Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde (İstanbul/Türkiye) öğretim üyesi olarak görev yapmaktayım. Akademik çalışmalarım büyük ölçüde Müslüman-Yahudi ilişkileri ve Osmanlı dönemi Türk-Yahudi ilişkileri üzerine yoğunlaşmıştır. Bu alanlardaki çalışmalarım kapsamında, İsrail’de Hayfa Üniversitesi’nde, Kudüs’te ise İbrani Üniversitesi ve Ben-Zvi Enstitüsü’nde farklı dönemlerde araştırmalar yaptım.
İslami dönem Yahudi tarihi alanında, kitaplar, makaleler, bildiriler ve popüler yazılar dâhil olmak üzere çok sayıda bilimsel çalışma kaleme aldım. Özellikle Bağdatlı büyük âlim Saʿadia Gaon’un (882–942) Judeo-Arabic [Yahudi-Arapçası ile] kaleme aldığı meşhur Tora Tefsiri’ni (Tefsîru’t-Tevrât bi’l-ʿArabiyye) Arapça metniyle birlikte kapsamlı açıklamalarla Türkçeye kazandıran ilk araştırmacıyım. Dünya dilleri içinde ilk kez Türkçeye çevrilen bu eser, yalnızca bir tercüme faaliyeti değil; aynı zamanda iki kadim inanç ve kültür arasında ilmi ve vicdani bir köprü kurma çabasının anlamlı bir ürünüdür.
Türkiye’de beni tanıyan her dinden ve her çevreden insan, ilimde titizlikten, ahlakta sorumluluktan ve değerlendirmede tarafsızlıktan ödün vermeyen bir akademisyen olarak şahsiyetime tanıklık edeceklerdir.
Bu mektubu size, Türkiye’den; tarih boyunca Yahudi halkına kol kanat germiş, mensubu olmakla iftihar ettiğim devletimin (Osmanlı) kuruluşundan itibaren, gerek Avrupa’daki dinî baskılardan kaçarak gelen Aşkenaz dindaşlarınıza, gerekse İspanya ve Portekiz’den sürülen Sefarad dindaşlarınıza kucak açmış bir milletin—dindaşınız tarihçi Eliyahu Kapsali’nin (1483–1555) ifadesiyle, “Tanrı’nın, Yahudilere merhamet eden ve onlara iyi davranan, mesih karakterli mukaddes milleti Türkler”in (Seder Eliyahu Zuta 1:239–240)—mütevazı bir ferdi olarak yazıyorum.
Bu kadim geleneğe yaslanarak, iyiliği hayatının merkezine almış bir insan, bir akademisyen ve her şeyden önce vicdan sahibi biri olarak, size seslenme sorumluluğuyla bu çağrıyı kaleme alıyorum.
Ey Tevrat’ın evlatları!
Size bu satırları, Gazze’de yaşanmakta olan ve çağdaş insanlık tarihinin belki de en sarsıcı trajedilerinden biri hâline gelen; sistematik açlık, susuzluk ve temel hayati ihtiyaçlardan yoksun bırakılma durumuna dikkat çekmek amacıyla, yalnızca bir akademisyen değil, kadim bir inancın vicdanına hitap eden bir insan olarak yazıyorum.
Öte yandan bu satırları, Hezekiel Peygamber’in de ifade ettiği gibi (Hezekiel 3:4–7), sözün neye karşılık geldiğini, hangi yöne işaret ettiğini ve hangi anlamları içerdiğini bilen bir topluluğa hitap ettiğimin bilinciyle kaleme alıyorum.
Yahudi düşünce geleneğinin saygın isimlerinden Rav Avraham Yehoşuʿa Heschel’in (1907–1972) şu sözü, bugün dahi derin yankılar uyandırmaya devam etmektedir:
“Ahlaki açıdan, insanların acılarına duyulacak endişenin sınırı yoktur. Kötülüğe kayıtsızlık, kötülüğün kendisinden daha kötüdür. Aklı başında bir toplumda bazıları suçludur; ancak herkes sorumludur.”
Bu söz, kanaatimce, yalnızca teorik bir uyarı değil; Tanrı’ya inanan ve peygamberlerin sesini duyan her kalp için evrensel bir ahlak çağrısıdır.
İşte ben de bu çağrının ruhunu hissederek; bir akademisyen olarak ilmî sorumluluğumun, bir insan olarak da vicdanımın sesiyle, sessizliğin zamanla pasif bir onaya dönüşmemesi için bu mektupla size sesleniyorum. Şu an için elimden gelen budur.
Zira tepkisizlik—takdir edersiniz ki—yalnızca insan onurunu değil, ilahi buyrukları, peygamberlerin öğretilerini ve ortak ahlaki vicdanımızı da tahrip eder. Açlık gibi temel bir insanlık trajedisine kayıtsız kalmak ise; ne bir kutsal metin, ne bir inanç sistemi, ne bir peygamber öğretisi ne de herhangi bir evrensel ilke tarafından asla mazur görülebilecek bir tutum değildir.
Ey İsrail Devleti’nin Yahudi halkı!
İsrail’de kaldığım süre boyunca, gerek kamusal gerekse kişisel söylemlerde sıkça yinelenen “Medinat Yisrael, Medinat Yehudit” (İsrail devleti bir Yahudi devletidir) ifadesi özellikle dikkatimi çekmişti ve bugün sizlere bu ifadeye yüklediğiniz anlam üzerinden seslenmek istiyorum.
İsrail’i bilen herkes gibi ben de bu söylemin, devletin yalnızca politik değil, aynı zamanda Yahudi değerlerini temsil eden bir kimlik iddiası taşıdığına dair kamuoyuna verilen açık bir mesaj olduğunu biliyorum.
Tarihsel sürece bakıldığında, Yahudiler yaklaşık 80’er yıl süren iki bağımsız devlet tecrübesi yaşamıştır. 1948’te kurulan modern İsrail ise—sizlerin de çok iyi bildiği gibi—Yahudi halkının tarih sahnesindeki üçüncü devletidir. Kanaatimce bu devlet, önceki iki örnekle kıyaslandığında, daha güçlü ve kurumsallaşmış bir yapıya sahiptir.
Ne var ki sizler de takdir edersiniz ki, adaletin, hikmetin ve barışın temel referans kabul edildiği Davud ve Süleyman peygamberlerin dönemlerindeki yönetim anlayışından farklı olarak, günümüz İsrail devleti; askerî güç ile ahlakî sorumluluk, vicdan ve adalet ilkeleri—hatta en temel insan hakları—arasında ciddi gelgitler yaşamaktadır.
Nitekim çoğu zaman yalnızca askerî caydırıcılığa, uluslararası diplomatik nüfuza ve ABD’deki Yahudi ve Evanjelik lobilere yaslanan hükümet yetkilileri, bu süreçte, Yahudiliğin özünde yer alan etik değerleri tüm dünyanın gözü önünde ne yazık ki geri plana itmektedir.
İşte tam da bu nedenle, bu bütünüyle olumsuz tutumun yalnızca siyasal bir tercih değil, aynı zamanda İsrail’de yaşayan siz Yahudi halkı açısından da tarihsel ve ahlakî bir imtihan olduğunu özellikle vurgulamak isterim.
Ey Tanrısal ahdi bilen topluluk!
Tarihî açıdan da tecrübe ettiğiniz üzere, Yahudi düşüncesinde Filistin’e kavuşmak kadar orada kalabilmek de belli ilahî ve ahlakî şartlara bağlıdır. Zira Tevrat açıkça uyarır: “Ve o toprak, sizden önceki halkı kustuğu gibi, sizi de kusmasın” — “Ve-lo taki ha-Arets” (וְלֹֽא־תָקִ֤יא הָאָ֨רֶץ֙) [Levililer 18:28]. Bu, sıradan bir coğrafi ikamet şartı değil; Tanrı’nın yeryüzündeki adalet düzenine sadakatle bağlı kalma imtihanıdır. Bu sebeple bir halkın bu topraklarda varlığını sürdürebilmesinin yolu, yalnızca tarihî hak iddialarıyla değil; ilahî buyruklara sadakat, ahlakî sorumluluk ve toplumsal adaletle bezenmiş bir yaşamla mümkündür: Tanrı’nın hükümlerine sadakatle uymak, adaleti her hâl ve şartta ikame etmek, komşuya dürüstlükle muamele etmek, öksüzü, dul kadınları ve yetimleri gözetmek, garibe ve yabancıya şefkatle yaklaşmak ve en nihayetinde kan dökmekten uzak durmak gerekir. Yeremya Peygamber’in (7:1–7) seslenişiyle bu ilkeler, yalnızca güzel ahlak öğütleri değil, Filistin’de var olabilmenin de önkoşullarıdır.
Bu noktada hem Tevrat hem de Kur’ân aynı hakikati teyit eder: Kur’ân, yeryüzünün gerçek mirasçılarının “salih kullar” (الصَّالِحُونَ) olduğunu bildirir (el-Enbiyâ 21:105); Tevrat ise, bu toprakların kalıcı sakinlerinin yalnızca “tsaddikim” (צַדִּיקִ֥ים) — yani doğru ve sadık kimseler — olacağını beyan eder (Mezmurlar 37:29). Bu hakikat, yalnızca bir inanç meselesi değil; İsrail halkı da dâhil olmak üzere, o kutsal topraklarda yaşayan herkesin varoluşunu sürdürebilmesinin ilahî ölçüsüdür. Zira bu gerçek, semavî dinlerin ortak sesi ve evrensel vicdanın çağrısıdır.
Ey Mısır’dan Çıkış’tan bu yana hem nimetle hem sorumlulukla sınanmış olan kadim İsrail halkı!
1948 yılında kurulan İsrail devleti, 1967 sonrasında bölgedeki askerî ve siyasî üstünlüğünü pekiştirmiştir. Şüphesiz Tanrı, iki bin yıl boyunca devletsiz kalan sizlere, yani Yahudi halkına tarihsel bir fırsat sunmuş ve sizleri yeniden bir devlete kavuşturmuştur. Bunun, İsrail’de yaşayan siz Yahudiler açısından hem büyük bir imkân hem de kutsalları bağlamında ağır bir imtihan olduğunu düşünenlerdenim.
Zira Yahudi tarihinin, Mısır’dan Çıkış’tan bu yana, daima nimet ile külfetin; ilahî ahit ile gelen sorumlulukların hassas dengesi üzerinde şekillendiği kanaatindeyim. Ve bu tarihî dengeyi en iyi bilenlerin sizler olduğuna dair hiçbir kuşkum yoktur.
Bugün görünen o ki, İsrail devleti, Tanrı’nın emirlerine sadakat ile yayılmacı Siyonizmin ideolojik sapması arasında kritik bir yol ayrımında bulunmaktadır. Bu tercih yalnızca siyasi bir rota değil, aynı zamanda sizlerin kutsal mirasınızla ilişkilendirdiğiniz Yahudi devleti iddiasının yönünü de tayin edecektir: İsrail, adalet, merhamet ve doğruluk ilkelerine mi yönelecek; yoksa Tanrı’nın iradesini hiçe sayan, radikal Siyonizmin şekillendirdiği ideolojik bir yozlaşmanın peşinden mi gidecek?
Günümüzde İsrail’in, Kur’ân’da da ima edildiğini düşündüğüm (el-İsrâ 17:6) askerî, nüfus ve sosyo-ekonomik kapasiteye ulaşmış olması, İsrail’deki Yahudi halkına büyük bir sorumluluk da yüklemektedir. Bu güç, ya Yahudi geleneğinin köklü ahlaki değerleri doğrultusunda kullanılacak ya da — bugün açıkça görüldüğü üzere — adaletsizlik ve merhametsizlikle birleşerek hem Yahudilik, hem bölge, hem de tüm insanlık adına daha derin yaralar açacaktır.
Bu kanaatin yalnızca bana ait olmadığını da belirtmeliyim. İsrail’in ikinci başbakanı Moşe Şaret (1894–1965), Modern Ortodoks Yahudiliğin entelektüel ve ruhani önderlerinden Haham Yosef Dov ha-Levi Soloveitchik (1903–1993) ve Yehuda Amital (1924–2010) gibi sağduyulu siyasetçiler ve dinî liderler, bu yol ayrımının ciddiyetine daha devletin kuruluş dönemlerinde dikkat çekmişlerdir. Onlar ve benzeri birçok vicdan ve akıl sahibi Yahudi düşünür, güçlenen bir Yahudi devletinin, ahlaki ilkelere bağlı kalıp kalamayacağı yönünde haklı sorgulamalar yapmış ve bu konuda derin endişeler taşımıştır.
Bugün dünyanın dört bir yanında, bu fikir mirasını yaşatıp aynı vicdani sorumluluğu paylaşan binlerce Yahudi’nin var olduğunu benim gibi sizler de çok iyi bilmektesiniz.
Ey devletine kavuşmuş ama vicdanıyla sınanan İsrail halkı ve idarecileri!
Bugün Gazze’de derinleşen insani kriz karşısında, vicdan sahibi Yahudi liderlerin geçmişte dile getirdiği uyarıların sizler nezdinde bir ahlaki çağrı olarak yeniden yankılanması gerektiğine inanıyorum.
Ortaya çıkan bu ağır insani felaketin hem sorumluluğu hem de çözüm adresi, öncelikle sizlere, yani İsrail halkı ve yöneticilerine; ardından da İslam dünyasına aittir, bunu biliyorum. İsrail, Gazze üzerindeki mutlak kontrolü ve izlediği politikalarla bu trajedinin asli failidir; İslam dünyası ise, Türkiye gibi birkaç istisna dışında, uzun süredir süren suskunluğu ve edilgen tutumuyla bu acı tablonun derinleşmesine dolaylı yoldan katkı sunmaktadır.
Oysa bu durum, sadece siyasi bir kriz değil; aynı zamanda sizlerin taşıdığını iddia ettiğiniz dinî ve ahlaki değerler açısından da büyük bir sınavdır. Ortak peygamberlere, benzer kutsal değerlere ve insanlığın evrensel ahlak mirasına sahip iki büyük gelenek –Yahudilik ve İslam– bugün tarihin ve vicdanın önünde sorgulanmaktadır.
Bu sınav, aslında yalnızca Müslümanlar ya da Yahudiler için değil; her inançtan, her milletten ve her düşünceden insan için ortak bir vicdan sınavıdır.
Zira burada artık mesele, kimin Yahudi kimin Müslüman olduğundan ibaret değildir; mesele, kimliğin ötesinde insan kalabilmenin sınavıdır. Gazze’de iki yılı aşkın süredir devam eden yıkım, açlık ve ölümler karşısında, vicdan taşıyan herkesin içinin sızlaması, derin bir utanç ve dehşet duyması gerekir.
Ey mazlumluğun tarihini bilen, ama bugün zulme sessiz kalmakla sınanan İsrail halkı!
Sizlere, İsrail’de yaşanan bu derin insani kriz karşısında suskunluğun ahlaki bedelini hatırlatmak için yazıyorum.
Gazze’de yaşanan dehşeti anlamak için uzun uzun raporlara gerek yok; birkaç fotoğraf veya video, oradaki insani felaketin boyutunu açıkça ortaya koymaktadır: iskeleti çıkmış çocuklar, açlıktan yaşamını yitiren anneler, enkaz altına gömülen hayatlar ve paramparça olmuş umutlar…
Bu savaş, yalnızca Filistinliler için fiziki bir yıkım değil; aynı zamanda siz İsrail toplumu için de derin bir insani ve vicdani yıkımdır.
Artık karşı karşıya olduğumuz durum, klasik anlamda bir savaştan çok, çağdaş insanlık tarihinin tanık olduğu en karanlık ahlaki çöküşlerden biri hâline gelmiştir.
Ne var ki, tüm bu vahamete rağmen İsrail hükümeti, Gazze halkının temel yaşama ve beslenme hakkı konusunda sorumluluk üstlenmekten, hatta mevcut durumunu dahi gözden geçirmekten ısrarla imtina etmektedir.
Ortaya çıkan bu acı tablo, artık yalnızca dünya halkları ve Müslümanlar açısından değil; inancını samimiyetle yaşayan, vicdanını yitirmemiş her Yahudi için de ağır bir ahlaki sorgulamaya dönüşmüştür.
Nereden bakarsanız bakın, İsrailli yetkililerin savaşın insani boyutunu küçümseyen, hatta tamamen yok sayan açıklamaları, sadece etik bir iflası değil; aynı zamanda Yahudiliğin kadim ahlaki mirasını sarsan ciddi bir teolojik krize de işaret etmektedir.
Kanaatimce bu söylem ve uygulamalar, yalnızca bir politik tercihin sonucu değil; Yahudiliğin kutsal değerlerinin, ilahî inancın ve insanlık onurunun hunharca katledilmesidir.
Ey dünyaya ışık olma sorumluluğunu taşıyan (İşaya 42:6), ama bugün o ışığın nerede olduğunu sorgulaması gereken halk!
Gazze’de yaşanan insani felaket, artık yalnızca bölgesel bir kriz olmanın ötesine geçmiş; sizlerin inancıyla şekillenmiş Yahudiliğin kadim değerlerinin ağır bir sınavdan geçtiği ahlaki bir “turnusol kâğıdı”na dönüşmüştür. Bu tablo, dinlerin özünde yer alan evrensel ilkeler doğrultusunda, her bireyi derin bir vicdan muhasebesine davet etmektedir.
Bugün Gazze’de bebekler, çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve hatta dilsiz hayvanlar bile açlık, susuzluk ve tıbbi yoksunlukla kuşatılmış; sosyal medyada yer alan görüntülerde İsrail askerlerinin keyfî ateşleri arasında hayatta kalma mücadelesi vermektedir.
Bir deri bir kemik kalmış çocuk bedenleri, Nazi Almanyası’nda zulüm görmüş Yahudi atalarınızın dehşet uyandıran görüntülerini andırmakta, bu benzerlik insanlık vicdanında derin bir sarsıntı yaratmaktadır.
Böylesine can yakıcı bir tablo karşısında sizlerin sessiz kalması, hükümetinizin insani yardımların girişini engellemesi ve yaşanan trajediyi küçümsemesi, Yahudi değerlerini temsil ettiğini sıkça beyan eden bir devletin yada halkın duruşu olamaz.
Çaresiz annelerin kucağında can çekişen çocukların göz göre göre ölüme terk edildiği bir tabloya kayıtsız kalmak, sadece insani değil; aynı zamanda dinî, teolojik ve tarihsel bir krizdir.
Gazze’de süregiden insanlık dramına göz yummak, ne adına yapılırsa yapılsın, Tevrat’ın açıkça emrettiği ahlaki sorumluluğun ihlali ve Yahudiliğin alenen araçsallaştırılmasıdır.
Ey Tanrı’nın ismini yüceltmekle mükellef, ama bugün ahlaki sessizlikle sınanan
İsrail’in Yahudi halkı ve yöneticileri!
Açları doyurmak, susuzlara su vermek, muhtaçları gözetmek ve garibanlara sahip çıkmak, Tevrat’ın yalnızca ahlakî birer tavsiyesi değil; sizlere, her Yahudiye, açıkça yerine getirmesini emrettiği bir yükümlülüktür. Bu yükümlülük, Yahudi inancında bireysel bir erdem olarak değil, “mitsva” — yani bağlayıcı bir kutsal görev — olarak tanımlanır. Üstelik bu görev yalnızca bireyler için değil, kamusal ve siyasal otorite düzeyinde de yerine getirilmesi gereken bir sorumluluktur.
Sizler de çok iyi bilmektesiniz ki, Tevrat’ın bu husustaki öğretileri gayet açıktır:
“Komşunu kendin gibi sev!” (Levililer 19:18),
“Garibanı ezme! Çünkü siz de Mısır diyarında garibanlık çektiniz.” (Çıkış 22:20; Levililer 19:33–34),
“Ülkenizde bir muhtaç yaşarsa, ona karşı yüreğini katılaştırma, elini kapama… Cömert davran, yardım et.” (Tesniye 15:7–8),
“Garibanlara baskı yapma, dul kadını ya da öksüzü incitme!” (Çıkış 22:21–22).
Bu ifadeler, Yahudiliğin özünü oluşturan merhamet, adalet ve toplumsal sorumluluk ilkelerinin hem bireysel hem de kamusal-siyasal alanda belirleyici olması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Bugün devlet olma imkânına kavuşmuş Yahudi toplumu açısından en büyük sınav, bu kadim emirleri siyasal Siyonizmin dar ve çıkarcı hesaplarına feda edip etmeyecekleridir.
Gazze’deki açlık ve kuşatma karşısında sergilenen kayıtsızlık, yalnızca ahlaki bir zafiyet değil; aynı zamanda Tevrat’ın hükümlerinin doğrudan ihlali anlamına gelmektedir.
Ey İsrail’de yaşayan, inancını siyasal hesaplara feda etmeyen ve etmeyecek olan dürüst Yahudiler!
Talmud, “Açları doyur, seyretme” der; hayat kurtarmayı ise Yahudiliğin en önemli değerlerinden biri olarak tanımlar (Yoma 84b; Sanhedrin 37a). Bir insanın hayatı tehlikedeyse — hatta böyle bir ihtimal varsa — Şabat dâhil tüm dinî kuralların askıya alındığını siz benden çok daha iyi bilirsiniz. Üstelik bu ilke yalnızca Yahudiler için değil, kimliği ne olursa olsun her insan için geçerlidir. Hızla ve kararlılıkla müdahale eden kişi övgüye layık görülür. Bu öğretinin — “pikuah nefeş” yani “hayat kurtarma”nın — Yahudi inancında tüm diğer dini vecibelerin (mitsvot) önüne geçtiğini, o kültürün içine doğan biri olarak en iyi siz bilirsiniz.
İsrail’in bugün karşı karşıya olduğu en büyük sınavlardan biri, Gazze’deki masum sivillerin yaşam hakkı karşısında nasıl bir tutum alacağıdır. Bu yalnızca insan hayatı kurtarmakla ilgili değil; bir Yahudi devletinin etik değerlere her koşulda sadık kalıp kalamayacağıyla da doğrudan ilgilidir.
Talmud, kıtlık ve açlığın, savaşın şiddetinden bile beter olduğunu ifade eder. Çünkü silah bir bedeni bir anda yok eder; ancak açlık bir insanı her gün azar azar tüketerek, umutla birlikte yavaş yavaş öldürür. Atalarınız bunu Mısır’da, Roma’da, İspanya’da, Portekiz’de ve Nazi Almanyası’nda yaşadı, bilirsiniz. Bu sebeple, ölümcül yoksunluk karşısında duyarsız kalmak kabul edilemez görülür; harekete geçmek hem dinî hem de insani bir zorunluluk kabul edilir. (Bava Batra 8b).
Gazze’de bugün kadınlar, bebekler, çocuklar, yaşlılar ve hatta dilsiz hayvanlar, hem silahların ani ölümünü hem de açlığın yavaş yavaş öldüren acısını aynı anda yaşamaktadır. Bir dilim ekmek uğruna birbirini ezercesine mücadele edenler kurşunlara hedef olurken, ulaşamayanlar sessizce bir kenara çekilip ölümü beklemektedir. Artık dayanılması güç bir manzaraya dönüşen bu tablo karşısında sessiz kalmak, sadece ağır bir ahlaki kayıtsızlık değil; vicdanın, inancın ve insan olmanın tüm ilkelerinin açık bir ihlali ve inkârıdır.
Talmud, “Yahudiler yalnızca kendi ihtiyaç sahiplerine değil, toplumsal barış ve düzen için diğer milletlerin yoksullarına da yardım eder” der (Gittin 61a). Bu, Yahudiliğin evrensel ahlaka seslenen yönünü ortaya koyan bir öğreti olarak, farklı kimlik ve aidiyetlere sahip ihtiyaç sahiplerine el uzatmayı zorunlu kılar.
Ve nihayet, Talmud’un şu temel ilkesi bütün bu çağrıların özünü en yalın biçimiyle ifade etmektedir:
“Bir canı kurtaran, tüm dünyayı kurtarmış gibidir.” (Sanhedrin 37a)
Bu öğreti, hayat kurtarmayı, ekmek vermeyi, su ulaştırmayı ve barınak sağlamayı Yahudi inancı için yalnızca erdem değil, kutsal bir yükümlülük hâline getirir.
İlginçtir ki, bu evrensel ilke, bizim kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de de açıkça yer almaktadır. Nitekim Mâide 5:32’de, bu hakikat, bütün peygamberlerin insanlığa getirdiği ortak mesaj olarak güçlü bir şekilde vurgulanmaktadır.
Ey Tevrat’ı devletin temeli sayan, ama komşusunun açlıkla ölümünü politik araç hâline getiren İsrail’in yöneticileri!
Savaşın da bir ahlâkı ve hukuku; insani bir yönü, vicdani bir sınırı vardır. “Bombalar boşa gitmesin, bari Gazze’ye atalım” diyerek aç ve savunmasız sivilleri hedef almak, bir devleti daha fazla “Yahudi” yapmaz; ama Yahudiliği vahşetin dini haline getirmeye yeter.
Savaşı adeta fantastik bir “Açlık Oyunları” (Hunger Games) kurgusuna dönüştüren bir hezeyan içinde, bir dilim ekmek ve bir avuç su için yaşam mücadelesi veren masum sivillere “10 dakikanız var” deyip ardından yaylım ateşi açmak da, bir devleti daha fazla “Yahudi” yapmaz; ama Yahudiliği Yahudiler eliyle vandalizmle iç içe geçmiş bir din gibi gösteren belgesellere konu hâline getirir.
Kendini “devlet” olarak tanımlayan bir yapının, açlığı bir silaha dönüştürerek, yardımı kasıtlı biçimde engelleyip masum sivilleri topluca ölüme sürüklemesi, onu hukuken ya da ahlaken haklı, askeri açıdan da galip kılmaz; ama bu tutum, Yahudiliği Yahudiler eliyle derin bir ahlaki çöküşün ve ruhsal erozyonun parçası hâline getirir.
Masum sivilleri açlıkla cezalandırmayı bir taktik, stratejik başarı ya da zafer olarak görmek, bir devleti daha fazla “Yahudi” yapmaz; ancak Yahudiliği Yahudiler eliyle, merhametin değil merhametsizliğin, adaletin değil zulmün aracı göstererek insanlık onurunu zedeleyen bir din konumuna indirger.
Ey Tevrat’a dayalı etik düzen vadeden ama Gazze’de vicdanı gömen İsrail hükümeti!
Bir devletin gerçek güvenliği, masum sivilleri açlığa mahkûm etmekle değil; vicdanını ve ahlakî pusulasını koruyabilmekle sağlanır. Zira bir devlet, varlığını yalnızca demir kubbelerle değil; çelikten bir iradeyle muhafaza ettiği dinî ve ahlakî değerlerle sürdürür. Kanaatimce, İsrail devleti—ey İsrailli yöneticiler—tam da en güçlü olduğu bu dönemde, Tanrı tarafından kendi değerleriyle imtihan edilmektedir: Bu kadim ilkeleri hayata geçirecek midir, yoksa bu sınavdan başarısız mı çıkacaktır?
Eğer bu değerler, “İnsanlar açlıktan ölebilir” gibi en temel bir hakikate dahi itiraz edemeyecek kadar vicdanlardan silinmişse, o hâlde asıl tehdit dışarıda değil; Yahudiliği gündelik ve sığ siyasal çıkarlara feda eden, ama bunu yaparken de onu temsil ettiğini iddia eden insafsız müntesiplerindedir.
Böylesine vurdumduymaz bir anlayışla hareket eden bir zihniyetle, İsrail’in bölgede—kendi değerler sistemi açısından bakıldığında—varlığını uzun vadede sürdürebilmesi mümkün değildir. Zira kendi dinî ve ahlaki değerlerine sırt çevirdiğinde bunun bedelini, tarihin farklı dönemlerinde ilahî cezalarla ödemiş bir halk olarak, bu yalın hakikati dünya milletleri arasında en iyi, siz Yahudiler bilirsiniz.
Ey tarihi boyunca zulme uğrarken adaleti savunan, ama bugün hem kendi içindeki adaletsizliklere suskun kalan hem de adalet çağrılarını bastırmaya yönelen kadim topluluk!
Gazze’deki açlığa duyarsız kalınması, hatta sosyal medyada paylaşılan bazı görüntülerde bu durumun adeta kutsanır veya kutlanır hâle gelmesi, Yahudi toplumlarının bir kesiminin sessizliğiyle birleştiğinde, Yahudiliğin siyaset karşısındaki eleştirel mesafesini ve tarihin bazı dönemlerinde zulme karşı geliştirdiği dikkate değer duruşunu giderek yitirmekte olduğunu göstermektedir.
Oysa haksızlık ve adaletsizlik karşısında ses yükseltmek ve tavır almak; Hz. İbrahim’den Musa’ya, Davud’dan Süleyman’a, Hz. İsa’dan Hz. Muhammed’e kadar uzanan müşterek, kutlu peygamberler silsilesinin—yalnızca Yahudilere ya da Müslümanlara değil, tüm insanlığa bıraktığı—ortak bir dinî ve ahlakî vasiyet; aynı zamanda onurlu bir insanlık mirasıdır.
Gazze’de açlıktan kemikleri çıkmış, omurgası çökmüş çocuk bedenleri, masum insanların açlıktan can verdiğini sessiz ama sarsıcı bir biçimde haykırmaktadır. Ne var ki, bu hakikati dile getirmek bile kimi çevrelerce “Siyonizme ihanet” ya da “antisemitizm” suçlamalarıyla yaftalanmaktadır. Oysa aynı çevreler, Yahudiliğin bu suskunluk nedeniyle nasıl karanlık bir imajla anılmaya başladığını görmek istememektedir.
Üstelik sorun yalnızca bu acıya ses vermekle sınırlı değildir; vicdan sahibi Yahudilerin, adalet ve insaf çağrısı yapan hahamların, ahlakî sorumluluk hisseden entelektüel ve aktivistlerin sesleri de sistematik biçimde bastırılmaya çalışılmaktadır.
Ey mazlumluğun ve garibanlığın ne olduğunu çok iyi bilen, ama bugün mazlumlara zulmeden İsrail’in karar vericileri!
Önümüzdeki hafta, yani Ağustos ayının 2. ve 3. günlerinde [2025/5785], Yahudi geleneğinde tarihsel yıkım ve acıların sembolü hâline gelmiş olan Tişʿa be-Av gününü idrak edeceksiniz. Bu yas günü vesilesiyle, Ağıtlar (Eyha/אֵיכָ֣ה) kitabından bölümler okuyarak, geçmişte atalarınızın yaşadığı felaketleri şu satırlarla anımsayacaksınız:
“Halkı inleyerek ekmek arıyor… Değerli neleri varsa ekmekle değiştirdiler. Bak da gör, ya Rab, ne kadar sefil bir durum! Ey yoldan geçenler, bunun sizin için hiç mi önemi yok? Bakın ve görün, başımıza gelen dertlere; var mı bunun gibisi?” (Ağıtlar 1:11–12)
Ya da aynı kitaptan şu satırlarla yas tutacaksınız:
“Gözlerim yaşla tükeniyor, içim yanıyor, yıkım karşısında bağrım parçalanıyor. Çocuklar ve bebekler şehirlerin meydanlarında bayılıyor. Annelerine şöyle diyorlar: ‘Yiyecek yok mu, su yok mu?’ Kentin sokaklarında yaralılar gibi bayılırken, annelerinin koynunda can veriyorlar.” (Ağıtlar 2:11–12)
Yahudi tarihinde acı ve felaketin sembolü hâline gelmiş bu hazin dizeleri, siz ey yöneticiler, lütfen, bu yıl Gazze’de bir dilim ekmeğe, bir damla suya muhtaç bırakılmış masum bebeklerin sessiz feryatlarıyla birlikte okuyun ve tefekkür edin. Zira Gazze, tarih adeta tekerrür edercesine, iki bin yıl önce atalarınızın yaşadığı ve Kutsal Kitabınızda betimlenen o derin acıları yeniden yaşıyor bugün.
Gelin, bu yılki Tişʿa be-Av’ı yalnızca geçmişin yıkımlarını geleneksel biçimde anmakla sınırlı tutmayın; yanı başınızda sebep olduğunuz bu ağır insani trajedi karşısında bir vicdan muhasebesine de dönüştürün. Çünkü gerçek yas, yalnızca geçmişin karanlığını hatırlamak değil; o karanlıktan ibret alarak bugünün zulmüne karşı da cesaretle ses yükseltebilmektir.
Umarım bu yılki Tişʿa be-Av, Gazze’nin Auschwitz’i andıran açlık ve hayatta kalma mücadelesi verdiği bu karanlık günlerde, her fırsatta Yahudi kimliğini öne süren İsrail devleti için—vicdani ve siyasî açıdan—bir dönüm noktası olur.
Ey “Bir Daha Asla!” sözünü tüm insanlık adına haykırmış olan kadim Yahudi halkı!
Şimdi bu sözü, yalnızca geçmişin karanlık sayfalarına değil; Gazze’de yaşanan bugünün insanlık trajedisine de taşıma vaktidir.
Holokost’un karanlığını hatırlatan bu tablo karşısında, çoktan Auschwitz’e dönüşmüş Gazze ile ilgili harekete geçme zamanıdır. İnancı ne olursa olsun—Yahudi, Müslüman ya da Hristiyan—her vicdan sahibi insan, insanlık onurunu ve kirletilen kadim dinî değerleri hatırlayarak, bu tür trajedilere karşı cesaretle ve hep birlikte sesini yükseltmelidir: “Bir Daha Asla (LeʿOlam Lo ʿOd / לְעוֹלָם לֹא עוֹד)!”
Sivillerin açlık, ölüm ve zorla yerinden edilme gibi ağır koşullar altında yaşamaya zorlandığı bu sürece sessiz kalmak, yalnızca derin bir ahlaki kayıtsızlık değil; aynı zamanda Yahudi inanç ve etik geleneğini de ciddi bir ihlaldir.
Açlığı bir silah olarak kullanan her türlü uygulamayı açık ve kararlı bir biçimde reddetmek, hem insani hem vicdani hem de tarihi bir sorumluluktur.
Ey kadim bilgelik mirasını politik kimliğe dönüştüren halk!
Bu mektubu, tam da böyle bir kırılma anında, insanlık adına üzerime düşen sorumluluğun küçük de olsa bir parçasını yerine getirebilmek ümidiyle, doğrudan sizlere hitaben kaleme alıyorum.
Evet, Yahudiler için bir Yahudi devleti kurmak şüphesiz son derece zorlu bir süreçti; ancak kanaatimce, bu devleti peygamberlerin öğretilerine bağlı kalarak sürdürebilmek, çok daha büyük bir imtihan teşkil etmektedir.
Bugün Gazze’de yaşananlar bağlamında, bu sadakatin belki de şimdiye dek karşılaştığınız en çetin sınavlarından biri ile yüz yüze olduğunuzu bir kez de ben hatırlatmak istiyorum.
Ey kendini Tevrat’ın kadim mirasının taşıyıcısı sayan, dünyanın ancak iyilikle ayakta kalabileceğini atalarından öğrenen Yahudi halkı!
Filistin’de acıların daha da derinleşmemesi için, hem geleneğinizin ahlakî mirası hem de insanlığın ortak vicdanı adına sizden güçlü bir ses, kararlı bir duruş ve gecikmeksizin etkili bir adım bekliyoruz.
Zira bugünden tezi yok atılacak her insani adım, yalnızca masum hayatları kurtarmakla kalmayacak; aynı zamanda yeryüzünde kadim değerler uğruna umudun yeniden filizlenmesine vesile olacaktır.
Sizlerin de çok iyi bildiği üzere, Yahudi geleneğinde meşhur bir atasözü vardır: “Dünya üç temel unsur üzerine ayakta durur: Tora, gayret (ʿavoda) ve iyilikseverlik (gemilut hasadim)” (Pirkei Avot 1:2).
Gelin, bu kadim öğretiyi yalnızca dillendirmekle yetinmeyip, Filistin ve Gazze’deki masum siviller için bir an evvel hayata geçirin. Savaşa derhal son verin; kadim komşularınıza, akrabalarınız ve amcaoğullarınıza insan onuruna yaraşır bir yaşam hakkı tanıyın ki, birlikte paylaşılan bu dünya ayakta kalabilsin.
Barışın, adaletin ve merhametin galip geldiği bir gelecek ümidiyle, selam doğruya tâbi olanlara olsun.
* Prof. Dr. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi