İnsan, çevresindeki hızlı değişen olgulara karşı özellikle duyarlıdır. Fırsatlar ve tehditlerin farkında olmamız bu hızlı değişenlere olabildiğince hızlı ve doğru tepki vermeyi gerektirir. Ve çoğu zaman buna düşünecek zamanımız olmaz… Nörobilim değişime olan duyarlılığımızın bilinçdışı olduğunu gösteriyor. Bilinçdışı bilinci sürekli olarak uyarır ve bilincin yavaş kalması kaçınılmaz olduğu için de çoğu zaman onun adına hareket eder. Bilinç ise yine çoğu zaman bilinçdışının eylemini doğrulayacak sebepler bulur, onu meşrulaştıracak bir hikaye uydurur.
Bu durumda bilimin, ama asıl sosyal bilimlerin hızlı değişene odaklanmasında önemli bir sorun var demektir… Zihnimiz hızlı değişenin daha önemli olduğunu, yavaş değişeni ‘belirlediğini’ kabullenmeye çok daha hazırdır ve bilim de genellikle bu yoldan ilerler. Oysa yavaş değişen olgular hızlı değişenleri kuşatır, yoğurur, yeniden anlamlandırır ve işlevsel kılar. Kültürel evrim süreci içerisinde en yavaş değişen ise zihniyettir…
Tam da bu nedenle geçmiş hakkında konuşma hakkına sahip oluruz. Çünkü bugünkü zihniyetimizi geçmişle paylaşmaktayız ve antropolojik olarak tümüyle insana ait bir özellikten söz etmekteyiz. Tabii ki Kayınpeder-Damat ilişkisi ile örneğin belirli bir Sultan-Sadrazam ilişkisi bire bir aynı olamaz. Ama somut sözcükler ve davranışlar değişse de ilişkinin temel özellikleri, normları, karşılıklı beklentileri, nasıl algılanıp değerlendirildiği ve nihayet ilişkinin bizatihi anlamı aynı kalabilir.
Bu topraklar Bizans’tan bu yana esas olarak ataerkil zihniyetin egemenliği altında yaşıyor. Otoriterlik destek işlevini aşarak tarihin çeşitli dönemeçlerinde geçici olarak öne çıkabilse de, kültürel kodlarımızın ve anlam çerçevemizin temelinde ataerkillik yatmakta… Yüzyıllar içinde zihniyetimiz de bir miktar değişti, yeni formlar kazandı ama ataerkilliğin belirleyiciliğinden uzaklaşmadı.
Ataerkillik Osmanlı’nın ‘olgun’ dönemine damgasını vuran, o dönemi yaşayanlar tarafından ‘olması gereken nizamı’ sağlayan zihniyetti. Sadece saray ilişkilerinde değil, tüm toplumsal yapı ve sistem üzerinde belirleyici bir etkiye sahipti.
Osmanlı’da devletin toprak genişletme stratejisi, tebanın vergi verme potansiyeli ve ticaretin vergilendirilmesi açısından işlevseldi. Fetih sonrası çoğu zaman yerel halktan, hatta eski yöneticilerden biri ‘vali’ atanıyor ve dirlik düzenliği sağlayıp gerekli vergi ve iaşeyi sağlaması bekleniyordu. İskan politikaları demografik dengeyi bir miktar değiştirerek hem tebayı genişletiyor, hem de söz konusu toprağın kaynak sağlama niteliğini kalıcı kılıyordu.
Bu sistemde teba merkeze kişi olarak değil grup olarak muhataptı. Vergi mükellefi doğrudan köylerdi. Diğer deyişle köylü toprağın uzantısı olarak telakki edilmekteydi. Köye konan vergi veya iaşeyi köy halkı topluca karşılamak zorundaydı. Dolayısıyla bazı köylülerin toprağı terk etmesini köy de iyi karşılamazdı, çünkü kişi başına vergi ve iaşenin payı yükselirdi.
Toplumsal yapı ise millet sistemi üzerinden çok hukukluluk özelliğine sahipti. İbrahimi dinlerin bütün mezhepleri (Aleviler hariç) kendi cemaatlerini kendi hukuk anlayışları çerçevesinde yönetirler ve her türlü istek ya da şikayet için doğrudan Saray’a müracaat ederlerdi. Bu cemaatler (milletler) bir hiyerarşi oluşturur, tepede Sünni Müslüman, ardından sırasıyla Rum Ortodoks, Ermeni Ortodoks, Yahudiler ve diğerleri şeklinde ‘aşağı’ doğru inerdi.
Hristiyan ve Yahudiler bazı renkleri kullanamazlardı, ayrıca ayakkabı, şapka türü bazı giysilerde de belirli renkleri kullanmak zorundaydılar. Buna bir Müslümanla karşılaştığında Gayrımüslimin atından inmesi gerektiği, bir Müslümanla Gayrımüslimin karşı karşıya geldiği davalarda eşitliğin söz konusu olmadığı gibi detaylar eklenebilir.
İlginç bir nokta millet sistemindeki cemaatlerin kendi aralarında hiçbir karar mekanizması oluşturmamasıydı. Hepsi tek tek Saray ile muhataptı ve anlaşmazlık halinde karar Saray’a aitti. Diğer deyişle Osmanlı’da Saray dışında siyaset ima eden bir kamusal alan bulunmamaktaydı. Cemaatlerin siyaseti kendi hareket alanlarını (imtiyazlarını) artırmak ve diğer cemaatler aleyhine genişletmekten ibaretti. Siyaset devletin içinde yapıldığı için, ‘devlete nüfuz’ cemaat siyasetinin temeliydi…
Devletin iç mekanizması hiziplerin rekabeti etrafında şekillenmişti. Bürokraside hamilik müessesesi geçerliydi ve herkes belirli bir hizbin parçası olarak kariyer yapmaktaydı. Devlete intisap edenlerin birçoğu adını değiştirir ve bir anlamda devlet sayesinde yeniden doğmuş olurdu. Öte yandan Saray açısından bütün bu kadroların ‘kul’ olma özelliği vardı ve hem malların müsaderesi, hem de kellelerin alınması olağan bir uygulamaydı.
Sıkça gurur vesilesi yapılan meşveret sistemi de yerleşik bir hak veya yetki/sorumluluk uygulaması değil, Sultan’ın mizacına ve keyfine göre işleyen bir mekanizmaydı. Uygulandığı zaman da herkes fikrini uygun gördüğü ölçüde ve ‘usturuplu’ şekilde söyler ya da gizler ve kararı Sultan verirdi.
Ataerkillik Osmanlı’da aileden başlayarak sanatın, eğitimin, zanaatkarlığın organizasyonuna, köleliğin toplumsal yapı içindeki yerine kadar belirleyici olan zihniyetti…
Bu genel tablonun her zaman geçerli olmak bir yana, tarihsel sürecin bütünü içinde kısa süre için ve merkezde geçerli olduğu öne sürülebilir. Yukardaki her olgunun çok sayıda çeşitlenmeye açık olduğu, farklı uygulamalara cevaz verdiği söylenebilir. Söz konusu ideal yapının hızla değişip amorflaşmasından dem vurulabilir… Ancak bizi ‘olması gerekenin’, ‘doğru nizamın’, ‘ideal alemin’ uygulanmaya çalışıldığı kadarıyla ne ve nasıl olduğu, yani zihniyet ilgilendiriyor.
Osmanlı dünyası Sarayın otoritesini meşrulaştıran ataerkil bir kapsayıcılığa dayanmaktaydı. Heterojen ve hiyerarşik bir toplumsal yapının ilahi ve değişmez bir düzeni yansıttığı düşünülmekteydi. Bu ‘nizam-ı alem’den her uzaklaşmanın yozlaşma yarattığına, yanlış gidişatın ancak söz konusu nizama dönülerek giderilebileceğine inanılmaktaydı. Toplumsal dokuya indiğimizde ise cemaatçiliğin, rehberliğe muhtaçlığın, kaderciliğin, değişime direncin, bireyselleşme çekincesinin ve eleştiriden kaçınma arzusunun yoğun olduğunu gözlemlemek mümkündü…
Şimdi bu yazıların çıkış noktasındaki soruyu düşünelim: Acaba niye Batı’nın kültürel hegemonyası altına girdik de tarihsel maceramızın en ‘olgun’ ve ‘muzaffer’ noktasında dahi tersini, yani Batı’ya egemen olan bir kültürü oluşturamadık… Mümkün müydü? Hangi koşullarda mümkün olabilirdi?
Zihniyet analizi bu tür sorulara doğru perspektiften yaklaşmamızı sağlayan tek araç… Nitekim zihniyeti dikkate almayan hiçbir çabanın bu sorulara kendi içinde tutarlı ve soruyu aşan gerçeklikle bağlantılı (kendi yaklaşımının farkında) yanıtlar getirmesi mümkün değil.