15 Temmuz darbe teşebbüsü vuku bulduğunda, Türkiye’nin İslâmî ilimler alanındaki en prestijli araştırma merkezinde yarı-zamanlı çalışmaya başlamamın üzerinden iki ay bile geçmemiş durumdaydı. Temel İslam Ansiklopedisi başlıklı yeni bir proje sebebiyle kuruma davet edilmiştim ve benim öncelikli görevim üslup editörü olarak iki yüzden fazla ilim ehlinin yazdığı iki bine yakın madde arasında dil ve anlatım birliğini sağlamaktı.
15 Temmuz, elbette devlet ve toplum için, ama özellikle de dindar kesim açısından çok boyutlu bir şok niteliğindeydi. Olan biten karşısında, şaşkınlıkla birlikte müthiş bir kafa karışıklığı hüküm sürüyordu. Çalışmaya başladığım araştırma merkezi özerk olmakla birlikte Diyanet İşleri Başkanlığıyla irtibatı bir kurumdu ve bu şoke edici olaydan kısa bir süre sonra dönemin Diyanet İşleri Başkanının merkezimizden bir talebi oldu. Bir telekonferansla bu talebi detaylandırdı. Talebinde, ciddi bir bürokratik görevi de olan bir âlimden beklenen sorumluluk duygusuyla birlikte itidal ve aklıselim okunuyordu. Ortada, görüldüğü zannedilenden çok daha ağır, etkileri nesiller boyu sürecek bir hasar tablosuyla yüzyüze olduğumuzun açıkça farkındaydı. Ve olup biteni doğru tahlil edip doğru çözümler geliştirmek için Ankara’daki karar alıcılar ile bürokrasiye yol gösterecek bir raporun elzem olduğunu düşünüyordu.
Merkez bünyesinde bir başkan yardımcısı bu raporun hazırlanma sürecini yönetme görevini üstlendi. Aldığı siyaset bilimi eğitimi yanında doktorasını fıkıh alanında yapmış bu çok yönlü ve çok değerli akademisyenin başkanlığında raporu hazırlayacak ekipte mezhepler tarihi, sosyoloji ve psikiyatri alanlarında yetkin üç değerli isimle birlikte ben de vardım. Öncelikle, bize gelen talebin içerdiği sorulara eklediğimiz yeni sorular eşliğinde yüz yüze müzakerelerde bulunduk. Ekip bünyesindeki her ismin kendi uzmanlık alanının kazandırdığı bakış açısıyla sorulara kendi cevaplarını müstakilen kaleme almasının ardından, bu cevapları kompoze edip yeniden müzakere ederek, bir mutabakat içerisinde nihai rapora doğru yol almayı kısa zamanda başardık. Bir kısmı otuz sayfaya ulaşan ve her bir soruya farklı açılardan bakma imkânı içeren cevapları kompoze edip elli sayfalık bir ortak metne dönüştürdüğümüzde, Ağustos’un ortasına henüz gelmek üzereydik.
Hazırladığımız raporun bir işlevi olduğu, Diyanet İşleri Başkanlığınca o ay içinde gerçekleştirilen Olağanüstü Din Şurası’nın daha sonra kamuya açıklanan kararlarından anlaşılabilirdi. Raporumuzda yer alan tahlil, tesbit ve önerilerin hatırı sayılır bir kısmını karar metninin satırları arasında görmek mümkündü. Dahası, ilgili kurumun yayını olarak neşredilmek üzere raporu bir kitaba dönüşecek şekilde geliştirmemiz istenmişti. Ekip üyelerinin uzmanlık alanlarıyla ilgili işbölümüyle birlikte gerçekleşen bir işbirliği içerisinde, yıl bitmeden bu kitap çalışmasını tamamladık. Ama Ankara’nın bürokratik dehlizlerinde oluşan tıkanıklıklar sebebiyle, kitabın neşri ancak 15 Temmuz hadisesinin ilk yıldönümüne günler kala ve ancak merkezimiz yayınları bünyesinde gerçekleşebildi. Bir yıl sonra ilgili kurumun yayınladığı diğer bir çalışmanın içeriğine ve üslubuna baktığımda, bunun sebebini daha iyi anlayabilir durumdaydım.
Serencâmını kısaca anlattığım, Gülen Yapılanması: 15 Temmuz’a Giden Süreçte FETÖ’nün Analizi ve Tavsiyeler başlığıyla yayınlanan bu çalışma, benim için de yeni ve çok ufuk açıcı tesbitler içeriyordu. Sürekli yolumuzun önüne çıktığı için ister istemez bu yapının gidişatını ‘dışarıdan bir göz’le ama ‘yakından’ takip edegelmiş biri olmama rağmen o güne kadar açıklayamadığım ve cevaplayamadığım bazı hususların izahına bu ortak çalışma sayesinde kavuştum (bu, uzmanlıkların ve farklı bakış açılarının ne kadar paha biçilmez olduğuna dair bir tecrübedir de). Çalışmanın tesbit ve tahlilleri kadar değerli bir tarafı, aklıselim ve basiretin ifadesi niteliğindeki öneriler kısmıydı. Kitapta dile getirilen önerileri bir sonraki yazıya bırakarak, bugün burada tesbit ve tahlillerin bir kısmına değinmek niyetindeyim. Meraklısı, tesbit, tahlil ve önerilerin tamamı için ortak çalışmamıza bakabilir.
Çalışmada F. Gülen’in kısa psikobiyografisi beraberinde sözkonusu yapıyla ilgili olarak ortaya koyduğumuz çözümlemelerden biri, cemaat, kült ve örgüt veçheleri arasındaki ilişki ve ayrımlardı. Bu bağlamda vurgulanan önemli bir nokta, ortada bir ‘cemaat’in zaman içinde ‘kült’e dönüşmesi türünden bir olgunun olmadığı; Gülen’e yüklenen bir seçilmişlik eşliğinde hareketin daha ilk oluşum sürecinden itibaren kendi çelik çekirdeğinde daima bir ‘kült’ boyutunu taşıdığıydı. “Yaşanan süreç, ‘cemaatin külte dönüşmesi’ süreci değil; Fetullah Gülen’in önce kendisini inandırdığı ‘misyon’ etrafında kümelenen ve baştan beri varolan ‘kült’ün, belirli bir hedefe doğru, ‘cemaat’ten devşirdiği insanlarla gitgide hacmini, etki alanını ve insan sermayesini genişletmesi sürecidir.” (…) “Yani, Gülen hareketi önce ‘cemaat’ iken sonradan ‘kült’ haline gelmiş değildir. Aynı anda dış yüzünde ‘cemaat’ görünümüne sahipken çelik çekirdeğinde ‘kült’ özelliğini her zaman taşımış ve bu ‘kült’ün hacmi onlarca yıl içinde gitgide genişleyerek, yüzbinlerce insanı kuşatır hale gelmiştir.”
Yapının bu ikili özelliği, konuyla ilgili bir yazısında Kahraman Şakul’un ortaya koyduğu başarılı benzetmesinden istifadeyle, soğan ve sarımsak mecazlarıyla açıklanabilirdi. Bir tarafta cemaat yüzü ve onunla irtibatlı olarak eğitim-öğretim faaliyetleri, sivil toplum ve meslek kuruluşları, uluslararası ve yerel ticari işletmeler, basın-yayın ve medya organları türünden legal yapılarla tezahür eden kamuya açık şeffaf ağlar; öte tarafta katı bir hiyerarşik yapının baskın olduğu mahrem gizli ağlar… “Müslümanların barışçıl ve demokrat yüzünü yansıtan, hoşgörü ve diyalog faaliyetlerinde her zaman en önde olan, samimiyet, çalışkanlık ve fedakârlıklarıyla tebarüz eden insanlar şeklinde görüntü veren şeffaf ağların hiyerarşik yapısı sarımsak demeti modeliyle açıklanabilir. Okullar, işletmeler ve diğer kuruluşlar hukuken bağımsız özel ve tüzel şahsiyetlere ait olsalar bile (sarımsağın bağımsız dişleri), işletmelerin ortak federasyonlara üye olmaları, yahut okulların aynı müfredat havuzundan yararlanmaları türünden güçlü ortaklıklar birleşik bir bütünü (sarımsağın sapı) oluşturmaktadır. Bölgesel örgütlenmeyi de dikkate alırsak, her bir coğrafi faaliyet alanı eğitim, ticaret, medya ve sivil toplum dişlerinden oluşan sarımsak başlarıdır ve hepsi ‘Hizmet’ ideali için var olduklarından dolayı en yukarıdan bağlanıp bir demet haline getirilebilmektedir. Bağlanmayı sağlayanlar ise bütünün temsilcisi olan her birimin başındaki liderlerdir (imamlar).” Yapının mahrem veçhesini oluşturan kült ve örgüt boyutu ise soğan mecazıyla anlaşılabilirdi. “İç içe geçmiş soğan halkaları (bürokrasi, yargı, polis, ordu) birbirlerinden ince bir zarla (kurumsal kimlikler) ayrılırlar ve soğanın cücüğü olan mehdilik kültü etrafında kümelenirler. Küçük yaşlarda örgüt evlerine alınan, yetiştirilip uygun bir devlet pozisyonuna yerleştirilen çekirdekten FETÖ’cüler bu ağın hücreleridir. Cücük yeni soğanların çıkmasını besler ve buradan yükselen yeni saplar (imamlar) ile yeni soğanlar oluşur ve demetlendirilir.”
Hem soğan hem sarımsak demetinin sapları ise, son tahlilde, tek bir kişi elinde tutuyordu…
Fetullahçılıkla ve genel olarak böylesi patolojik bağlanma biçimleriyle ilgili olarak, birçok kişinin cevabını bulmakta zorlandığı bir soru şu olsa gerektir: Aklı başında insanların güven veya bir anlam arayışıyla başlayan yolculukları zaman içinde bir külte mensubiyet, hatta bir örgüt adına kriminal işlere bulaşma yönüne nasıl evrilebiliyor? Çalışmamızda, bunu anlamak adına, sosyoloji ve sosyal psikolojinin gruplara ilişkin çözümlemelerinden faydalanarak geliştirilen son derece önemli tesbitler vardı.
İşte onlardan birkaçı:
“Psikolojik açıdan normal ve rasyonel olan tavır, insanların bize sunduğu doğruları hemen kabul etmekten ziyade muhakeme süzgecimizden geçirmeyi; duygusal ihtiyaçlarımızın karşılanması için yeterli destek sistemi ve yakın ilişkilerimizin olduğundan, ayrıca yeterince sevgi ve ilgi gördüğümüzden emin olmayı içerir. Eğer ilgi ihtiyaçları karşılanmazsa, zararlı bir gruptan gelecek ilgi, kişinin aklını başından alabilir. Öte yandan psikolojik sağlığı yerinde olan ve aklî melekeleri gelişmiş bir insan hayata siyah-beyaz bakmak yerine grileri ve farklılıkları kabul etmeye, esnek düşünebilmeye çalışır. Kültlerin en güvendiği şey ise esnek ve farklı düşünememektir. Esnek düşünmeyi başardığımız sürece, bir külte ait olmamız zaten imkânsızdır.”
“Kültlerin işleyiş özellikleri arasında gruba uyumlu olma, lidere koşulsuz bağlılık, fikir ayrılıklarından ve farklılıktan uzak durma ve grubun dışındaki insanları değersizleştirme/küçümseme sayılabilir. Kısa bir süreliğine bile olsa bir külte ait olmak, kişide karar verme yetisi ve hür iradenin kaybolması, entellektüel kapasitesinin, kelime haznesinin ve espri anlayışının azalması, soyutlama ve mecazî konuşma gibi bilişsel yetilerin körelmesi, esnek ve yakın ilişki kurma kapasitesinin azalması, maddi sömürüden dolayı kişinin maddi durumunun bozulması, kötüleşmiş muhakeme yeteneği, fizikî sorunlar, halüsinasyonlar, panik, suçluluk duygusu, kişilik karmaşası ve paranoya, hatta psikotik olma veya intihar eğilimleri şeklinde etkiler meydana getirebilir.”
“Kültte öğretilen şeylerden biri de ‘kendini unutmak’tır. Kendilik kavramı, psikolojideki adı ile ego, insanın hayatta kalabilmesi için lazım olan psikolojik süreçlerdir. Bu süreçler insanın sağlıklı bir varlık olarak işleyebilmesi için lazım olan süreçlerdir. İnsanın dünyayı bütün algılayabilmesi, çevreyle bağlantıda olabilmesi ve kendi niyetlerini fark edebilmesi için bu süreçlerin işlemesi gereklidir. Ancak kültün işine gelen şey insanın kendini kaybetmesi ve kendi üzerinde daha az kontrole sahip olmasıdır. Böylece muhakeme yeteneği zayıflar, çevreyle ilişki kopmaya başlar, sorgulama ve farkındalık oldukça azalır.”
Bu tesbitlere, sözkonusu yapının üyelerinin yapı dışındaki çok farklı çevrelerle kurduğu ilişki ve iletişim başarısına atıfla bir itiraz geliştirilebilir. Ama bu, erken ve haksız bir itiraz olacaktır. Zira bana göre çalışmamızın en zihin açıcı taraflarından biri, ‘araçsal rasyonalite’ ve ‘rasyonalitenin irrasyonelleşmesi’ kavramlarıyla ilerleyen çözümlemeleriydi.
Birkaç paragrafını buraya aktaracak olursak:
“Genelde formel eğitim seviyesi yüksek olan üyelerinin aktif olduğu Gülen örgütünün bu üyeler üzerinde mutlak kontrolü sağlayabilmiş olmasının en önemli sebeplerinden biri, örgütün araçsal rasyonaliteye dayalı kapalı bir yapı olmasıdır. Bu kapalılık ve araçsal rasyonalitenin hakimiyeti, sözkonusu hareketi Max Weber’in modern dünyanın en önemli trajedisi olarak gördüğü ‘rasyonalitenin demir kafesi’ olgusunun keskin bir örneği haline getirmiştir. Bu bağlamda ‘değer rasyonalitesi’ baskılanıp arka plana itilir, örgütün menfaati için bütün araçlar mübah hale gelir ve giderek araçlar amaçların yerini alır. Bir diğer ifadeyle, yüceltilen ve mutlaklaştırılan hedefleri gerçekleştirmeye yönelik devreye sokulan ve formel/araçsal rasyonaliteye (ya da Habermas’ın ifadesiyle ‘teknokratik akla’) dayalı stratejik ve taktik hamleler kendi içinde birer amaca dönüşerek sorgulanamaz nitelik kazanırlar. (Esasında bireyler için büyük bir özgürlük ve anlam kaybına işaret eden bu durum, sorgulayan zihinler için tam bir trajedidir.) Weber’in modern dünyada bir taraftan giderek bireyciliği ve refah seviyesi artan, diğer yandan ise bürokratik mekanizmalar tarafından sarıp sarmalanmış eğitimli insanları bekleyen en önemli tehlike olarak öngördüğü bu durum, Gülen örgütünü de bir tür ‘rasyonel demir kafes’ haline getirmiştir. Bunun önemli bir sonucu da örgütün kurduğu hiyerarşik ve ‘teknokratik’ sistemin hareket mensuplarının özel hayatlarını kontrol altına alması ve—yine Habermas’ın ifadesiyle—onların ‘gündelik hayatını sömürgeleştirmesi’ sorunudur. Böylece ortak değerlerin ürettiği değer rasyonalitesine dayalı insanî ilişkilerin ve açık iletişimin alanı giderek daralır ve etkisizleşir; bu şekilde güçsüzleştirilen bireyler de manipülasyon ve tahakküme açık hale gelirler.”
“Özellikle dinî-mistik bir söylem ve duygu atmosferiyle gerçekleştirilen bu koşullanma sayesinde üyelerin akıl ve vicdanları üzerinde kapsamlı bir tahakküm kurulur ve gayrı meşru işleri yaparken dahi düşünmez, hissetmez hale getirilir. Böylece insanîlikten uzaklaşarak tek-boyutlu bireylere, âdeta birer robota dönüştürülen örgüt üyeleri eleştirel düşünemeyen, sorgulamayan, yalnızca itaat eden, ancak araçsal rasyonaliteyi çok iyi uygulayabilen ‘teknik elemanlar’ haline gelirler.”
“Örgüt üyelerinin tek tek rasyonel olan (özellikle araçsal rasyonalite ve teknokratik akıl güdümündeki) davranışları, toplamda araçların amaç haline getirildiği, insanların bireyselliğinin yok edilip otomatlaştırıldığı, toplumsal değerler ve acılar karşısında duyarsızlaştırıldığı, adalet, eşitlik, saygı, dayanışma gibi erdemlerin araçsallaştırıldığı ya da önemsizleştirildiği, kişi ve aile mahremiyetine ve hatta insan hayatına saygının yitirildiği bir yapıyı ortaya çıkarmıştır. Diğer bir deyişle, örgüt formel/araçsal rasyonaliteyi yücelttiği ölçüde değer rasyonalitesini baskılamış ve giderek ortadan kaldırmış, bu da hem örgüt mensupları ve aileleri hem de Türkiye toplumu için yıkıcı sonuçlara yol açmıştır.”
Kendisini ‘İslâm’ın ılımlı yüzü’ olarak takdim ederek hem Türkiye toplumu içindeki farklı kesimlere nüfuz edip bir sempati hâlesi oluşturabilen, hem de yine bu şekilde küresel düzlemde büyük ilerlemeler sağlayan bir yapının, yaşadığı ilk sert gerilim ortamında ürettiği bu imaj, izlenim ve söylemlerin tamamını berhava edecek şekilde saldırgan bir dile dönmesi, hatta bir darbe teşebbüsüne tevessül etmesi ise, herhalde ‘grup narsizmi’ kavramı etrafında gelişen şu tahlil ışığında iyice anlaşılır hale geliyordu:
“İnsan Yıkıcılığının Anatomisi’nin yazarı Erich Fromm, ‘grup narsizmi’ kavramını ortaya atmıştı. Onun tarifine göre grup narsizmi, kişinin kendi grubuna ve o grubun ülkülerine sorgusuz sualsiz bir itaat, sadakat ve beğeniyle bağlanmasını ve eleştirel tutumların düşmanlık olarak algılanmasını ifade ediyordu. Grup narsizmine duçar olan toplumsal yapılar kendilerini seçilmiş, mükemmel ve seçkin olarak tanımlarken, dışarıda kalanları da muhtemel düşmanlar olarak algılayabilir. ‘Bizim iddia ve doğrularımız, diğerlerinin doğrularını belirler’ diye düşünür. Narsistik grubun üyesi, ‘eğer kendi grubumdan olan insanlara yardım edersem, bu beni daha iyi bir insan yapar’ diye fikir yürütür ve böylece grup-içi dayanışma, diğer gruplarla dayanışmanın önüne geçer. Kollektif narsizm, büyüklenmeci kendilik imgesine bir saldırı algıladığında, öfke ve saldırganlıkla mukabele edebilir.”
Şimdilik, kendisini ‘dönüştüren özne’ olarak resmeden bu kollektif narsizmin, projesi adına belirlediği adımları ne kadar başarılı olursa olsun sonuçta başarısızlığa mahkûm olacağına dair analizimizle noktalayalım:
“‘Dinamik’ bir zeminde ‘statik’ bir projenin başarı şansı, bekleneceği gibi, her zaman için çok düşüktür; bilakis bu ‘proje’ kurgusu projeci kişiyi gerçeklik algısından koparır, artık olayları, olguları, değişimi, gelişim ve dönüşümü hakkıyla okuyamaz, onlara gereğince uyum sağlayamaz. Gerçekte hayat onlara yanlış yolda olduklarına, yanlış giden bir şeylerin olduğuna dair mesajlar gönderir, ama kült mensubu bu mesajları okuyamaz, algılayamaz; sorunu asla kendilerinde görmez, hep ‘dışarıda’ görür. Kült mensuplarının ‘gerçeklikten kopuk’ halleri de bu şekilde anlaşılabilir.
Öte yandan, projenin sahibi yaşının da ilerlediğini göze alarak, çok zaman önce kurguladığı başarıyı ve mutlu sonu görmek için, zaman ilerledikçe daha da hırslanır, böylece ‘tedbir’ giderek gevşer; çünkü besleyip büyüttüğü ağacın ‘meyve’sini artık bir an önce elinde görmek istemektedir. Aslında hayat-dünya-toplum-insanlar onun projesine uygun bir zeminde ilerlemediği halde, o bütün şartları olgunlaştırdığını düşünmektedir ve ‘nihai hedefe’ en yakın olduğu düşünülen anda en ölümcül hamle gerçekleşir. Neticede, başarılı olsa da zaten uzun ömürlü olmayacak projesi, nihai başarıya ulaşamadan mahvolur.”
(Devamı gelecek)