Gerçekliğin nasıl anlamlandırılacağı hangi disiplinin içinden geldiğinizle fazlasıyla bağlantılı. Bu kaçınılmaz bir durum, çünkü her disiplin gerçekliğin farklı bir yönüne, kendi değişimi içinde farklı bir evresine bakar, onu ‘olgu’ sayar. Bu ‘olguyu’ tespit ederken kullanılan ölçütler de farklı. Dolayısıyla her disiplinin aynı gerçekliği farklı şekilde sınırlama, tanımlama, ölçme ve başka olgularla ilişkilendirme yöntemleri var.
‘Büyük Yenilgi: Kültürel Hegemonya’ yazıma Halil Berktay’ın ‘kısmi eleştirisi’ (30 Ekim 2020, Serbestiyet) bu açıdan şaşırtıcı olmadı. Çünkü tarihçilerin meseleye nasıl baktığının, gerçekliği nasıl anlamlandırdıklarının farkındayım. Ancak bu söylediğim her disiplinin kendince bir gerçeklikten bahsettiği türden bir relativizmi haklı çıkarmaz. Berktay ile aynı olgudan söz ediyoruz, ama bunu karşılıklı konuşmak için belki her ikimizin de kendi alıştığımız dil ve bakışın biraz dışına çıkmamız gerekiyor.
Berktay’ın benim yazımda gördüğü yanlışları özetlersem, 1) Batı’nın farklı bir zihniyet yapısına geçmesini 11. Yüzyıla kadar geri götürmem, 2) Batı ile Doğu’nun henüz o tarihlerde ayrışmamış olduğu, 3) Batı’nın bilim sanat ve gündelik hayat açısından üstünlüğünün geniş 16. Yüzyılda değil ancak Yeniçağ’da ortaya çıkmış olması, 4) 1300’lü yıllarda Osmanlının Batı’dan geri olmaması, ve de 5) kapitalizm ile emperyalizmin de dünyanın geri kalanında Batı hegemonyasına katkı sunmuş olduğu…
Yani temeldeki esas itiraz bir tarihsel olgunun (Batı’nın Doğu üzerindeki bilim, sanat ve gündelik hayat hegemonyasının) gerçekte yaşandığından çok daha önce ortaya çıkmış olduğunu öne sürmem. Berktay bunun tehlikesine de işaret ediyor: Eğer bu olgunun başlangıcını yeterince önceye alırsanız doğrudan oryantalizmin kucağına düşersiniz, çünkü Doğu’nun atfedilen ‘geriliği’ bir doğal durum haline gelir.
Eğer tarih disiplini içinden bakıyorsak Berktay’ın tepkisini anlaşılır buluyorum ve hatta bazılarına katılıyorum. Tersten başlarsak kapitalizm ve emperyalizmin de kültürel etkinin yayılmasında etkili olduğu apaçık. Ama mesele kültürel hegemonya olduğunda bu fazlasıyla can simidi gibi sarılınmış bir tez. Nitekim Müslüman-Türk ruh hali de buna yatkın ve tersinin de geçerli olduğuna inanmak istemiyor.
Batı’nın hegemonik etkisinin 16. Yüzyılda değil de Yeniçağ’da ortaya çıkması da (eleştiri madde 3) bu etkinin nasıl ölçüldüğüne bağlı olarak kabul edeceğim bir tespit. Değişimin hayata yansıması, yaygın ve kitlesel şekilde benimsenme durumunda kalınması, Osmanlı’nın söz konusu değişim karşısında bir arayışa girmesi tabii ki daha geç olgular. Ama önceki yüzyıllarda neyin nasıl algılanıp sorunsallaştırıldığına, Batı’ya giderek artan yabancılaşmaya, çözüm üretme gayretinin getirdiği sıkıntılara baktığımızda mesele biraz daha farklı ve işin bu yönü beni daha çok ilgilendiriyor. Kendimizle ilgili gerçekten soru sormak istiyorsak da meseleye bu noktadan bakmanın daha öğretici olduğunu düşünüyorum.
Berktay’ın eleştirisindeki diğer üç madde birbirini tamamlar nitelikte: Batı’daki zihniyet farklılaşması 11. Yüzyıla geri götürülemez, bu nedenle Batı ile Doğu arasında o tarihte bir ayrışma olamaz ve 1300’lerde Osmanlı’nın Batı’dan geri olması söz konusu değildir…
Tarih olmuş olanla, yaşanan ve gözlemlenen olgularla, onların nedenleriyle ilgilenir, zihniyet çalışmaları ise anlamlandırmayla ve bunun neden olduğu zihinsel arayışlarla… Bu, zihniyet çalışmalarının ‘olmuş olan’dan bağımsız olduğunu ima etmez. Ama söz konusu olayların gerçekleşmesinin ardında genellikle çok uzun bir zihinsel dönüşümün yatma ihtimaline dikkat çeker.
11. Yüzyıl iyi eğitimli, az çok paralı, sanattan anlayan, merakları olan bir ‘serseri’ genç feodal kuşağın kentlere yöneldiği, ticarete ve següzeştçiliğe soyunduğu dönemin başı. İlk kez boş zamanı olan özgür ve üst sınıftan insanların kendilerine hiyerarşik yapılar dışında hayat aradığı bir tarihsel dönemeç… Bu ortam relativist zihniyetin adım adım tedrici şekilde toplumsallaşmasına neden oluyor. Üniversite bir sorgulama ortamı olarak şekilleniyor. Bireysel farklılaşmanın, eş düzeyli kamusal etkileşimin nüveleri atılıyor. Birkaç yüzyıl içinde bilimsel merakın ve sanatsal yeteneğin sıradan insanların gündelik hayatlarına yedirildiğine tanık oluyoruz. Temsili heyetlerin, seçim yoluyla karar organlarının oluşmasını, ‘parlamento’ kavramının literatüre girmesini, sivilliğin otorite karşısında kurumsallaşma çabalarını görüyoruz…
Zihniyet değişimleri, hele böylesine devrimselse, yüzyıllar sürebiliyor. Bu değişimi bilim ve sanat tarihinde rahatlıkla izleyebiliyoruz. Rönesans ve sonrası tabii ki birtakım maddi koşullara muhtaç. Ama o maddi koşulların belirli bir şekilde anlamlandırılması ancak çok önceden gelen zihniyet değişimi ile mümkün. Nitekim bu zihniyet değişimini Rönesans’tan geriye doğru bakıp ‘olsa olsa zihniyet değişimi olmuştur’ diye varsaymak gerekmiyor. Öncesindeki dört yüzyıl henüz hegemonya oluşturmamış, ama başlamış olan bir zihni değişimin sayısız belirtisini taşıyor.
O nedenle Batı ile Doğu arasında 11. Yüzyıldan itibaren bariz bir farklılık var. Daha birkaç yüzyıl o süreci yaşayan birçok kişinin göremeyeceği, görse de anlamlandıramayacağı bir farklılık… ama Rönesans ve sonrasını mümkün, kendiliğinden ve doğal kılan bir farklılık.
Dolayısıyla tarihsel analizlerde kullanılan birçok ölçütün ışığında baktığımızda 1300’lerde Osmanlı hiç de Batı’dan geri gibi durmuyor. Hatta bazı ölçütlerde ileri olduğunu bile söyleyenler çıkacaktır. Ama zihniyet açısından baktığımızda Batı’da Osmanlı’nın uzun süre anlamlandıramayacağı ve sonrasında da pek hoşlanmayacağı bir dip dalga çoktan başlamış durumda.
Bu söylediklerime karşı şu eleştiri getirilebilir: Bu yine de ex-post, yani geriye doğru ‘delil arayan’ bir yaklaşım. Batı’da söz konusu değişim olsa bile bunun bir hegemonya üreteceğini nereden biliyorsun? Bilmiyorum… Kuramsal olarak herhangi bir zihniyetin diğerine muhakkak galebe çalacağı söylenemez. Hangi zihniyetin üstün geleceği ve hegemonya kuracağı somut koşullara bağlıdır. Batı da relativizme adım atmasına rağmen Osmanlı üzerinde hegemonya kuramayabilirdi… Ancak (başka bir yazının konusu olacak olan) zihniyetler arasındaki gerilime baktığımızda bu hegemonyanın ters yönde gerçekleşmesinin son derece düşük bir ihtimal olduğunu teslim etmek durumundayız.
Öte yandan hegemonyayı tespit ettiğiniz anda bilimsel olarak sormamız gereken bir soru var: Baktığım olgunun nedenlerini ararken kullanmam gereken doğru ölçek nedir? Eğer tarihçiyseniz daha dar bir ölçekle bakarsınız. Zihniyet çalışıyorsanız daha geniş ölçekle… Tarih disiplini açısından ex-post gözüken bir çıkarsama, zihniyet analizi açısından tam tersine meselenin köküne gitme arayışını ifade edebilir.
Şununla bitireyim… Tarihçiler olmasa, zihniyet çalışmaları için gerekli malzemeyi de bulamazdık. Ama zihniyet çalışmaları salt tarihe değil, nörobilime, sosyal psikolojiye ve bilgi kuramına da yaslanıyor. Çünkü anlamaya çalıştığımız şey, olguların varoluş halleri değil, nasıl anlam kazandığı, nasıl doğal ve normal hale gelebildiği…
Eğer kendimizle ilgili bir şeyleri ‘gerçekten’ öğrenmek istiyorsak, tarih disiplininin sunduğu güç dengesizliklerine dayanan açıklamaların ötesine geçmemizde, zihniyet olarak neredeyiz ve niye böyleyiz diye sormakta yarar var. Nitekim Türkiyelilerin büyük çoğunluğu tarihi Berktay’ın anladığı gibi anlamıyor. Kolaya kaçıyor ve o güç dengesizliğine yaslanarak kendi gerçek zaafının üzerini örtüyor.