[12 Eylül 2020] Bugün Türkiye tarihindeki en vahşi, en gaddar, en amansız askerî darbenin yıldönümü. 40 yıl önceki o 1980 sonbaharına gidiyor aklım. O sırada Ankara’da, Aşağı Ayrancı’da annemle birlikte oturduğumuz eve. Alacakaranlıkta duyar duymaz uyanıp fırladığım helikopter seslerine.
33 yaşımdaydım; şimdi 73. Demek ömrümün yarıdan fazlası, hem de hayli fazlası, 12 Eylül’den sonra geçmiş. O yıl doğan çocuklar (kendi büyük kızım dahil) şimdi 40 yaşında. Üç yıl daha dayandım, o sırada asistan olduğum Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde. 1402 sayılı eski Sıkıyönetim Kanunu’nun bir maddesinin verdiği yetkiye dayanarak, doğrudan doğruya sıkıyönetim komutanları öğretim üyelerini işten çıkarmaya başlayınca istifa ettim. İki yıl geçti. Üç veya dört kere yarım kalmış doktoramı gidip İngiltere’de tamamladım. İktisattan tarihe geçtim. Akademik hayata dönebildim. Hayatta kaldım.
Çok küçük, çok şanslı bir azınlığa mensubum. Bilincindeyim bunun. Unutmuyorum. Nasıl bir demir yumruktu, aşırı sağ ve aşırı sol arasında tırmanan vuruşma ile daha merkezdeki politikacıların muazzam hatâlarını fırsat bilip, memleketin üzerine hışımla inen! Ne kadar metodiktiler. Ne kadar planlı. Ne kadar soğukkanlı. (Haydar Saltık’ı düşünüyorum, bütün sırlarını mezara götüren.) Herkesin hayatı nasıl ve ne kadar derinden altüst oldu!
Okullar, sokaklar, mahalleler, devlet daireleri… kanlı bir hâkimiyet mücadelesinin alanlarıydı. Ülkücülerle silâhlı sol örgütlerin vuruşmasından bıkmıştı herkes. CHP ve AP ayrı bir basiretsizlik içindeydi. Demirel yakayı kendi sağı ve aşırı sağına kaptırmıştı. Merkeze doğru bir adım atacak olsa “millî ihanet!” şantajına uğruyordu. Ecevit yakayı kendi solu ve aşırı soluna kaptırmıştı. Merkeze doğru bir adım atacak olsa “sınıf ihaneti!” şantajına uğruyordu. Demokrasiyi ancak bu iki büyük partinin koalisyonu kurtarabilirdi. Ama oralı değillerdi. İkisi de kendi küçük ayak oyunlarıyla meşguldü.
1930’larda Almanya’daki sokak savaşlarından Nazizm üstün çıkmıştı. Türkiye’de öyle olmadı. Cunta özellikle bıraktı, uzattı, seyretti – ve sonra, küçük yerel kavgaların çok üzerindeki asıl hegemonyanın kimde olduğunu gösterdi. Hamur yoğurur gibi yoğurdu bütün toplumu. Başka bir şekil verdi. Yasaklamakla kalmadı. Feshetti. Sadece Meclisi değil, partileri de dağıttı. İnsanları siyaset kertesine bağlayan damarları kesti, sinirleri kopardı. Ülkeyi sırf şiddet ve daha fazla şiddet yoluyla hizaya getirmeye kalktı.
Bir bakıma başaramadı. Kalıcı olamadı. Tersine; uyandırdığı nefret bir bütün olarak vesayet rejiminin sonunu hazırladı.
Fakat aslında, sandığımızdan da başarılı mı oldu acaba? Halkı, milleti ezdi, böldü, zayıflattı. Olgunlaşmasını engelledi. Yasaların ve kurumların dokunulmazlığı diye bir şey bırakmadı. Daha fazla otoritarizme alıştırdı. Eskisinden de daha gözenekli, daha delik deşik, içsel direnci olmayan, kum taşı veya sünger taşı gibi yumuşak, yer yer sıvılaşmış bir toplum yarattı. Kendi habis ruhunun hortlayıp başka kılıklar altında geri dönmesinin zeminini hazırladı.
Belki şimdi de bu mirasın içinde yaşıyoruz.
Değinmeden ve hatırlamadan geçemedim. Oysa bambaşka şeyler yazmayı tasarlamıştım bu sabah. Napolyon’u yazacaktım. Fransız olup olmadığını. Yarına kaldı.