“Demek, demek anlatabileceğini düşünüyorsun /Cehennemden cenneti /Acılar içinden mavi gökyüzünü /(…) Bir maskenin ardına saklanıp gülümsemeyi… /Anlatabileceğini düşünüyor musun?”
Bir yıl önce Antakya’da yerle bir olan binaların, günlerce yardım, enkazları kaldıracak, altındaki canlara, sese-nefese ulaşabilecek devlet eli bekleyen insanların arasında dolaşan gazeteciyle gündeme geldi bu ezgi.
The Economist’in Türkiye temsilcisi Piotr Zalewski… Depremden üç hafta sonra çekiyor o görüntüyü, 1 Mart 2023’de twitter hesabından paylaşıyor: “Antakya’yı terk etmeyi reddeden bu karakteri antika dükkânının önünde otururken ve kasetçalarından Pink Floyd çalarken, şaşkın askerler ve yıkılmış binalardan oluşan bir izleyici kitlesiyle buldum. ‘Vermek istediğim mesaj’ diyor, ‘Hayatın devam etmesi gerektiği…” Zalewski de bu kısacık metinden başka oraları anlatacak cümleler kuramıyor belki. Nasıl anlatılabilir!
Keşke burada olsaydın
Kasetten çaldığı şarkı o ünlü “Wish You Were Here”. Keşke burada olsaydın… Dükkânın sahibi antikacı (kendi deyimiyle Eskici) Serkan Sincan… Depremde anne-babasını kurtarmış ama birçok dostunu, yakını kaybetmiş.
Pink Floyd’un şarkısı finale ilerliyor: “Burada olmanı nasıl da, nasıl da isterdim /Keşke burada olsaydın.” Sincan gün boyu “nostaljik kasetler” çaldığını söylüyor teybinden. Niyeti moral vermek, hayatın devam ettiğini öyle de vurgulamak. Oralara nostalji de “keşke”lerle geliyordur lâkin iyi mi geliyor, kötü mü… Bilemiyorum.
Pink Floyd’un o “ağıt”ı da elindeki nostaljik şarkılardan. Zalewski onunla konuşmak istediğinde o “denk gelmiş”: “Turistleri severim. Enkazdan çıkardığım kaset koleksiyonunun arasında Pink Floyd vardı, onu çaldım. ‘I wish you are here’ şarkısı denk geldi o anda. Ama çok güzel oldu sesimizi duyurmamız açısından…”
Fazla söze hacet yok
Tesadüf… Basın tesadüfleri pek sevmez. Hızla, başka bir habere giderayak dinlediği hikâyenin nedeni, nasılı yoksa elinde bazen kendi anlatır, tamamlar. Nitekim kuytuda kalan kısa bir videodaki gerçeğe de haberlerde itibar gösterilmemiş. Olsun… Bu örnekte, derdin deryasında hiç dert değil. O an aslolan yankısı, gönüldeki hikâyesi.
Tesadüf anca “haber”i eksiltebilir bu örnekte zaten, hikâyesini, yarattığı duyguyu, hüznü değil. Öyle ya da böyle o şarkının sözleri, iniltisi Antakya’da hayatta kalmanın ve devam eden hayatın, dünyandaki-içindeki o enkazla yaşamanın nasıl bir şey olduğuna tercüman.
Ağıtlar içinde bir ağıt. Orada tarih boyunca yakılan Arapça, Ermenice, Rumca, Kürtçe ağıtlar gibi ille de sözleri, tercümesiyle değil figanıyla herkesin yüreğini vuran ağıtlardan. Fazla söze hacet kalmıyor. Feryat…
Antikanın katmanları
Habercilerin söylemiyle Sincan’ın oturduğu, teybini çaldığı “mekân” da “dükkân” değil zaten. Tezgâh, depremle çatlamış, sıvaları dökülmüş duvara dayalı sokak sergisi… Eskiden, depremlerden bir gün önce 5 Şubat’ta dükkânmış. Ayakta kalsa da deprem dükkânının da içinde, bağrında.
İçeri giren bir kamera hızla, şöyle bir göz attığında duvarlardaki derin çatlaklardan, dökülen molozlardan, eşyaları-rafları örten tozdan, sıvalardan anlıyoruz. Antika dükkânı ama eşyaların üzerinde sadece yılların değil o günün de katmanı var. Büyük depremin kulpunu kırdığı fincan, mesela.
Eriyen zaman ilaç değil…
Sincan “Dünyanın ilk aydınlatılan caddesi” olarak anılan, depreme ağır hasar gören Kurtuluş Caddesi’nde çekilen o görüntülerde elindeki bezle duvarın önüne sergilediği eşyaların tozunu alıyor. Sert hareketlerle; depremin izlerini mi dövüyor, kovalıyor belirsiz.
Yanında hep kediler… Üç gün yas tutmuş, 10 gün sonra açmış tezgâhını. Dükkânı toparlamak zaman alacak. Lâkin bu örnekte zaman her şeye ilaç değil. Tersine ilk günlerde geçen zaman, geçen saatler, dakikalar bile ölümcül. Sokaklarda, arabalarda, derme çatma “sığınak”larda, bulursa çadırlarda günlerce titreyenler, umutsuzca çare bekleyenler için sonrasında da… Zaman ilaç değil.
Sincan da bir videoda tezgâhındaki reprodüksiyonların arasında duran Salvador Dali’nin ünlü “saatleri”ni, “Belleğin azmi” tablosunu gösterirken “eriyen zaman” diye mırıldanıyor. Tesadüf…
“Göynüm hep seni arıyor LOVE”
Bir başka videoda (3 Mart) depremden sonra Sincan’ın balkondan ezan okurken çekilen görüntülerine de rastladım: “Bizim çocukluktan yetişmemiz, yani aldığımız terbiye ‘Bayrak inmez, ezan susmaz’dır. Ezanın sustuğunu görünce bir tane cami hocasını gördüm sevindim. Buralar ezansız kalınca ben okudum. Tezgâhımda da bayrak, Osmanlı flaması, İslâm bayrağı, Atatürk, ayetler, Hazreti Ali, Hazreti İsa, Ayetel Kürsi, Salvador Dali, enkazlardan çıkan fotoğraflar var.” Memleket manzaralarıyla Antakya işte…
Onu kamuoyuna tanıtan ilk görüntülerde sergisinde dolaşırken üst üste duran tabloların arasından üzeri yazılı küçük bir levhayı alıyor, özenle görünür bir yere yerleştiriyor: “Göynüm hep seni arıyor neredesin LOVE.” Onun da hikâyesi o kadar ama anlatabilirim bendeki izini.
Kulaklarımda hemen deprem günlerinde Karsu’nun yorumu, feryadı, o ânın, depremin görüntülerinin fonundaki yürek yakan videosuyla birlikte “Neredesin Sen”. Tabeladaki o ezginin Neşet Ertaş’tan “eski okul”u. “Şu garip halimden”: “Sinemde gizli yaramı, kimse bilmiyo /Hiçbir tabip yarama, merhem olmuyo /Boynu bükük bir garibim, yüzüm gülmüyo /Göynüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen?”
Herkes biliyor, hep böyle gider
“Keşke burada olsaydın” kim bilir depremden sonra kaç insanın feryadının güftesi. Melodisini bilmeden… En ağır, zalim, dünya başına yıkıldıktan, hayatındaki insanları yitirdikten sonra en çaresiz keşkelerden… Ona Kemal Akoğlu’nun “Antakya için Antakyaca bir ağıt denemesi” yazısında da (Birikim, Nisan 2023) rastlıyorum.
Yazısı yürekten, acının ta içinden, memleketi Antakya’dan. Depremi 13 yaşındayken Antakya’da 22 Ocak 1997’de bizzat yaşamış. Şubat 2023’le kıyası mümkün olmasa da bir hafta dışarıda kalmışlar.
“Çocukluğumdan beri Antakya’nın tarihte defalarca yerle bir olduğunu, bu nedenle kadim şehrin altında başka şehir, onun altında da başka şehir bulup durduklarını biliyorum”. Herkes biliyor… Biliyor da Leonard Cohen’in nakaratında gibi: “Herkes biliyor, herkes biliyor /hep böyle gider /herkes biliyor.”
Yıkılmaz sanılan yuvalar…
Akoğlu geçen yıl oraları yerle bir eden depremde Antakya’da değil. Kuzeni arıyor: “İskenderun’dan arabasına binip yalın ayak, bizim mahalleye, Maşuklu’ya giderken, yolda ‘Abi, Büyükdalyan yok, Odabaşı yok, Güzelburç yok…’ diye diye, yanından geçtiği komşu mahallelerin durumunu anlatıyordu, bir yandan ağlayarak.”
Sonrasında doğup büyüdüğü evin fotoğrafını atıyor kuzeni. “Asla bir şey olmaz sandığım yuva yıkılmış, avluya dökülmüştü… İki katlı ve birkaç evle bitişik olmasına rağmen bizim ev bile yıkılmışsa, Antakya’nın merkezindeki durumu tahmin etmek zor değildi”.
Sesler kısıldı, listeler kısaldı
Hemen gidiyor memleketine. Ve artarda “keşke”ler düşüyor anlattıklarına: “Defne diye bir ilçe uydurulup oraya bağlanmış ama aslında merkezi olan mahallelerinden Armutlu ve Sümerler’de üçüncü geceye kadar, bizim gibi oraya giden birkaç gönüllü grup dışında, düzenli ekipmana sahip, profesyonel, hiç kimseyi görmedim. Keşke görseydim!
Yakın enkazların altından da üstünden de çığlıklar yükseliyordu ama bu gönüllüler dışında ilk iki gün orada başka ekip görmedim. Ne yazık ki! Eğer yoktu ise keşke olsaydı; vardı ise keşke ben de görseydim. Görsem, tek tek hangi enkazın altında hangi isimli insanların kurtarılmayı beklediğini onlara söylerdim.
Gönüllü grupların kısıtlı imkânlarıyla yetişemediği onlarca kişi vardı o listede. Sesler kesildikçe liste kısaldı. Sesi gelen birçok kişinin sesinin kesildiğine tanık oldum… Hangi birini, nasıl anlatayım o tanıklıkların?” Nasıl anlatılabilir!
“Binlerce insan hâlâ yaşıyordu”
“Otuz dokuz yaşıma kadar gördüğüm dehşetin, tanık olduğum acının binlerce katını birkaç gecede yaşadım. Yeraltından gelen sesleri de duydum, insan bedeninin nasıl formlar alabileceğini de gördüm. Gerçekten, bir karanlığın nasıl korkunç olabileceğini anladım. Zifiri karanlıkta kımıldayan insan, kımıldayan köpek siluetleri…
İnsan siluetleri konuşmuyordu, köpek siluetleri havlamıyordu. Gökte yıldızların görkemle parladığı ve çok güzel göründüğü şehirde, yerin altında binlerce insan hâlâ yaşıyordu; gök müthiş iken yer korkunçtu… Binlerce insan, depremden sonraki gece de, onu takip eden ikinci gece de hâlâ yaşıyordu! Üçüncü gece de yaşayan yüzlerce insan vardı…
“Hadsizce, haksızca yıkıldı”
Benim tanıdığım Antakya, tanık olduğum ya da tanıklarından dinlediğim nice hüzünlü hikâyede, illaki, bir yemekteki dengeyi koruması için zıt bir tat eklenmesi gibi, o hüznün acısını kıran bir neşe öğesi taşırdı.
Bu sefer, o neşe öğesini eklemenin bir yolu yok ne yazık ki! Antakya, hadsizce yerle bir oldu. Yerle bir oluşu hadsizceydi, kendisi değil. Hadsizce ve haksızca yerle bir oldu Antakya… Çocukluğumuzun bütün köşe taşları…
Öncesinde bilinen bir şeydi bu depremin olacağı; depremin yıkıcı etkisi, sebep olduğu ölümlerin çok fazla olması, teknik olarak önlenebilirdi, önlenmedi… Antakya’nın bu yerle bir oluşunun ilk birkaç gününde binlerce insan sağ kurtarılabilirdi; kurtarılamadı.”
“Annem sesimi duyarsa kalkar”
Enkaz başında o çaresiz arayış, bekleyiş… Çocukluğu Antakya’da geçen Birikim yazarı Ahmet Eker’in depremin ardından yazısına aldığı, anne ve babasını kaybeden 9 yaşındaki yakınının sözleri: “Annem sesimi duyarsa belki kalkar…”
Eğer, keşke… Yıllar, yıllar geçse de, hayat iyi-kötü günlerle, mutlu-mutsuz zamanlarla seyretse de o “keşke” fısıltıyla da olsa, iç ses olarak kalsa da berdevam. “Keşke”nin hakkı ister-istemez verildiğinde yürektendir zira.
Yumuşacık, yapışkan, hamur gibi; tahrip gücü biraz da oradan. Ağıtların, pişmanlığın tahribatı… Onun için “Keşkelerim hiç olmadı” der, hüznüne kalın şallar örten, atkılar ören bazı insanlar. Uydururlar… Öyle ki sadece kendi adları yetmez, ünlü şairlerin adına da, cümlelerinin altına onun adını yazarak da uydururlar. Sonra da okuruz internette altına Can Yücel imzası atılan onlarca uydurma şiiri: “Yaşadığım bir tek andan bile pişmanlık duymadım. /Asla keşkelerim olmadı.” Hüzünlenir, efkârlanır, “Keşke benim de olmasaydı keşkem” diye iç geçiririz.
“Eğer”le, “meğer” evlenmiş…
Nafile… Keşkecinin keşkelenmiş keşke kepçesi hep sızıyor hayata… Depremde de öyle; “eğer”iyle, “meğer”iyle, “keşke”siyle de tahribat ağır. Farsça bir deyim, bir İran atasözü olduğu da söylenen vecizedeki gibi: “Eğer ile meğeri evlendirmişler, onlardan keşke doğmuş.”
Meğer nasıl da hazırlıksızmışız bıkmadan, usanmadan “Geliyorum” diyen 6 Şubat depremlerine. Tarihiyle, gündemden hiç inmeyen başlıkları, ekranlara asılı bildik kırmızı haritalarıyla, her şeyi bildiği için depremi de geveleyen bazı yorumcularıyla büyük depremlerin ülkesinde meğer öncesiyle-sonrasıyla ne kadar hazırlıksız. Umursamaz, hadsiz… Sonrasında utanmaz…
Eğer zamanında… Keşke zamanında alınsaydı tedbirler… Bir şeyler yapılsaydı onca yılda… Yasalar affetmeseydi eğer yıkılıp duran binaları… Yanımda olurdun belki şimdi. “Keşke burada, yanımda olsaydın” demezdim yârimin-anamın-babamın-evladımın-ailemin-akrabamın-dostumun-arkadaşımın ardından.
Duanın bedduaya dönüşmesi
Depremdi adı üstünde… “Keşke”ler toplumdaki kutup başlarına da farklı sirayet ediyor. Hayata, yaşamaya dair dileklerin, duaların “keşke”leri de değişiyor her türden depremlerle. Ölüme, ölümcül beddualara dönüşebiliyor. Cephelerden karşılıklı salvolara…
Depremlerden üç ay sonra Mayıs 2023’deki iki turlu Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde o bölgede Recep Tayyip Erdoğan’a verilen oylar yüksek çıkınca başıbozuk alayının bir kaç gönüllü neferinin sosyal medyadaki “Keşke daha çok ölseydiniz” mesajı geldi, getirildi gündeme. O baptan “Beter olun”ları…
“7’li koalisyonun destekçileri”
İktidar kutbu büyüttü, anında genelledi meseleyi tabii. Devletin TRT’sinden “Deprem bölgesinde Başkan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti oylarının yüksek çıkmasından rahatsız olan Kemal Kılıçdaroğlu destekçisi bazı muhalifler depremzedeleri hedef aldı” haberleri geldi hemen.
A Haber, Sabah-Akşam filan da çok sevdi aynı, standart başlığı. “Deprem bölgesinde Başkan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti oylarının yüksek çıkmasından rahatsız olan Kemal Kılıçdaroğlu destekçisi bazı muhalifler, depremzedeleri hedef aldı” diye twitler attı, “X”ler salladı sosyal medyadan:
“Seçimlerde mağlubiyetin acısını depremzedelerden çıkardılar: Keşke daha çok ölseydiniz.” Hızını alamadılar aynı “haber”i “7’li koalisyonun destekçileri” vurgusuyla yinelediler. O hedef ülkenin yarısıymış, ne gam.
“Ey yer, yarıl da yut beni”
Olan biten hep böyle seyredince der ya insan. Ben de öyle diyeyim; neyse… Kemal Akoğlu’nun yazısında, “Antakyaca ağıt”nda, onun da, “Meryem Nene”sinin de doğup büyüdüğü o evin yeri ağır. Yeri bir ömür…
Dedesi 2005’de ölünce o evde nenesinin ağıtı karşılıyor onu. En büyük torunu, gözbebeği Kemal’i görünce haykırıyor: “Y’al ard! İnşakki uv-bla’iyne!” Yani, “Ey yer, yarıl da yut beni!” Nereden bilsin “Yer yarılsa da içine girsem” deyiminin 18 yıl sonra gerçek olabileceğini.
“Ölü, ölüyü taşıyamaz…”
Meryem Nene de 2017’de, 91 yaşında ayrılıyor hayattan. Neredeyse bir “İyi ki…” geçiyor içimden yazıyı okurken. Nenesi ölmeden birkaç gün önce bir ömür yaşadığı evinin “dünyanın en sıradan görünen avlusuna” bakıp Akoğlu’nun annesine “Ye niyal hel bey şufa le hel dor!” demiş; yani “Bu avluya daha bakabilecek olanlara ne mutlu!”.
Eğer yaşasaydı, eğer torunu Kemal gibi görseydi o yerle bir olan evin, koskoca bir ömrün elde kalan harabesini… Duyulurdu o feryadı yine: “Y’al ard! İnşakki uv-bla’iyne!”
Dilini anlasın-anlamasın herkesin o hazin, çaresiz “keşke”sine karışırdı ağıtı, yüreği taşıyamaz, yarılırdı ortadan. Zira o acı, o darbe Akoğlu’nun yazısının başındaki Antakya atasözü gibi: “Meyyit ebiyyihmel meyyit… (Ölü, ölüyü taşıyamaz…)”