“Ben nefsimi temize çıkarmam, nefis bütün kötülükleri emreder, Rabbimin korudukları müstesna.”
Kur’ân’da bu sözler, onun durumundaki hemen herkesin istisnasız kapılacağı çok kuvvetli bir ‘günaha çağrı’ durumunda hayır diyebilmiş Hz. Yusuf’un sözleri olarak bildirilir.
Şiddeti gittikçe artan, hatta zor kullanma düzeyine kadar ulaşan bir günah çağrısı karşısında genç Yusuf sonuna kadar direnmiştir oysa. Başkalarının koşarak icabet edeceği o davetten ısrarla uzak durmuş, bu çağrının çekim alanından kaçmak için verdiği mücadelenin bir delili olarak da gömleği arkadan yırtılmıştır. Arkadan yırtılan gömlek gibi masumiyetine dair apaçık bir delilin de varlığına rağmen, nefsini temize çıkarmaz Hz. Yusuf. Bilakis onun ‘bütün kötülükleri emreden’ niteliğine dikkat çeker ve “Rabbimin korudukları müstesna” diyerek, kendisi o ağır sınanmadan yüzünün akıyla çıkmışsa bunun O’nun yardımıyla olduğunu bildirir. Çünkü Yusuf sûresinin ilgili âyetlerinden anlaşıldığına göre, insanın içindeki böyle bir çağrıya kapılma potansiyelini hissetmiştir: “Yusuf da ona özenip gitmişti, eğer Rabbinin burhanını görmese idi…” (Yûsuf, 12:24).
İşte bu sebeple, sonucu kendine yazmak yerine, insanlık durumuna dikkat çeker Hz. Yusuf. Her insan nefis taşıdığına ve nefis de insanı daima kötülüklere davet ettiğine göre, insana düşen içindeki bu yönelime karşı daima teyakkuzda olmaktır, kötülüğe daveti ‘sadece dışarıdan gelen’ bir çağrı olarak almamaktır, içteki bu potansiyelin de farkında olmaktır.
Bu örnek, kötülüğü ‘nerede’ ve ‘nereden’ gördüğümüzün ondan uzak durabilmenin önemli bir şartı olduğunu da bize gösterir. Kişi, kötülüğü nerede görmektedir? Topluluklar kötünün ve kötülüğün adresini nasıl tarif etmektedir? Kötülük ‘ben’den ve ‘biz’den ötede birşey olarak mı görülmektedir? O, apaçık içeride gözüktüğü durumda bile başkalarının üstüne süpürülen birşey midir? Yoksa kişi kendi içinde kötülüğe açık bir damarın varlığını kabul ederek, teyakkuz halinde ve bir özeleştiri gayreti içerisinde midir?
Yusuf kıssası, “Ben nefsimi temize çıkarmam” diyen Hz. Yusuf örneği üzerinden, bize şu mesajı verir: Kişi, paradoksal biçimde, ancak nefsini/kendisini/aidiyetini temize çıkarmamak suretiyle temiz kalabilir veya temizlenebilir. Buna karşılık, nefsini/kendisini/aidiyetini kirden azade görme ve gösterme çabası bizzat kirli bir haldir ve böylesi bir çaba devamlılığı ölçüsünde daha da ağır bir kirlenme haline bizi yöneltir. Yusuf peygamberin söylediği gibi her nefis kötülüğü emreder; ama ancak kendisindeki bu potansiyeli görüp bilip kabul ederek özeleştiri yapabilen, yanlışta sorumluluğunu kabul edebilenler bu duruma karşı korunabilir.
Bu sebeptendir ki, çok ağır bir çağrının çekimine düşmemiş olduğu halde “Ben nefsimi temize çıkarmam, nefis daima kötülüğü emreder” sözüyle Hz. Yusuf’u bize örnek gösteren Kur’ân’da, diğer taraftan, “Andolsun” diyerek, ‘kendini ayıplayan nefse’ yani ‘kusurunu görebilen nefse’ yemin edilmektedir (bkz. Kıyâme, 75:2). Nefsine toz kondurmayan kişinin ise, nefsinde/kendinde/aidiyetinde kusur görmesi, dolayısıyla özeleştiri denilen imkândan istifade ile kötülükten uzak durma yahut arınma çabası içinde olabilmesi mümkün değildir.
Kişiler için geçerli olan bu durum, topluluklar için de geçerlidir. Bir topluluk da kötülüğü hep dışarıya süpürüyorsa; kendi içinde ve kendi eliyle gerçekleştiği aşikâr durumlarda dahi, irtikap edilmiş kötülüğü kendisine yakıştırmayıp ‘dış güçler’den ‘soy-sop karışıklığı’na, ‘sütü bozuk’luktan ‘içimizdeki hainler’e kadar bir dizi açıklama modeliyle meselesini ‘çözüyor’sa, o topluluğun da yaşanandan ders çıkarma ve aynı hatayı tekrarlamama imkânı ellerinden kayıp gidiyor demektir.
Değil mi ama: Zaten temize çıkarılan bir nefis, niye gerçekten arınmaya çalışsın? Kendine asla kötülük yakıştırmayan bir topluluk, neden aynı kötülüğü bir daha işlememek üzere çözüm arama gayreti içine girsin?
Açık ve dürüst olalım: Kendine bırakılırsa nefsin razı olacağı ‘temizlik’ türü, içeride arınma değil, dışarıya süpürmedir.
Ve her nefis, bunu kendisi için yaptığı gibi, ait olduğu kollektif kimlik için de yapar.
Nice kişinin, aynı şeyi kendi çocuğu yaptığında farklı, başkasının çocuğu yaptığında farklı tepki vermesi bu sebeptendir. Başkasının takip ettiği lider söylediğinde ‘hazmedilemez’ bulduğu söz kendi liderinin ağzından çıktığında bütün hazım ilaçlarını denemesi; tuttuğu takımın oyuncusu yaptığında ‘sarı kartlık bile değil’ dediği hareketin aynısı için karşı takımın oyuncusuna ‘kırmızı kart’ istemesi de…
Şehir veya bölge asabiyetine duçar olmuş birinin bulunduğu şehirdeki asayiş ve ahlâk problemini ‘dışarıdan gelenler’de araması; etnik milliyetçi bir edebiyatçının hikâye ve romanlarında ‘iyi’ karakterlerin onun milliyetinden, kötü karakterlerin ise başka etnisitelerden olması; teritoryal milliyetçinin ise ‘içeride’ vuku bulan her kötülüğe ‘dışarıdan gelenler’ üzerinden açıklama bulması; ‘bizim’ denilen devlet veya milletin hiçbir hatasına rastlanmayan bir tarihyazımında kötülüklerin hep ‘başkalarından’ ve ‘bize karşı’ olması; karşı taraftan ‘biri’ kötü bir şey yaptığında bunu ‘bunlar hep böyledir’ diye başlayan özcü zalim genellemelerin gerekçesi kılarken, bizim kamptan ‘birileri’nin yaptığı yanlış şeylerin—o da artık açığa çıktığında—‘münferit’ kelimesine hapsedilmesi; yapan kişi başka aidiyetten ise ‘terörist’ diye tanımlanırken aynı renkten ve ırktan biri ise ‘bunalıma girmiş yalnız kurt’ tasvirinin devreye girmesi.
Aile, soy, şehir, milliyet, ülke, takım, sınıf, ideoloji, inanç, mezhep, yaş, cinsiyet… Aidiyetimiz ile ‘ötekiler’e dair tutum ve açıklama farklılığına dair liste, öylece uzar gider.
Bu gerçek, bir ahlâkî ölçü koyar önümüze: Kötülüğü nerede gördüğü sorusu ve nefsine/aidiyetine yakıştırıp yakıştıramadığı hususu, her insan ve her topluluk için gerçek bir insanî gelişmişlik kriteridir.
Gelin görün ki, ne nefislerin ne de kollektif kimliklerin bu sınanmadan azade kılındığı şu diyarda, giderek yükselen bir eğilim dahilinde, nefse en kolay gelen şey tercih ediliyor. Kişisel veya kollektif bir özeleştiri ne kelime, bilakis kötülük hep dışarıya süpürülüyor. Başkasının günahına abanıp kolayca zalim genellemelere yönelenler, kendisinin veya kendi aidiyetinden birinin günahını görmezden geliyor, görse de göstermemeye çalışıyor, herkesçe görüldüğü durumda ise kabullenmemenin farklı yöntemlerine başvuruyor. Her hâlükârda, ‘içeriden’ bir özeleştiri gereken durumlarda dahi temize çıkmanın yolunu arıyor benliklerimiz ve kollektif kimliklerimiz. Böyle yapıldığında ise kimse nefsine ve aidiyetine dair ne bir ders çıkarıyor, ne bir özeleştiri yapıyor, ne de sorumluluk alıyor. Bütün sorumluluk, içinde bizim olmadığımız bir adrese iteleniyor.
İyilikler benden, kötülükler ‘gen’den veya senden.
İyilikleri biz yaptık, kötülük başkalarından.
İyi şeyleri biz düşünmüşüz, kötü şeyler bize düşündürülmüş.
İyi şeylere karar verirken aklımız başımızdaydı, kötü şeylerde ise muhakkak kandırıldık.
Bu süpürücülük, bu nefsine ve aidiyetine toz kondurmama gayretkeşliği, bu özeleştiriden kaçma aceleciliği; kendi tarafından biri yaptığında görmezden gelinen bir kötülüğü ‘karşı taraf’tan biri yapmışsa insafsız genellemelerle üzerine abanma iştihası, bu özeleştirisiz eleştiri gayretkeşliği, bir kollektif riya ve yalan tablosu olarak gözüküyor gözüme. Ve inanın midem bulanıyor.
Yusuf peygamberin “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum, nefis daima kötülüğü emreder” sözündeki ahlâk, bize de lâzım.
Bu olmazsa ne mi olur peki?
Bu özeleştiri ahlâkı olmazsa, kötülük asla eksik olmaz semtimizden. El çabukluğuyla temize çıkalım derken, kirden, pisten ve daha da ötesinden asla kurtulmaz hayatlarımız…
Özeleştirisiz eleştiri kolay; lâkin başkasının kötülüğü bizi iyi kılmıyor ve iyileştirmiyor. Kendisine ve aidiyetine kusursuzluk atfetmek de kolay ama iyileştirici değil. Bilakis, her iki tutum da bizi kötülüğe karşı iç denetim imkânlarından mahrum bırakarak zemini kötülüğün kök salması için müsait hale getiriyor.
Velhasıl, özeleştirinin kalitesi nisbetindedir iyileşmemiz…
İşin ‘öz’ü bu.