Sekiz yıldır hapiste olan Selahattin Demirtaş’ın eşi Başak Demirtaş’ın Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nin (DEM) İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı olarak gösterilmesi ihtimali sol ve sosyal demokrat çevrelerde belirgin bir sinirliliğe yol açtı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in canı sıkılsa da gösterdiği “hakkıdır, haklarıdır” şeklindeki sakin değerlendirme aşağı doğru gidildikçe zıvanadan çıkmış tepkiler biçimine büründü. Tabii “Erdoğan’la anlaştılar”, “Kandil böyle istedi”, “Kandil Demirtaş’ın yeniden sahneye çıkmasını istemez ama mecbur kaldı, çünkü böyle buyurdu ABD” vb. izah çabaları da peşinden sökün etti.
“Demirtaş bu hamleyi hapisten çıkmak için yaptı” suçlamasını geçiyorum; Selahattin Demirtaş gibi birinin böyle şeylere tevessül edebileceğini düşünenler benzer durumda kendinde böyle bir şeye tevessül etme istidadı görenlerdir.
Öbür izah çabalarını da geçiyorum; bunlarda zinhar hiçbir doğruluk payı olamaz diye değil, değerlendirme için elimizde hiçbir olgusal bilgi olmadığından dolayı…
Fakat DEM’in İstanbul’da aday çıkarması, hele hele Başak Demirtaş gibi güçlü bir aday çıkarması ihtimalinin muhalif kanaat önderlerinde yol açtığı telaş gayet somut ve bunu tartışabiliriz. Bu telaş kendini, Kürtlerin ve Demirtaş’ın “otoriter iktidara karşı direnmeye çalışan demokrasi ve özgürlük cephesine ihaneti”ne dair yazılar, görüşler şeklinde ortaya seriyor.
Çözüm Süreci’nde ve üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılmasında da…
Bu telaşı Çözüm Süreci döneminde de yaşamıştık… Süreç devam ederken önce Gezi direnişi, ardından 17-25 Aralık yaşanmış, Erdoğan bu gelişmelerden ürkerek zihniyet kodlarında zaten var olan otoriterliğe yönelmeye başlamış, o andan itibaren de süreci desteklemekte olan liberaller ve liberal solcular Kürtleri suçlamaya başlamıştı: Kürtler, böyle bir iktidarla Çözüm Süreci görüşmelerine devam ederek kendi dar çıkarları için demokrasinin iğdiş edilmesine razı oluyor, demokrasi ve özgürlük cephesine ihanet ediyordu.
Etyen Mahçupyan o günlerde bu tutumu eleştirmek üzere kaleme aldığı bir yazısında şu tespiti yapmıştı:
“Aydınların şu gerçeği içselleştirmesi lazım: Kürt meselesinin çözümü Kürtlerin tatmini ile bağlantılı ve o toplumun isteklerinin ille de aydınların kafasındaki demokratik düzenle çakışması gerekmiyor.”
Aslında bugün yaşamakta olduğumuz meselenin özü de bu tespitte yatıyor: Muhalif aydınlar, başkalarının tatminini kendi tatminleri kadar ‘kıymetli’ görmüyorlar ya da başkalarının tatmininin de ‘kıymetli’ olabilmesi için o tatminlerin kendi tatminleriyle uyumlu olması gerekiyor.
Aydınlar, geçmişte benzer bir ‘telaş’ı dindarların kendi tatminlerine dair talepler karşısında da ortaya koymuştu. (Dindarların henüz ‘mağdur’ konumda olduğu dönemlerden, mesela dindar kadın öğrencilerin üniversitelere başörtüleriyle giremediği dönemlerden söz ediyoruz.)
2008’de üniversitelerde başörtüsü sorununu çözmeye yönelik hamle karşısında alınan tavır mesela…
O yıl AK Parti ile MHP anayasa değişikliğinde anlaşıp da üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırdığında, o âna kadar yasağa karşı olan bazı aydınlar şaşırtıcı bir kampanyaya başlattı: Yasağa yine karşıydılar, fakat değişikliğin yalnızca başörtüsü yasağıyla ilgili olmasını kabullenemiyorlardı… Bunu ancak, bütün baskıları kaldıracak bir anayasa değişikliği paketinin parçası olarak benimseyebilirlerdi…
Milliyet, haberi şöyle vermişti:
“AKP’nin MHP ile ittifak yaparak, üniversitelere türban serbestliği getiren Anayasa değişikliği ve yasal düzenlemelere girişmesi, bunu yaparken AB sürecinde gerekli diğer demokratikleşme adımlarını dışlaması, başından beri bu partiyi desteklemekte olan liberal kesimin ilk kez AKP’ye tavır almasına yol açtı.”
Aynı düşünce ve ruh iklimi…
Doğrusunu isterseniz, 2008’deki “yok öyle tek başına başörtüsü serbestisi” tavrıyla, Kürtlere yönelik bugünkü “var mı öyle kendi tatmininin peşinde koşmak” tavrının aynı düşünce ve ruh ikliminden kaynaklandığı kanaatindeyim.
2008’deki aydın rahatsızlığının, mesela sadece Yüksek Öğretim Kurumu’nun (YÖK) kaldırılması yönünde bir anayasa değişikliği hamlesinde ortaya çıkmayacağını düşünürseniz, mesele daha iyi anlaşılır: Hiç şüpheniz olmasın, o zaman “Olmaz öyle şey, üniversitelerde yıllardır süren utanç verici başörtüsü yasağı yerli yerinde dururken sadece YÖK’ün kaldırılmasına yönelik bir anayasa değişikliği kabul edilemez” denmeyecekti.
Bugün Kürtlerin, seçtikleri belediyelerin kayyumlarla yönetilmesi, başta en sevdikleri siyasetçi Demirtaş olmak üzere binlerce Kürt siyasetçinin olur olmaz suçlamalarla cezaevinde tutulması gibi yakıcı sorunları var ve bunların tatmini onlar için öncelikli. Peki, bu böyle diye onlara kızabilir miyiz? İstanbul’da Başak Demirtaş’ın adaylığını ilan edip, onun alacağı yüksek oyları Selahattin Demirtaş’a reva görülene tepki olarak sunmalarını “kendi dar çıkarları için demokrasiyi satıyorlar” diye yorumlayabilir miyiz?
Bu talepler muhalif kanaat önderleri için önemli ve anlamlı olmayabilir, fakat Kürtler için en önemli ve en anlamlı taleplerse, buna rağmen onları daha ‘büyük’ ve ‘soylu’ talepler etrafında toplanmaya, yani CHP adaylarını desteklemeye çağırmak ne kadar adil ve ahlaklı olur?
Son olarak: 31 Mart seçimlerinin -İstanbul’un büyük önemine rağmen- bir yerel seçim olduğunu unutmayalım. Seçim sonuçları ülke yönetimini değiştirmeyecek. Ülke yönetimini değiştirecek seçimlerde Kürtlerin nasıl davrandığı ise hafızalarda henüz çok taze.