduğunu” belirtiyor öncelikle. “Âtî, gelecekten ne kadar uzak artık, ‘mazi’nin bile gerisinde” diye düşünüyorum ben de. “Zamane köprüleri” de bana geçene yapılan zamları, geçmeyene ödetilen vergileri hatırlatıyor doğrusu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan devam ediyor: “Çünkü Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştaki bu gençlik, uyuyan destanı uyandıracak gençliktir.” Benim de ihtiyar aklımdan “Gençlerde niye öyle duygular uyandıralım?” sorusu geçiyor, afedersiniz. “Fetihçi gençlik” mi istiyoruz, “Barışçı gençlik” mi? Geçmişte düzülen destanlarımı bekliyoruz gençlerden, yoksa yepyeni bir devran mı… Bırakalım biraz mesela, lafın gelişi “destanlar”ını da kendileri yazsınlar.
“Yok bana bir faide ey gül”
“Maziden âtîye” kurulan köprüde “bugün”den, gençlerin bugünkü halinden bahseden de pek yok. Hep geçmişin “şân”ı, hep -ne olacağı belirsiz- geleceğin henüz görülmeyen, asla hissedilemeyen şâşaası. Ötesi hedefin, “Türkiye Yüzyılı’nın başlangıcı”ndayız henüz.
Sonra da oturup ihtiyar ihtiyar dinliyorum “eski şarkıları”, Tanburi Ali Efendi’yi kendi kendime: “Senden bilirim, yok bana bir fâide ey gül /Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül /Etsem de abestir sitem-i hâre tehammül /Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül /Ellerle o zevk etti ben âteşlere yandım /çektim o kadar cevr ü cefâsın ki usandım /derlerdi kabûl etmez idim, şimdi inandım /gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül.”
“Bizim kendi ihtiyaçlarımız var”
Ardından da “Türkiye’nin ve milletimizin geleceğini görmek isteyen, başka yere değil, gelsin şu AK gençliğe baksın. Türkiye Yüzyılı’nın başladığını görmek isteyen başka yere değil gelsin AK Gençliğe baksın” diye devam ediyor. Hani genç olsam, oyumu ülkenin yarısından çoğu gibi başka bir partiye kullanmış olsam ve desem ki; “Çok afedersiniz neden sizlerin parmağınızla gösterdiğiniz ‘Ak gençliğe’ ya da başka partininkine, ‘İYİ gençliğe’ filan bakayım, kendimi onun “kol”larına bırakayım? Gösterilene değil gördüğüme, yaşadığıma bakarım. Benim kendi düşüncelerim, hayallerim, ihtiyaçlarım var”.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da, birçok politikacının da konuşmalarında vurguladığı,
gibi “Bizim ihtiyacımız olan gençlik!” kalıbına da aklım takılıyor. Hani “Sizin ihtiyacınız olan gençlik, varlığınızı, düzeninizi sürdürmek için gerek duyduğunuz ‘gençlik’ bize niye ölçü olsun ki?” diye mırıldanıversem.
Hemen tüm politikacılara bakıp, eklesem farzımuhal: “Bizim sizlerin varsıllığınızda, kurduğunuz hayatınızda-düzeninizde ihtiyacınız olmadığını, ihtiyaç duymadığınızı defalarca gördüğümüz şeylere, sizlerin, çocuklarınızın rahatça ulaştığı eğitim, yiyecek, giyecek, barınma, sağlık, güvenlik, özgürlük, iş, hayat standartlarına ihtiyacımız var. Yıllardır iktidarda yahut ana muhalefet koltuklarında olduğunuz için ihtiyaç duymadığınız değerlere de ihtiyaç duyuyoruz. Bizim acil, kendi ihtiyaçlarımız var.”
“Bu ne cüret!” diyen çocuk
Hiç unutmuyorum. Beş yıl önce dünya İsveçli “kız çocuğu” aktivist Greta Thunberg’in “büyükler”e “Bu ne cüret!” diye haykırışıyla, azarıyla sarsılmıştı… Kürsüde, 15-16 yaşında “Bütün konuştuğunuz para ve ekonomik büyüme masalları… Boş sözlerinizle benim hayallerimi ve çocukluğumu çaldınız. Ama hâlâ umut gençlerde diyorsunuz, bu ne cüret!” diyerek şöyle devam etmişti:
“Fakat gençler ihanetinizi anlamaya başladı. Gelecek kuşakların gözleri sizin üzerinizde. Eğer bizi başarısızlığa uğratmayı seçerseniz, sizi asla affetmeyeceğimizi söylüyorum. Bundan kurtulmanıza izin vermeyeceğiz. Tam burada, tam şu an çizgiyi çizdiğimiz yer. Dünya uyanıyor. Ve değişmek istiyor, beğenin ya da beğenmeyin…” Çattığı dünya liderleri, koca koca insanlar (kocamışlar dâhil), kalkıp kimse “İndirin şu kızı kürsüden, susturun…” diye mırıldanamadı bile.
“İtiraz hakkı”nı kabullenmek
Yeni kuşaklara mecburen övgülü, iltifatlı söylevlerde de o gençlik, eleştiren, itiraz edeni yok. Yoksul-yoksun olanı da, çocukluğundan beri onlarca sorunla, hayatla boğuşanı da yok. Henüz genç olduğu için her şeye rağmen “ayakta, diri görünen”i var. Müphem, yalandan “ideal”imizdeki uslu, cici bici, sizce hep “müreffeh” gençlik var.
Gençlerin “itiraz hakkı” olduğunu en baştan kabullenmek gerek, “Yok artık!” demeden… İtiraz hakkı-imkânı olmadığı için evinde, okulunda, evliliğinde, işinde, yaşlılığında bazen ömür boyu mahkûm olanların, öyle ihtiyarlayanların, ölenlerin bilançosunda milyonlar olmalı. Bugünler dersen… “İtiraz”ın hakaret, “iltisaklı suç” sayıldığını bile görüyoruz. TBMM kürsüsünde, başta “Meclis İdare Amiri” yumruklandığını bile…
Mahçup olmak lazım
Bu ülkede gençlerle ilgili söylevlere mahçup mahçup çıkmalı bence. Hatalarımızı düzelteceğimize, tekrarlamayacağımıza, mirasımıza özen göstereceğimize ant içen, içten özür dileyen bir ifadeyle… Günahlarımızın en azından onların katında, belki yapacaklarımızla, biraz olsun bağışlanması dileğiyle… Ve genç olmadığımızı bilerek, kabullenerek konuşmalı.
Gençliğini her hâliyle, eğer mümkünse ve böyle bir ülkede olduğu kadarıyla “doludizgin” süren birine yaşlılığı, ihtiyarlığı, o eski “tecrübe”leri anlatmak bir heves de olmamalı. Nasihat de… Yoksa suretimiz mezarlıkların buz gibi resepsiyonundaki “Her canlı ölümü tadacaktır” tabelasını hatırlatır.