Issı, klasik milliyetçi teorilerin şablonları içerisine sıkıştırıldığında Kürt milliyetçiliğinin doğru anlaşılamayacağını, dolayısıyla bu milliyetçiliği kendi özgün koşulları içerisinde incelemek gerektiğini belirtir. Bunun için bir taraftan vatan, Osmanlılık, Kürtlük, İkinci Meşrutiyet ve adalet gibi kavramların Kürt düşünce dünyasındaki izlerine eğilir, diğer taraftan da Kürt milliyetçiliğinin mekân, tarih bilinci, tarih yazımı, din ve dil gibi temel öğelerini değerlendirir. Böylece Kürt milliyetçiliğinin, diğer milliyetçiliklerle benzeştiği ve ayrıştığı hususları ortaya koyar.
Kürt aydınları, Osmanlı’da diğer Müslüman halkların dışında yeni bir Müslüman Kürt kimliğini, dört temel üzerinden kurmaya çalışırlar: Ortak toprak (Kürdistan), ortak tarih, ortak dil ve din. Yeni Kürt kimliği oluşturmayı hedeflerken Kürt aydınları, evvela mevcut bir Kürt tipi üzerinden yola çıkarlar. Kürtler, onların yazılarında “zavallı, fakir, cahil ama dinlerine bağlı insanlar” olarak tasvir edilir. Cesurdurlar, savaşçıdırlar ama herkes tarafından da unutulmuş bir millettirler.
Devletin bile ulaşamadığı dağlık ve vahşi bir coğrafyada yaşarlar. Mizaçları serttir; bu sert mizaç, onları hem devlete karşı geri adım atmayan hem de devletin güvenliği için olmazsa olmaz kılan bir millet yapar. Doğu hudutları onlara emanettir, imparatorluğu korudukları için halife onlardan gurur duyar. Celadet Bedirhan, 1913’te Roj-î Kurd’de, Kürtlere “Hişyar Bin (Uyanın)” diye seslenir:
“Bugün altı milyondan fazla Kürt vardır, Kürtler gibi cesur kimse yoktur, onlar şan şöhret sahibidirler, nerede olurlarsa olsun kendilerini gösterirler… Bugün Kürtlerin bir tarihi yoktur. Kürtler geçmişte neye sahip olduklarını, kendi halkına ve İslam’a ne hizmetlerde bulunduklarını bilmiyorlar. Bugün Kürtlerin bir gazeteleri yoktur. Kendilerini eziyetten, hilelerden ve siyasetin desiselerinden koruyamıyorlar. Kürtçe okuma ve yazma yoktur. Bugüne kadar bir kişi kalkıp bir kitap yazmamıştır.” (s 54)
“Ülkelerini koruyor gibi göstererek Kürtleri yanımızda savaşmaya ikna edebiliriz”
Kürtler artık uyanmalı, vatanlarına sahip çıkmalıdırlar. Vatan, toprak sahipliği ile özdeşleştirilir. Evet, Kürtler cahil ve fakir olabilirler ama kendi topraklarında ve topraklarına bağlı olarak yaşarlar. Kürt aydınları, burada İdris-i Bitlisi’nin rehberliğinde 1514 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile Kürt aşiretleri arasında gerçekleşen Amasya Antlaşmasına büyük bir değer atfederler.
“Kürtler, Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi belgesi (Amasya Antlaşması) ile üzerinde yaşadığı topraklarda resmi haklara sahiptir. Başka bir deyişle, Kürt aydınları kolektif hafızayı araçsallaştırıp, ortak kültür ve toprağı siyasallaştırarak Kürt milletinin siyasal varlığının temellerini atmaya çalışmışlardır. Kuramsal olarak Kürt aydınının elinde Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu taşrasındaki Kürdistan, Kürtlerin vatanı haline getirilmiştir. Coğrafi alanın idraki ve bu bilincin halka itilmesinde neredeyse en belirleyici rolü, Kurdistan ismiyle 1898 yılında yayımlanan ilk Kürt gazetesi oynadı.” (s. 60)
İlk Kürt aydınlarının hemen hepsi Kürdistan’a dair yazılar kaleme alırlar. Gaye, geçmiş ile şimdi arasında bir sürekliliğinin varlığını ispat edip, yaşadıkları toprak parçasına ilişkin siyasal hak taleplerine meşru bir zemin sağlamaktır. Dün, bugün ve yarın arasında bir köprü kurulması için tarih araçsallaştırılır. İngilizler de I. Dünya Savaşı’nda Kürt aşiretlerini kendi taraflarında savaşmaya ikna etmek için aynı araçsallaştırma yöntemine başvururlar.
“Kürdistan, Kürtler için çok önemli olduğundan dolayı, ülkelerini ‘sözde’ koruyorlar gibi göstererek Kürtleri yanımızda savaşmaya ikna edebiliriz. Nasıl mı? Bedirhan Bey’in aydınlık dönemi ya da Selahaddin Eyyubi ya da İdris-i Bitlisi’yi anlatan, yani onların milli duygularını okşayacak bildirileri (…) bölgelerinde uçaklarla dağıtabiliriz.” (s. 61)
“Kürdistan Eyaleti”
Kürdistan, Kürtlerin vatanıdır ama Kürdistan neresidir? Kürt aşiretlerin hareketliliği ve bir Kürt devlet yapısının eksikliği nedeniyle Kürdistan’ın nerede başlayıp nerede bittiği hiçbir vakit kesin olarak saptanamaz. Seyyahlar açısından da Kürdistan’ın sınırları hep belirsiz kalır, ama yine de Kürdistan “Kürtlerin yaşadığı bölge” şeklinde tarif edilir.
Kürdistan’a ilk idari isim, Selçuklular tarafından verilir. Kürdistan’ın hudutları ilk defa 1729’da İstanbul’da basılan bir haritada gösterilir. İlk resmi Kürdistan yönetimi, 1847’de “Kürdistan Eyaleti” adı altında Osmanlı İmparatorluğu döneminde ilan edilir. Günümüzde Kürt milliyetçilerin kullandığı “Kuzey Kürdistan” ve “Güney Kürdistan” kavramlarına da ilk kez 1924’te Batılı devletlerin resmi belgelerinde rastlanır.
Osmanlılar da Batılılar gibi Kürdistan’ın hudutlarını tayin etmekte güçlük çekerler. 1909’da Osmanlı Meclis’inde Kürdistan’ın idari örgütlenmesi konuşulurken, bu belirsizlik birçok tartışmaya neden olur. “Kürdistan neresidir? Hudutları nerede başlar nerede son bulur?” sorularına aranan cevaplar, mebusların bu konuda ne kadar az bilgi sahibi olduğunu gösterir. Oturuma katılan hiçbir mebus, Kürtler de dâhil, bu suale tatminkâr bir yanıt veremezler. Mebuslar tek bir noktada mutabık kalırlar: “Kürdistan, Anadolu’nun bir parçasıdır ve Doğu’dadır.” (s. 78, 129. dipnot)
“Kürdüm ama mademki Türkiya vatandaşım, her şeyden evvel Türküm”
Osmanlı Kürt aydınları, Kürdistan’ı Osmanlı’nın dışında düşünmezler ve bu nedenle vatanlarından söz ederken çifte “vatan-weten” kavramına müracaat ederler. Kurdistan gazetesiyle başlayan ve I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar devam eden bu vatan-weten kalıbı, Kürtleri Osmanlı’ya bağlar.
Bir Osmanlı Kürdü’nün üç kimliği ve koruyacağı üç “vatan-weten”i olur: Önce, Müslümandır; halifenin vatanını-wetenini korur. Ardından, Osmanlıdır; Osmanlı’nın vatanını-wetenini korur. Ve nihayetinde Kürt’tür; Kürt’ün vatanını-wetenini korur. Abdullah Cevdet’in satırlarında, bu çok kimlikli hal sarih bir biçimde anlatılır:
“İşte bakın ben kürdüm. Kürdleri ve Kürdlüğü severim. Fakat mademki hukuk ve vezaifçe mütesâvi Türkiya vatandaşlarındanım, her şeyden evvel Türküm. Benim Şiiliğim, Sünniliğim, mütekidliğim (inancım), hürendişliğim (gözlerimin büyüklüğü), ırkı-ı asfer veya beyazdan (sarı veya beyaz ırktan) oluşum hususi ve fenni işlerdir. Benim bu sözümden, mademki Türkiya vatandaşıyım Kürd lisanı unutulsun, Kürdlüğüm unutulsun dediğim anlaşılmasın. Bilakis, Kürd Kürdçesini, Ermeni Ermenicesini hars-ü ihya etsin. Bundan Türkiya’ya mazarrat geleceğine zahib olan ancak bal kabak kafalı, yahud hain ruhlu kimselerdir… Önümüzde kana ve gözyaşına batmış bir memleket görüyoruz. Ağlayanların kanayanların milletini soracak ondan sonra merhamet hislerimize kumanda verecek adamlar değiliz… Maksat zayıflamaksızın birlik olarak refah sahibi ve hür olmaktır. Bu maksada giden her yol bizce makbul ve mübarektir.” (s. 87)
Osmanlı’nın vatan ve vatanın da Osmanlı yerine kullanılması Yeni Osmanlılar tarafından üretilir, akabinde Jön Türkler tarafından politize edilir. 1908’e gelinceye kadar Kürtler arasında modern örgütlenmeler görülmez. Dönemin modern eğitim sistemleri içinde yetişen birçok Kürt aydını Jön Türklerin safında olduğundan, onlar da Osmanlı ile vatanı eşitleyen bu kuramsal çerçeveyi kabul eder.
“Ey Kürdler, vatanınızı seviniz”
Ancak zamanla Osmanlılık yerine Türklük vurgusunun artması, Kürtleri rahatsız eder. Aslında Türklük kavramının siyasal arayışların merkezine konmasının tarihi eskidir. Daha 19. yüzyılın ikinci yarısında Namık Kemal’in, İslam ümmeti olarak karakterize ettiği Türkleri “Cihanın hocası” ve vatanı da “Türklerin yurdu” olarak niteleyen yazıları, eserleri mevcuttur. İttihat ve Terakki iktidarıyla bu minvaldeki işaretlerin artması Kürt aydınlarının kafasının daha fazla karışmasına neden olur.
Mesela İkinci Meşrutiyet’in önemli simalarından Xelîl Xeyalî, vatan-weten’in Osmanlı İmparatorluğu ile aynı olduğunu düşünenlerle hemfikir olduğunu söyler. Fakat ona göre, eğer Osmanlı vatan-weten’i Kürtlerin çoğunluğunda bir sukutuhayale sebep olursa, o vakit Kürtler de kendi yoluna gider, onların yaşadığı coğrafya siyasallaşır ve “Kürt vatanı” olarak anılmaya başlanır. Binaenaleyh, Osmanlı yönetimi, II. Abdülhamid istibdadında olduğu gibi Kürtleri kendinden uzaklaştıracak davranışlardan kaçınmalıdır.
“Kürdler, Osmanlı halkları arasında büyük bir unsurdur. Dindarlık, yiğitlik cömertlik ve üstünlükle vasıflandırılmışlardır… Fakat İstibdad Hükümeti, bizim yiğitliğimizi, yeteneğimizi, zekâmızı inkâr etti. Kendi çıkarını bizim anlaşmazlığımızda gördü. Biz de bilgisizliğimizden sözlerine uyduk, evlerimizi barklarımı yıktık, babalarımızın ve dedelerimizin ruhunu üzdük ve o zalimlerin gönlünü sevindirdik. Bu hallerden ibret alalım. Araplar, Türkler, Arnavutlar gibi çalışalım, öz cevherimizi gösterelim.
“Soylu Arnavutlar nasıl yüz yıllık kan davalarını bıraktılar, birbirlerine kardeşlik elini uzatarak öz değerlerini ve yaradılıştan gelen yiğitliklerini ortaya koydularsa, biz de onlar gibi kan davalarını kaldırıp kardaş olalım. Kürdlüğün şerefini koruyalım, can ve malımızla vatanı korumaya çalışalım. Ey Kürdler vatanınızı seviniz. Çünkü vatan sevgisi imandandır.” (s. 98)
“Kürtler, hiçbir şefkatli yönetimin yüzünü göremediler”
20. yüzyılın başında siyasi hayat hızlı akar. İlk Kürt gazetesinin yayınlamasının üzerinden geçen yirmi yıla II. Meşrutiyet, parlamento deneyimleri, 1909 Olayları, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı gibi hadiseler sığar. Sıcak politik arenadaki tecrübeleri Kürtleri, yirmi yıl önceki çizgilerinden farklı bir çizgiye çeker. Modern ve örgütlü Kürt güçlerinde, Osmanlı birliğini bir kenara bırakıp bağımsız Kürt devletini savunan radikal fikirler yeşerir. Issı, 1918’i, resmi Kürt tarih tezinin yazımının başlangıç dönemi ve radikal Kürt milliyetçi hareketinin doğum tarihi olarak mimler.
Kürt aydınları, Kürt milletinin uyanışı için tarihe büyük bir rol biçerler. Abdullah Cevdet’in deyimiyle “asrımıza yakışan bir tarih”, hem mevcut Kürt milletinin varlığının bir nişanesi olur hem de Kürtleri uzak geçmişlerine bağlar. Ehmedê Xanî’nin Mem û Zîn adlı mesnevisi, bu bağlamda, inşa edilmeye çalışılan Kürt milletinin kolektif hafızasının hizmetine koşulur. Kurdistan’ın sayfalarında, Ehmedê Xanî Kürt milliyetçiliğinin ilk ideoloğu ve Mem û Zîn de yasak bir aşkın gölgesinde Kürt beyliklerinin birliktelikleri fikrini işleyen bir eser olarak resmedilir. Keza Selahaddin Eyyubi de sıklıkla anılır ve Kürtlerin -sanıldığının aksine- şanlı geçmişe sahip bir millet olduğu vurgulanır.
Kürt millet kimliğini oluşturma yolunda Kürt aydınları, Kürtlerin ve Kürdistan’ın bilinçli bir biçimde geri bıraktırıldıkları düşüncesine de sıklıkla başvururlar. Cumhuriyet’in kuruluş döneminde Türkçülük’e demir atan Diyarbekir’li Süleyman Nazif, Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi’nde, “mensup oldukları toplumsal kuruma yalnız el emeklerini ve alın terini değil kanlarını da sunmaktan hiçbir zaman çekinmeyen” Kürtlerin kalkınmadan bilinçli olarak mahrum edildiğini çok güçlü bir dille ifade eder:
“Kürdler, kendi tercihleriyle Osmanlı yönetime katıldıkları günden beri hiçbir şefkatli yönetimin yüzüne göremediler. Kişinin zaman ve tutumuna bağlı olan bazı istisnai dönemler bir yana bırakılırsa, Kürdlerin şu dört yüz yıl içinde gördükleri zulüm ve hakaretten başka bir şey değildir…
“Doğanın ve hükümetin o zalimce şiddetlerine sürekli olarak uğrayan çaresiz Kürdlerin bugüne kadar ne hastalarına bakacak hekimleri, ne de haklarını savunacak hâkimleri vardır. Ne kulübeden oluşan köylerini birbirlerine bağlayacak yolları, ne okulları, ne hastaneleri, özetçesi bu dünyadaki varlığını yüceltme ve refah içinde geçmesini sağlayabilecek kurum ve kuruluşları, hiçbir şeyleri bugüne kadar düşünülmedi. Kürdler, yönetimin gözünde vergi vermekle yükümlü bir sürüden başka bir şey değildi. Vergi veren ve askerlik yapan bir sürü!” (s. 125)
Kürt tarihi yazımı, ilk etapta Kurdistan, Hetaw-î Kurd ve Jîn gibi gazete ve dergilerdeki makalelerle ilerler. 1924’te bir adım daha atılır; Süleymaniye kökenli Halep milletvekili Şeyh Hüseyin tarafından Le Kurdistan et les Kurdes (Kürtler ve Kürdistan) isimli bir kitap hazırlanır ve basılır. Bütün yazılarda, raporlarda ve anlatımlarda Kürtlerin bölgedeki varlığına veya bu varlığın meşruiyetine dair bir tartışma yürütülmez. Üzerinde durulan konu, bir Kürtlük bilincinin oluşturulması ve Kürtlerin politik birliğinin sağlanmasıdır.
“Kürtler aklınızı başınıza devşirmelisiniz”
Radikal Kürt milliyetçiliği, bu dönemde karşısında Ermeni milliyetçiliğini bulur. Zira her iki taraf da bağımsız bir devlet kurmanın peşindedir ve her iki tarafın da kendi bağımsız devletleri için düşündükleri yer aynıdır. Haritaları birbirinin kopyası gibidir. Tarafların büyük ölçüde aynı toprak parçaları üzerinde hak iddia etmeleri onların ortak yol bulma ve müzakerelerle meseleyi halletme ihtimallerini ortadan kaldırır.
Milliyetçiler birbirlerinden öğrenirler. Kürt milliyetçileri de rakiplerini taklit ederler; çetin mücadelede öne geçmek için Ermeni milliyetçilerinin kullandığı bütün araçları (nüfus tabloları, bölge haritaları, diplomatik ilişkiler, vb.) onlar da kullanırlar. İlkin kendi varlığını ispat ve tahkim için gösterilen çabalar, zamanla ötekinin varlığını inkara veya küçümsemeye dönüşür. Gerek siyasi mücadelenin sıcaklığı ve gerek tarihten gelen Rus/Ermeni korkusu (kutsal İslam topraklarının bir Hristiyan devlete geçmesi), Kürtler ile Ermenilerin ortak siyasal örgütlenmeler yaratmalarını imkansızlaştırır, aksine aralarındaki mücadeleyi daha da keskinleştirir.
Sıradan bir Kürt, Batılı devletlere büyük bir şüpheyle bakar, onlara güvenmez. Avrupalıların dindaşları olan Ermenileri kollayacaklarını, ehemmiyet vermedikleri ve unuttukları Kürtleri ise sahadan süreceklerini düşünür. Girit’i Müslümanların elinden alıp Hristiyanlara teslim eden Batılıların, Kürtlerin topraklarını da Ermenilere peşkeş çekecekleri korkusunu yüreğinde duyar. Kurdistan’daki yazılarda, bu korku derinden işlenir:
“İşte bunun için siz Kürtler aklınızı başınıza devşirmelisiniz. Eğer kendi farkınıza varmazsanız, kendinize gelmezseniz, çok geçmeden Girit’te olanlar sizin de başınıza gelecektir. Yazık değil mi Kürtler, kadınlarını ve çocuklarını Rus askerlerinin ellerinin altına görsünler? Moskoflar, ağızlarını açmışlar ve bir gün gelip sizin ülkenizi elinizden alırlar.” (s. 139)
“Kadınları silahlandırmak zorunda kalsam bile buna izin vermem”
Batılıların Ermenilerin yanında durması, Kürt ileri gelenlerini Ermenilere karşı hep teyakkuzda tutar. Mesela Kürt dilindeki “welat/vatan” kavramını ilk kullanan Hecî Qadirê Koyî, “Xakî Cizîra Botan” şiirinde, Berlin Antlaşması sonrası “willati Kurdan”ın (Kürt vatanının) bir Ermenistan toprağı olacağı tehlikesini dillendirir.
Kurdistan’da, zavallılıktan kurtulmayan Kürtlerin eninde sonunda topraklarını da kaybedeceğinin ve büyük devletlerin Kürdistan’ı Ermenilere vereceklerinin altı çizilir:
“Ey Kürt halkı! Bir kendinize bakın, bir de komşunuz Moskoflara. Kürtler bin sene evvel ne idilerse şimdi de aynıdırlar. Komşularınız beceriklilikleriyle kendi devletlerinin sahibi olacaklar. Kürt ise mazlum ve zavallı kalmıştır. İşte bu yüzden Büyük Devletler, bütün Kürdistan’ı Ermenilere verecekler.” (s. 153)
Gücünü II. Abdülhamid’in bile dikkate almak zorunda kaldığı Şeyh Ubeydullah, Ermenilere karşı gerekirse kadınları bile silahlandıracağını söyler:
“Bu duyduklarım da ne, Ermeniler Van’da bağımsız bir devlet kuracaklarmış ve Nesturiler de kendisini İngiliz tebası ilan edip İngiliz bayrağını yükselteceklermiş. Kadınları silahlandırmak zorunda kalsam da buna asla izin vermeyeceğim.” (s. 150)
Kurdistan’ın başyazarı Abdurrahman Bedirhan, Ermenilerin Kürtlerin temiz vatanına göz diktiğini belirtir:
“Ermenilerin, Osmanlı bütünlüğünden ayrılarak, Kürtlerin temiz vatan olan Kürdistan’ı her ne pahasına olursa olsun kendilerine dolaşım yeri durumuna getirmek istedikleri ve bu yolda nasıl çalıştıkları, Avrupa’da neler yaptıkları, Kürdistan’da nasıl haydut çeteleri gezdirdikleri, saf köylülere ne yolda bozgunculuklar aşıladıkları tarafımdan tek tek bilinmektedir.” (s. 151)
Kürtlerdeki “coğrafi mekân kaybı” korkusu, Kürt-Ermeni ilişkilerinde çok belirleyici olur ve haddinden ağır bir menfi tablo ortaya çıkartır.
* Murat Issı, Kürt Milliyetçiliği: İlk Kürt Gazetelerinde Siyasal Kavramlar ve İslam (1898-1918), Peywend Yayınları, Van, 2021.
Perspektif, 13 Mart 2022
https://www.perspektif.online/kurt-milliyetciligi-1-kurdistan-dogudadir/