Portekiz’e karşı oynanan maçta da bu ruh sahadaydı. Ama bu kez karşılarında, cesur bir savunma ağıyla örülmüş bir Portekiz vardı. Portekizliler, takımı adeta bir bütün halinde öne çıkardı; 25 metrelik bir alanda kompakt, sıkı bir yapı kurdular. Bu, sadece savunma değil, aynı zamanda hücuma en yakın mesafede konuşlanarak rakibi boğma stratejisiydi. İspanyollara ne oynayacak alan ne de zaman bırakıldı. Portekiz’in bu cesur duruşu, sadece defansif bir tavır değildi; rakip kaleye en yakın noktada bekleyerek, her an tehdide dönüşebilecek bir kurnazlık taşıyordu.
Bu taktik, en çok Lamine Yamal’ı vurdu. Yamal, kenarın en uzak noktasında topla buluştu; bu, onu kaleden fersahlarca uzak tutuyordu. Üstelik bu mesafede, Portekiz’in iki-üçlü kademeli savunması tarafından adeta kuşatıldı. Sağda bu manzara yaşanırken, solda Marc Cucurella, Nico Williams’ı rakip arkasına sarkıtmaya çalışıyordu. Ancak Portekiz’in savunmayı ilerde kurması, Nico’nun geniş mesafeleri kat ederek kaleye ulaşmasını zorlaştırdı. İspanyollar, her zamanki gibi cesur denemeler yaptı, ama o bildik kale önü zenginliğini, sürekliliği sağlayamadı. İki takımın da savunmayı önde kurması, oyunun büyük bölümünü 40 metrelik dar bir koridorda kilitledi.
Maçın normal süresi 2-2 bitti. Uzatmalarda da skor değişmedi. Penaltı atışlarında Portekiz, soğukkanlılıkla üstünlüğü ele geçirdi ve şampiyonluğunu ilan etti. İspanyollar, her zamanki gibi topa sadık kalarak oynadı; Portekiz ise cesur savunmasıyla tarihi bir zafer kazandı. Bu maç, futbolun sadece skor olmadığını, aynı zamanda bir karakter meselesi olduğunu bir kez daha hatırlattı.