Aslında yazımın başlığı “Ey Nolan, sen kimsin!” olacaktı fakat bu çok saygıdeğer mecrada yazdığımı hatırladım ve kimse okumasa da burada yazan çok sevdiğim hocalarımın beni okuduğunu bilerek utandım vazgeçtim.
Ortadoğulu zavallı bir filmci olarak, Hollywood’un yaşayan en büyük yönetmenlerinden birine, Christopher Nolan’a son filmi “Tenet” üzerinden haddini bildirmek istiyorum ve bunun için de en az onun kadar efsane iki yönetmeni kullanıyorum. Biri “Gerekeni Yap!” (Do the Right Thing – 1989) filminin senaristi ve yönetmeni Spike Lee; diğeri “Kurtların Yetiştirdiği” (Raised By Wolves – 2020) dizisinin yapımcılarından ve yönetmenlerinden Ridley Scott. Tam bir Ortadoğulu sinsiliği benimki.
Ortadoğululuğumuzu ve aramızdaki farkı vurgulamayı seviyorum. Fransızlar sinemayı icat ettiğinde burada resim yasaktı; öyle düşünün. Avrupa’da resim sanatı versus Ortadoğu’da resim sanatı diyelim, meselenin köklerini ve aradaki farkı anlayabilmek için. Derviş Zaim’in 2007 yapımı “Cenneti Beklerken” filmini seyredin mesela, yetenekli ressamların sadece minyatür yapabildiği zamanları anlatır. Türkiye’nin film bütçelerini ve Hollywood’un film bütçelerini kıyaslayalım dediğimizde gülmekten konuşamayız. Sadece “Avengers” serisinin son iki filminin bütçesi 1 milyar dolar, Türkiye’de çekilmiş en pahalı filmin bütçesi -en abartı rakamla söyleyecek olsam- 4 milyon dolar (7,5 liradan hesapladım) civarıdır. Arada uçurumlar ve neredeyse onlarca yıl varken buradan oraya doğru herhangi bir Hollywood filmi veya dizisi eleştirisi yapmak bana biraz komik geliyor açıkçası. Bir aşağılık kompleksi gibi görünüyor bu söylediklerim, kusura bakmayın, çünkü çok aşağıdayız. Tabii film eleştirileri yazanlara ve film çözümlemesi yapanlara falan çok saygım var, herkes istediği kadar yazıp çizebilir. Ama ben çok sıkılıyorum o kibirli kuramsal yazıları okumaya çalışırken. Dikkatli yazmak gerekiyor, çünkü çok şükür, bu internet çağında hepimizin bütün dünya sinemasına erişimimiz var seyirci olarak. En azından şimdilik.
Tenet için uzun bir değerlendirme yapamayacağım açıkçası. Nolan tabii ki çok büyük yönetmen ama artık dizi çekmeye mi başlasa diyorum. Filmlerden yorulmuş olabilir. Sanki bizi şaşırtmaya devam etmek için zorlamaya başladı. Zamanda yolculuk meselesi ile ilgili o kadar şahane film varken, tek buluşun filmi geriye sarmak mı oldu Sayın Nolan? Gerçi en başta dürüstçe bilim insanı karakterine söylettiriyor; “Bunun nasıl olduğunu anlamaya çalışma, hissetmelisin…” diyor başrol oyuncusuna. Ve tabii bize de mesajı veriyor. Ağır sanat filmlerinde kendimizi bir şiire bırakır gibi hissetmeye bırakabiliriz, evet. Ama Tenet’i seyrederken Nolan’ın önceki filmlerindeki gibi hem harika aksiyon sahneleri, hem de teorik de olsa bilimsel bir zemin ve tutarlılık bekliyoruz. Gerçi arada “Dunkirk” (2017) adında şiir gibi bir film yaptı ama bu filmin vaadi o değildi. Yine olağanüstü sahneler var, yine harika aksiyon görüntüleri var. Ama o kadar. İçine biraz zaman yolculuğu hikayesi katılmış bir James Bond filmi bu.
Mesela çok ilgimi çeken şey, kahramanlarımızın Pentagon’un mimarisine benzer bir havalimanını ele geçirmek için bir uçakla saldırma planı yaparken bunun altını da kalınca çizerek operasyonun başına Mahir adında bir Arap karakteri getirmeleri oldu. Bu bir pekiştirme çalışması mı, basit bir gönderme mi anlayamadım. Pentagon gibi bir binaya uçakla girmemiz gerekiyor, tabii bunu en iyi sakallı bir Arap olan Mahir yapabilir gibi. Bu büyük yönetmenlerin ne düşündüğünü anlamak giderek zorlaşıyor.
Tenet’i unutun; size Ridley Scott’un içinde olduğu 10 bölümlük HBO işi “Kurtların Yetiştirdiği” dizisinden bahsedeyim. Olaylar Kepler 22-b gezegeninde geçiyor. Dünya 2146 senesinde dinlilerle dinsizler arasındaki büyük savaş sonucu yok olmuş. Gezegen yok olmadan az önce dinsizler, uzun bir yolculuk olacağından, bir kapsüle iki tane androidle beraber bir miktar dondurulmuş insan embriyosu koymuşlar, Kepler’e doğru yollamışlar. Androidlerin birinin adı Anne diğerinin adı Baba. Görevleri de dinleri ve mitleri hiç karıştırmadan insanların o gezegende bir medeniyet kurmalarını sağlamak. Ama dinliler topluluğu da boş durmamış; onlar da bir uzay gemisine bir miktar insan koyup uyutmuşlar ve tabii aynı gezegene göndermişler.
Dinin kültüre ve insan topluluklarının yaşantısına etkisi malumumuz. Gezegeni yok eden dini hiç işin içine karıştırmamak mümkün müydü diye soruyoruz hep beraber. Dizideki dinlilerin inandığı din, seyirci olarak bakınca biraz tuhaf geliyor. Ama kurgusal bir din olduğu için değil aslında. Şu anda yaşadığımız çağda da bütün dinlere inananlar diğer dinlerin inananlarına bakıp aynı şekilde bu inançları tuhaf karşılamıyor mu?
Bir gün reenkarnasyona inanan bir arkadaşım daha önce başka bir galakside enkarne olduğunu söyledi ve hattâ galaksinin adını da verdi. Topluluğumuzun çoğunluğunun inandığı dine mensup diğer arkadaşım istihza ile gülümsedi. Reenkarnasyon mümini, diğer mümin arkadaşa dönüp;
“Senin inancına göre bazı meleklerin yedi yüz bin kanadı olduğu söyleniyor ve sence buna inanmak tuhaf değil, ama benim ruhumun geldiğini söylediğim galaksi seni tebessüm ettiriyor, güleceksek senin bol kanatlı melek inancına da gülelim mi?” dedi ve hep beraber gülümsedik. İnançlarımız yüzünden tartışacak değiliz. Tartışmamalıyız, değil mi?
Tarantino “Soysuzlar Çetesi”nde (Inglourious Bastards – 2009) hatırlarsanız Hitler’i Amerikalı asker kahramanlarına öldürttü. Son filmi “Bir Zamanlar… Hollywood’da”nın (Once Upon a Time… in Hollywood – 2019) bir sahnesinde de Brad Pitt’in canlandırdığı Cliff Booth karakterine Bruce Lee’yi dövdürttü. Bazı şeyler yalnızca filmlerde olabiliyor sevgili Quentin, haklısın. Sözü Bruce Lee’ye getireceğim de Tarantino’ya da bir selam vereyim dedim.
Murat Menteş son kitabı Derde Deva Randevu 2 için Bruce Lee ile röportaj yaparken sorar;
“Bildiğim kadarıyla Tanrı’ya da dinlere de inanmıyorsunuz. Gelgelelim sürekli maneviyattan bahsediyorsunuz. Bu bir çelişki değil mi?”
Felsefe mezunu, Kung Fu ustası ve Hollywood oyuncusu Bruce Lee cevap verir;
“Dünyada bir tek din olsaydı… belki inanabilirdim.”