Sessizliği genel olarak eylemsizlik ve giderek tepkisizlik olarak görürüz ve o zaman da karşımıza geleneksel olarak sıradanlık çıkar. Ama sessizliğin, ona vermeye çalıştığımız anlama karşı çok geçmeden nasıl direndiğini görmeye başladığımızda, belki de aslında sessizliğin bir tür kararlılık biçimi olduğunu fark ederiz.
Türkiye tarihine baktığımızda ‘ulusal karakterin’ uluslaşma süreçlerinin bir parçası ve sonucu olarak değil; devletleşme süreçlerinin bir parçası ve sonucu olarak şekillendiği söylenebilir.
Padişahların ve darbecilerin iradesini en az beş yüz yıldır aşamayan bir topluluk, kendi doğal evrimini yaşama imkânı bulamamıştır. Sürekli başkaları tarafından belirlenme hali, sessizliği koşullar. Bu yüzden tarihin herhangi bir döneminde devlet, bazı bakımlardan çuvallayınca ahalinin payına hep susmak ve sessiz kalmak düşmüştür.
Hiç kuşkusuz sessizliklerin biricik nedeni korkudur ve korkuların da biricik nedeni öngörülemezliktir.
Ama öngörülemezlik, sessizlik ve korku içindeki bir toplumun nasıl olup da kendini bu çağa kadar taşıyabildiğini izah etmek zordur.
Bu soruya cevap vermeye çalışırken sessizliğin içinde gizlenen kararlılığı keşfedersiniz.
Çok uzak tarihlere gitmeye gerek yok; 1960 yılından sonra bu ülkede yapılan askeri darbelere karşı vasatın derin sessizliği, darbeciler açısından hiç de hayra alâmet sonuçlar üretmemiştir.
Darbeleri sessizce karşılayan ahali, darbeciliği derin bir teslimiyet içinde kabul etmemiştir. Sırf bu nedenle, Türkiye darbeciliği formel olarak kalıcı olmayı başaramamış, tıpkı karşısındaki halkın sessizliği gibi o da her daim pusuda durmayı uygun görmüştür.
18 yıllık AK Parti iktidarının evrilerek geldiği son aşama, bütün uygulamalarıyla, pusudaki darbeci atmosferine işaret ediyor.
Yıldıray Oğur’un “Angelina Jolie ve Sting’in Türkiye ile derdi ne?’’ adlı makalesinde neredeyse kusursuzca özetlediği Türkiye atmosferi, başka bir cümleye hacet bırakmıyor:
“Türkiye çok uzun süredir dünyada demokrasi, hukuk ve medyada en geriye doğru giden ülke. Türkiye’den dünyanın okuduğu hikâyelerin çoğu otoriterleşme, askeri operasyonlar, hapse atılan gazeteciler, entelektüeller, siyasetçiler hatta yabancılar hakkında. Bu geri gidiş uzun zaman önce Batı’da Türkiye’nin tezlerini savunan, ‘bir dinleyin, dediğiniz gibi değil’ diyen insanların da havlu atmasına neden oldu.’’
Dünyanın başka yerlerinde, başka birilerinin “savunulamaz’’ olarak gördüğü ve artık öyle ifade etmekte hiç sakınca görmediği şeylerin, sessiz çoğunluk için savunulabilir olduğunu düşünmek, en hafif tabirle bu topluma haksızlık etmek ve Türkiye’nin darbelerle “imtihanını’’ hiç anlamamak demektir.
Ama galiba bu sessiz kararlılığı en çok AK Parti iktidarı hissediyor; son dönemlerde pandemi kural ve koşullarını ihlal ederek yapılan gösterişli AK Parti kongrelerinin amacı da bu korkutucu sessizliği bozmak, ses çıkarmak.
Sessiz kararlılığa karşı sergilenen kararlılık gösterisi bunlar.
Ama belki de “atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiştir.” Belki de “eşeği Niğde’ye sürmenin’’ artık bir faydası yoktur.
Tıpkı bir fay hattı gibi sessiz kararlılığın da kırılma için enerji biriktirecek yeterli zamanı oldu. On sekiz yıl her iktidar için uzun bir zaman.
Dünyada çok iyi olduğu için uzun yıllar iktidarda kalan bir güç olmadı.
Uzun iktidar yılları iyiliği, güzelliği, gelişip serpilmeyi anlatmaz; uzun iktidarlar daha çok zorbalığın ve zalimliğin simgesidir.
Böyle iktidarlar toplumu susturmak için uğraşırlar ama toplumdaki sessizlik de onlar için hayra alâmet değildir.
Onlara karşı muhalefete düşen de bu kararlı sessizliğin kararlı sesi olmayı başarmaktır.