Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKuşlar öldüğüyle kalmasın!

Kuşlar öldüğüyle kalmasın!

“Gullibility”, kelime anlamı olarak ahmaklık gibi algılansa da psikolojide daha çok bir eğilimi ifade eder. Malumlarınız üzere Pençe-Kilit Operasyonu kapsamında metan gazından 12 gencimizi göz göre göre yitirdik. İktidara yakın basın ve yayın temsilcileri “şehadet” kavramının arkasına sığınırken bir kısım muhalif kesim ise bunun terör örgütünün tuzaklı bir eylemi olduğunu ileri sürüyor. Biri açılım süreci sekteye uğramasın diye uğraşırken bir diğeri sekteye uğrasın ki gerçek su yüzüne çıksın diye çabalıyor. Kısacası bu konuda da “Gullibility Effect” ivmesine devam ediyor. Üstelik muhalefetin Şehit 12 askerimizle ilgili Meclis'e verdiği soruşturma önergesi AK PARTİ ve MHP’nin oyları ile reddedildi!. Yani evlatlarımız öldüğüyle kalsın, öyle mi?

İş insanı Murat Ülker kişisel web sitesi “muratulker.com”da, “İnançlı mısınız, neye inanıyorsunuz, niçin inanıyorsunuz, nasıl inandınız?” başlıklı bir yazı kaleme almış.

Kendisi özellikle takip ettiğim biri değil; tesadüfen vakıf oldum.

Ülker yazısında psikolojide kullanılan “Gullibility” (Ahmaklık) kavramını özetlemiş.

Bu kavramı irdelerken de Daniel Kahneman ve Daniel Gilbert gibi birçok psikoloğun çalışmalarından yararlanmış.

Şahsen yabancısı olduğum bu mecraya dair verilen bilgilerden fazlasıyla faydalandım diyebilirim.

En azıdan bu konuda bazı okumalar yapmama vesile oldu.

Gullibility”, kelime anlamı olarak ahmaklık gibi algılansa da psikolojide daha çok bir eğilimi ifade eder.

Saflık, daha doğrusu kolay aldanmak daha yerinde bir kavram gibi…

Psikologlar “saflık” nedenlerini birçok olguya dayandırıyor.

Bunların en başında gelenlerden birinin “konfor” olduğu belirtiliyor.

Zira bir şeyi analiz etmek zaman ve enerji ister.

 Oysa sezgisel bir yaklaşımla duyduğumuz bir mesajın doğruluğuna karar vermek daha kolaydır.

Ülker bunu “Sorgulamak emek ister; düşünmek zaman alır; şüphe cesaret gerektirir. Var olana inanmak ise kolaydır, hızlıdır, rahatlatıcıdır,” şeklinde çok güzel özetlemiş.

Sezgisel düşünce sonucunda da “Popülist retorik”in devreye girmesiyle “biz” ve “onlar” ayrımının keskinleşmesine dikkat çekmiş.

Çünkü popülist bireyler, sezgilerine güvendiklerinden “doğru” için bir analitik çabaya girmezler; bir şeyi doğru hissetmeleri yeterlidir.

Sezgisel yaklaşımda grup kimliği de önem kazanır.

Bir şeyin kendi grubumuzdan veya gruba dâhil bir üyeden gelmesi, gelen şeyin bilinçaltından doğru olma ihtimalini artırır.

Kalabalığın inandığına inanmak zamanla zihinde bir kural haline gelir.

Öte yandan, başka bir gruptan gelen bilgilere şüpheyle yaklaşma ihtimali daha da yüksektir.

Hele de bilgi, grubu temsil eden güçlü şahsiyetten geliyorsa…

Bahçeli’nin Öcalan’a “TBMM’de konuşsun, terörün bittiğini, örgütün lağvedildiğini haykırsın!” çağrısının bir an için Özgür Özel tarafından yapıldığını düşünelim!

MHP seçmeninin dünyayı Özgür Özel’in başına yıkacağı konusunda herhalde bir şüphemiz olmazdı.

Sunu da belirtmeden geçmeyelim; “ahmaklık” ve “aptallık” aynı şeyler değildir.

“Aptal” zekâ veya anlayış yoksunu iken “ahmak” sezgisel konforuna yenik düşüp aklına vâsi tayin ettirendir.

Sezginin mantıkla bir işinin olmadığını, duygulardan ve aidiyet hislerinden beslendiğini ayrıca unutmayalım!

Her gün, her an maruz kaldığımız bir sürü haber kaynağı, sosyal medya, pazarlama mesajı ve reklamlar dâhil sezgilerimizi yönlendiren onlarca saik var.

Böyle olunca da başkalarının düşüncelerimizi ve dolayısıyla aldığımız kararları manipüle etmesi kaçınılmaz olur.

Nedeni, tanıdık gelen insanlara güvenme ve yanlış olsalar bile onlara inanma eğiliminin ağır basmasıdır.

Bu kez devreye komplo teorileri girer.

Bunun sebebi de insanlarda gerçeğin gizlenmiş olduğuna dair oluşan sezgisel bir kanaattir.

En tehlikeli süreç ise “ahmaklık” ın bireysellikten çıkıp toplumsal bir boyut alması halidir.

Ayrıca “Gullibility effect”i doğrudan eğitime endekslemek de yanlıştır.

Eğitimle ilişkili olduğunu iddia ettiğinizde Fetullah Gülen hadisesini veya bazı tarikat olaylarını hiç açıklayamazsınız.

Böyle bir durumda onca akademisyeni, doktoru, mühendisi, hâkimi, savcıyı, avukatı, subayı, öğretmeni vs. nasıl çözümleyecek veya nereye oturtacaksınız?

Trump’ı ikinci defa seçtiren de budur.

 Üstelik “Gullibility effect” her alana yayılmış durumda.

Mesela bir yolsuzluk olayı karşımıza çıktığında, olayın analizinden çok yapanların kim olduğu daha çok ilgimizi çeker.

Zira sezgilerimizle, daha doğrusu aidiyet hislerimizle şekillendirdiğimiz “biz” ve “onlar” ayrımı devreye girer.

Örneğin CHP’li belediyelere yönelik hız kesmeden devam eden soruşturmalar…

Dosyayı incelemeye bile gerek yok; kesinlikle yapmışlardır(!)

Ya da Leman Dergisi’ne yöneltilen eleştiriden Misvak Dergisi’ni beri tutmak…

Hukuk alanındaki etkisi ise hiç de yabana atılır gibi değil.

Gazeteci Timur Soykan’ı “darbe” sözcüğüyle gözaltına alıp Yeliz lakaplı AK Parti eski milletvekili Ahmet Hamdi Çamlı’yı “kanlı darbe” sözcüğünden ve de her türlü eyleminden layüsel tutmak “hukuki yorum farklılığı” ile açıklanabilecek bir durum mudur?

Bu düpedüz “Gullibility effect”’in hukuktaki görünen yüzüdür.

“Gullibility effect”’in en etkili olduğu asıl alan ise inanç dünyasıdır.

Cübbeli Ahmet Hoca’nın “Ezan okunurken başparmaklarımızı şehadet kısımlarından öpüp göz kapaklarımıza sürmek, göz hastalıklarından korur,” deyip sonrasında katarakt ameliyatını paylaşarak binlerce şifa dileği alması en güzel örneklerdendir.

Sosyo-politik aladaki bu etki ise iktidarları dahi değiştirecek güçtedir.

28 Şubat ve devamında başörtüsü konusunda bir bardak suda koparılan fırtınanın sonuçlarını hep birlikte gördük.

Dönemin Cumhurbaşkanı’nın eşinin elini sıkmamak için köşe bucak kaçan general ile yine dönemin Başbakanı’nın türbanlı eşini askeri hastaneye almayan komutan aynı “Gullibility effect”e maruz kalmış sembolik örneklerdir.

Malumlarınız üzere Pençe-Kilit Operasyonu kapsamında metan gazından zehirlendiği iddia edilen 12 gencimizi göz göre göre yitirdik.

Mili Savunma Bakanlığı hala suskunluğunu koruyor.

Geçmişte duymaya alıştığımız  “İnlerine gireceğiz, taş üstüne taş bırakmayacağız!” şeklindeki gaz almaya yönelik bir söylemin olmayışı bariz bir ihmal ihtimalini kesinlikle kuvvetlendiriyor!

Yani bu konuda da “Gullibility Effect” ivmesine devam ediyor.

İktidara yakın basın ve yayın temsilcileri “şehadet” kavramının arkasına sığınırken bir kısım muhalif kesim ise bunun terör örgütünün tuzaklı bir eylemi olduğunu düşünüyor.

Biri açılım süreci sekteye uğramasın diye uğraşırken bir diğeri sekteye uğrasın ki gerçek su yüzüne çıksın diye çabalıyor.

Ama 12 fidan canımız bizim yıllardır süren bu ahmaklığımız yüzünden toprağa karıştı bile!

Ayrıca bunun hesabını soracak bir mercii de şimdilik göremiyoruz.

Çünkü muhalefetin Şehit 12 askerimizle ilgili Meclis’e verdiği soruşturma önergesi AK PARTİ ve MHP’nin oyları ile reddedildi.

Oysa ne var bunda?

Günlük çalışma hayatında bile çalışanların güvenliğini sağlamaya yönelik 6331 sayılı sağlayan İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu var.

Bu kanun Türk Silahlı Kuvvetleri, genel kolluk kuvvetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığının faaliyetlerini kapsamasa da bu konuda her kurumun alması gereken yasal tedbirlere ilişkin kendi mevzuatı var.

Faaliyetlerin söz konusu mevzuat çerçevesinde yürütülüp yürütülmediğinin tespiti için verilen bir önergenin nasıl bir sakıncası olabilir?

İşin en garip yanı Cumhur İttifakı’nın muhalefette olması halinde benzer tepkiyi iktidarda olacak muhalefetin gösterme ihtimalidir.

“Keşke” leri bile hazmedememiş bir toplumdan söz ediyoruz.

İranlı Şair Füruğ Ferruhzad bir şiirinde şöyle diyor:

“Akan kanımızın hesabını kime soracağız?

Kim toplayacak gözyaşlarımızı?

Kim koyacak sevgiyi içimize?

Gittik gittik gittik…

Acılara gittik,

Keşkelere gittik.”

Kaldı ki “keşke” kişinin kendi adına duyduğu bir pişmanlıktır.

Topluma yönelik bir eylemin etkisiyle duyulan pişmanlık ise hükümsüzdür.

Gaz ölçümü yapılmadan yahut gaz maskesi veya dedektörü verilmeden bu gençlerimizin mağaraya sokulması konusunda duyulacak bir pişmanlık bu yüzden yok hükmündedir.

Bir kesim bol keseden gazın oluşma nedenlerini anlatıyor.

Sonuca odaklanan yok.

Oysa bir mağarada hava akımının olup olmadığı havaya bir kâğıt atıldığında dahi belli olur.

Hava akımı yoksa ya mağaraya ya girilmez ya da dedektör ve maske eşliğinde girilir.

Yoksa gençlerimize böyle bir eğitim verilmedi mi?

 Neyin üstü örtülüyor?

Bu bölgede şimdiye kadar 3 bine yakın mağarada arama tarama faaliyeti yapıldığı, metanla ilgili herhangi bir emareye rastlanmadığı bir gerekçe olabilir mi?

Sorumlulardan “insani bir keşke ”den kaynaklanacak bir istifa dahi bu kadar zor mudur?

Evlatlarımız öldüğüyle kalsın, öyle mi?

Yazımı gençlik yıllarımda kaleme aldığım mısralarla tamamlayayım:

Yok yere koparılan bir kasırga

Kimilerine bahane,

Kimilerine ecel olur.

Bir dal düşer,

Bin kuş ölür

Ve

Kuşlar öldüğüyle kalır.”

- Advertisment -