İlahiyat Fakültesine kaydolduğum ama henüz okula başlamadığım günlerden birinde mahallemizin camisinde görevli olan imamla karşılaşmıştım. Çok bilmiş bir eda ile, kazandığım Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde sapık hocalar olduğundan bahsetmiş; dikkatli olmamı, isim de vererek onlara kanmamamı tenbih etmişti. Bana bu lafları söyleyen adam hiç de mübarek bir kişi değildi oysa. Paragöz, güya büyü çözme bahanesiyle insanları kandıran, hattâ sonunda evli bir kadını baştan çıkarttığı yolundaki dedikoduların ayyuka çıkması üzerine mahalleden de camiden de ayrılmak zorunda kalan bir uyanıktı. Mahallenin paparazzisiydi demek abartı olmaz; nice farklı profilden insanın imamın evini ararken bizim kapıyı çalıp sorması sebebiyle, gelen gidenle biz de muhatap olmak durumunda kalıyorduk. Hattâ annem, eski mahallesinin en güzel kızı olan bir tanıdığıyla bu vesileyle yeniden karşılaşmıştı. Kadın zengin biriyle evlenmiş, Ankara sosyetesine dahil olmuş, ancak oğlunun onaylamadığı bir kızla evlenmek istemesi üzerine bizim hocanın adını duymuş, onu kızdan soğutmak için çare aramak üzere mahalleye kadar gelmişti. Güya büyücülük cincilik yasaktı ama işte, her kesimden insan buraya geliyordu ve bizim imam servetine servet katıyordu. Mahalleden ayrıldıktan sonra da bu kazançlı işine devam etmiştir ama ben bir daha yüzünü görmedim çok şükür.
1980’de fakülteye başladığımda karşılaştığım hoca profiliyle bizim cinci imam arasında hiç bir benzerlik yoktu Allahtan. İstisnaları olmakla birlikte genelde hocalarımız ilme meraklı, çalışkan ve vakarlı insanlardı. Etraflarına hayran kitlesi toplamak gibi bir dertleri yoktu, işleriyle meşguldüler. O dönemde medya ilahiyatçılara ilgi göstermediği ve sosyal medya da olmadığı için, televizyona çıkanlar bile çok azdı. Halkla doğrudan temasları yoktu, kendileri de bundan şikayetçi değildiler. Bu durumda halkla iç içe olanlar cami imamları, müezzinler, Diyanete bağlı Kuran kurslarında görev yapan hocalar ile, çeşitli vakıf, dernek ya da talebe yurdu şeklinde örgütlenmiş tarikat ve cemaatlerdi. Merkezi İstanbul olan ve daha çok Ankara’nın elit dindarlarına hitap eden köklü tarikatların yanı sıra, özellikle gecekondu bölgelerinde ortaya çıkan bazı şeyhlere bağlı yeni gruplar da hızla büyüyordu ve bizim öğrenciler arasında da ihvanları vardı. Ayrıca, daha çok üniversite öğrencilerinden oluşan tasavvuf karşıtı, mealci, radikal gruplar da vardı.
80’lerin dini hayatı kapalı özel alanlarda canlı bir biçimde yaşanırken, kamusal alanlara seküler bir temkinlilik hakimdi. O günlerin en ortak kamusu TRT’de Cuma günleri kısa bir program yayınlanırdı diye hatırlıyorum. Kandil geceleri ise hakikaten önemli günler olurdu. Oruçlar tutulur, hazırlıklar yapılır ve akşam kandil tebrik etmeye gelen yakınlarla birlikte TRT’den naklen yayınlanan mevlit izlenir; coşku, huşu ve huzur karışımı saatler yaşanırdı. Devletin halkıyla aynı hissiyatta buluştuğu nadir anlardı bunlar. Bir de Ramazan boyunca her akşam, açlığın halsizliğin sekineye dönüştüğü ve gönüllerin ilahi olana açıldığı vakitlerde yayınlanan, bugün sıradan görünse bile o gün sıradan olmayan, üzerimde çok değişik ve tatlı izler bırakan ‘İftara Doğru’ programı vardı. Ezan okuyup oruçlar açılırken yapılan o meşhur duanın güzelliğini hâlâ unutamıyorum. Bununla birlikte, devletin resmi ve tek kanalı olarak TRT’nin dini yayın politikası, ibadetler, ahlaki öğütler, vatan sevgisi, devlete ve millete bağlılık temaları etrafında şekilleniyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı da bu temalar üzerinden halkı din konusunda ‘aydınlatıyor’, devletin din ve dindarlar üzerindeki kontrolüne yardımcı oluyordu. Ancak yukarıda sözünü ettiğim özel alan dindarlığına karşı devletin görünüşteki ilgisizliği ne derece gerçek bir ilgisizlikti acaba, onu pek bilemeyeceğim. 28 Şubat sürecinde İlahiyat Fakültesi dekanını her gün telefonla arayan askerlerin, bu yapıları yok sayma rehavetine kapılmadığını düşünüyorum.
Başkent Ankara’nın dini sosyolojisi ile İstanbul’unki arasında önemli farklar vardı. Devlet içinde kimi odakların düşmanlığına rağmen, her türlü grup ve cemaat İstanbul’da kendisine sığınacak, örgütlenecek bir köşe ve taraftar kitlesi bulabiliyordu. Eskiden yerli Rum, Ermeni, Yahudi ve diğer etnik ve dinsel gruplarla temsil edilen kozmopolitlik, Anadolu’dan göçlerle başka tür bir çoğulculuğa dönüşmüş olsa da, devlete bağımlı olmayan ekonomisi ve alternatif kamu alanlarının varlığı sebebiyle, Ankara’ya göre daha özgür ve sivil bir şehirdi İstanbul. Geleneğin korunabildiği köklü tarikatlar ve cemaatler canlıydı. Marmara İlahiyatta okuyan (erkek) öğrenciler, sabahları çeşitli camilerde klasik eserleri okutan hocaların ders halkalarına devam ederek hem Arapçalarını hem de literatür bilgisini geliştirirlerken, kız öğrenciler de çeşitli vakıfların kurslarından yararlanabiliyorlardı.
Ankara İlahiyat, doktoralarını yurt dışında yapmış öğretim kadrolarıyla farklı fikirlere ve tartışmaya açık olmakla meşhurken, Marmara İlahiyat öğrencilerine kazandırdığı teknik altyapının sağlamlığı ve geleneğe bağlılığın sözcülüğü gibi özelliklerle tanınıyordu. Bu bağlamda Marmara ile cemaatler ya da tarikatlar arasında Ankara’ya göre çok daha güçlü ilişkiler ve rabıtalar vardı. Ankara İlahiyat CHP’nin tek parti dönemi sona ererken kurulduğu ve ilk zamanlardaki öğretim kadrosu sebebiyle neredeyse bir teoloji fakültesini andırdığı için, daha sonra kendi mezunlarından oluşan dini bütün kadrolarına rağmen, İstanbul’un gözünde modernist ve devletle daha içli dışlı bir kurum olarak mimlenmişti, bu yüzden daha az tercih ediliyordu. İşte böyle zamanlarda, bugün bu yazıya vesile olan Mustafa Öztürk de Marmara İlahiyatta okuyup mezun olacak ve öğretmen olarak mesleğe başlayacaktı.
Mustafa’yla akademiye yeni adım attığı yıllarda bir arkadaşın evinde karşılaşmış, konuşkan, duygularını göstermekten çekinmeyen karakteri ve hayatında önemli izler bırakan travmalarıyla o akşam tanış olmuştuk. Ayrıca, ilahiyat birikimi ve alt yapısının son derece iyi olması, literatüre olan ilgisi ve hakimiyeti, merakı ve çalışkanlığıyla hepimizin hayranlığını celbetmişti. Mustafa’nın başarılı olacağını biliyorduk; ancak o, geceler boyu araştıran, okuyan, düşünen ve yazan bir insan olarak eserleriyle, hesap kitap yapmayan samimiyeti ve açık sözlülüğüyle düşündüğümüzden çok daha velud, çok daha önemli ve etkili bir akademisyen oldu. Herkes hata yapar, o da görüşlerini dile getirirken üslup hatası yapmış olabilir ama bu şekilde lince maruz kalması gerçekten Türkiye’nin ayıbıdır. ‘Kur’an vahyinin manasının Allaha, ancak lafızların Hz. Peygambere ait olduğu’ yolundaki kanaatine katılmadığımı, ancak katılmadığım bu ve benzeri görüşleri herkesin ileri sürme, açıklama, savunma ve tartışma hakkını sonuna kadar desteklediğimi belirtmek istiyorum. Elbette üslubumuza da dikkat etmemiz gerekir, ancak bu konuda özür dileyen bir insanın üzerine daha fazla gitmenin gereği yok. Bir sonraki yazımda bu tartışmalı konu hakkında ileri sürülen görüşleri ele alacağım. Şimdilik sağlıcakla kalın.