Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIMacIntyre, ahlak anlayışımı nasıl değiştirdi?

MacIntyre, ahlak anlayışımı nasıl değiştirdi?

Kendi felsefi yolculuğumu derinden etkileyen düşünürlerden biri, yakın zamanda (21 Mayıs 2025) vefat eden, çağımızın en önemli ahlak felsefecilerinden Alasdair MacIntyre'dı. Onun çığır açan eseri After Virtue (Erdemin Peşinde) benim bakış açımı değiştirmede çok önemli bir rol oynadı. Modernist bir ahlak teorisyeninden, klasik erdem ahlakına ve Sufizm gibi geleneklerde bulunan ahlaki vizyona değer veren birine dönüştüm. Alasdair MacIntyre'ın düşüncesi yalnızca teorik bir çerçeve değildir. Aynı zamanda bir medeniyetin durum teşhisidir. Üstelik biz Türkiye de bu medeniyetin parçasıyız.

Birçok insan felsefeyi tamamen entelektüel bir egzersiz veya soyut bir teorik disiplin olarak görür. Oysa felsefe, iyi yapıldığında, nasıl yaşadığımızı, kendimizi nasıl gördüğümüzü ve çevremizdeki dünyayla nasıl ilişki kurduğumuzu şekillendirir. Kendi felsefi yolculuğumu derinden etkileyen düşünürlerden biri, yakın zamanda (21 Mayıs 2025) vefat eden, çağımızın en önemli ahlak felsefecilerinden Alasdair MacIntyre’dı. Onun çığır açan eseri After Virtue (Erdemin Peşinde) benim bakış açımı değiştirmede çok önemli bir rol oynadı. Modernist bir ahlak teorisyeninden, klasik erdem ahlakına ve Sufizm gibi geleneklerde bulunan ahlaki vizyona değer veren birine dönüştüm. Bu yazıda, MacIntyre’ı tanımayanlara onun en önemli fikirlerinden bazılarını tanıtmak ve böylece sadece düşünme biçimimi değil, yaşamaya çalıştığım hayatı da şekillendiren bir düşünürü anmak istiyorum.

Modern Ahlak Felsefesinin Radikal bir Eleştirisi

MacIntyre’ın felsefi projesinin merkezinde, modern ahlak düşüncesine yönelik kapsamlı bir eleştiri yatmaktadır. After Virtue adlı eserinde, günümüzün ahlak söylemini, bir zamanlar tutarlı bir ahlak dilinin sadece parçalarının kaldığı bir dünyaya benzetir. “Görev”, “hak” veya “adalet” gibi terimler hâlâ kullanılmaktadır, ancak bir zamanlar onlara anlam kazandıran ortak çerçeve ortadan kalkmıştır. MacIntyre’a göre, eski bir ahlaki geleneğin yıkıntıları arasında yaşıyoruz ve etik hakkında tartışma girişimlerimiz, artık insan iyiliği konusunda ortak bir anlayışa sahip olmadığımız için genellikle sonsuz anlaşmazlıklarla sonuçlanıyor.

Ona göre bu durum, Aydınlanma’nın gelenek, teleoloji (insan içsel bir amacı olduğu inancu) veya topluma atıfta bulunmadan ahlak için rasyonel, evrensel bir temel oluşturma girişiminin başarısızlığından kaynaklanıyor. Sonuç, nihayetinde gerçek bir ahlaki konsensüs oluşturmak için gerekli kaynaklardan yoksun olan soyut ilkelere (faydacılık, Kantçı görev ahlakı veya toplumsa sözleşme teorine) yönelme oldu. MacIntyre bunu duyguculuğun yükselişi olarak adlandırıyor. Duyguculuk ahlaki yargıların kişisel tercihlerin veya duyguların ifadesinden öteye gitmediği fikridir. Ahlaki tartışmalar duygu ifadelerinde dönüşmüş durumda.

Günlük yaşamda bu, bir tür ahlaki tutarsızlık olarak ortaya çıkar. Değerler veya adalet dilini kullanırız, ancak bu terimler, iyi bir yaşamı neyin oluşturduğuna dair ortak bir anlayıştan kopuk bir şekilde ortada dolaşır. Siyasi ve etik tartışmalar, her iki tarafın da kendi uyumsuz çerçevelerine başvurarak bir bağırışma ya da tartışma döngüsüne dönüşür. MacIntyre için bu sadece felsefi bir sorun değil, kültürel bir krizdir.

Yaşadığımız toplum duygulara atıf yapmak dışında ahlaki bir haritadan yoksun ahlaki faillerle dolu. Toplumun ana derdi verimlilik, üretkenlik ve yönetim. Erdem, karakter ya da anlam gibi kavramlar modern toplumda hiçbir öneme sahip görünmüyor. MacIntyre ama umutsuz değildi. Ahlakı yeniden kazanabileceğimizi düşünürdü. Bunu ona göre yeni bir sistem icat ederek değil, ahlaki muhakemenin bir zamanlar anlamlı olduğu geleneklere geri dönerek yapabiliriz.

Felsefe lisans mezunu olduğum yıllarda bende erdem gelenekleri hep aydınlanmadan sonra modası geçmiş ahlaki çerçeveler izlenimi oluşturuyoru. Doğrusu okumak için fazla zaman harcamaya değer olduklarını bile düşünmüyordum. Ancak MacIntyre’ın eleştirisi bende şok etkisi yaratmış, geleneksel düşünce ekollerine dönüş yapmamda etkili olmuştu. Felsefi analizde faydacı ahlakı hala çok kıymetli bulsam ve kullansam da erdem ahlakının önemi noktasında beni ikna etti. Tabi İslam felsefesi (Meşailik) ve Tasavvuf gibi bizim erdem geleneklerimize de ilgimin yeniden canlanmasında önemli rol oynadı.

Modern Kurumların Radikal bir Eleştirisi

MacIntyre’ın modernite eleştirisi, soyut ahlak teorisinin ötesine geçer. Analizini, günlük hayatımızı şekillendiren sosyal ve politik yapılara, özellikle de modern Batı’yı tanımlayan liberal kurumlara kadar genişletir. MacIntyre’a göre liberalizm, yalnızca bir siyasi ideoloji değil, bireysel özerkliği, usul tarafsızlığını ve ortak amaçlar olmadan seçim yapma özgürlüğünü ön plana çıkaran bir ahlak çerçevesidir. Ona göre bu ise hem sürdürülemezdir hem de yıkıcıdır.

MacIntyre’a göre modernite, bireyi herhangi bir ahlaki gelenekten veya ortak iyilik kavramından koparır. İnsanları, iyi bir yaşam için ortak bir vizyon peşinde koşan toplulukların üyeleri olarak değil, değerler pazarında seçimler yapan izole aktörler olarak görür. Önemli ahlaki veya manevi değerler konusunda tavır almayı reddeden liberalizm, ahlaki açıdan tarafsız olmaya çalışır, ancak MacIntyre bu tarafsızlığın kendisinin bir ahlaki tavır olduğunu ve erdemin gelişmesini baltaladığını savunur.

Bu eleştiri, MacIntyre liberal toplumun kurumlarına, yani şirketlere, bürokrasilere, üniversitelere ve hatta ulus devletlere yöneldiğinde özellikle keskinleşir. Onun analizine göre, bu kurumlar verimlilik, sonuçlar ve yönetimsel kontrol takıntısı olan araçsal rasyonalite tarafından domine edilmektedir. Bu kurumlar, bilimde gerçeğin peşinde koşmak veya hukukta adaleti sağlamak gibi gerçek uygulamalardan doğan içsel değerleri genellikle feda ederek para, güç ve prestij gibi dışsal değerlere önem vermektedir.

MacIntyre, modern kurumlardaki profesyonellerin sıklıkla rol oyuncularına indirgendiğini savunur. Bireyin ahlaki bütünlüğü, performans ölçütleri, kamu imajı veya piyasa değeri tarafından yönetilen sistemlerin kişisel olmayan taleplerine feda edilir. Bu tür ortamlarda, karakterin geliştirilmesi önemsiz, hatta sakıncalı hale gelir. İdeal ahlaki aktörün yerini, neyin yapılmasının değerli olduğunu değil, işin nasıl yapılacağını bilen “yönetici” veya “bürokrat” alır.

MacIntyre’ın en ilginç gözlemlerinden biri, modern dünyanın yönetici, terapist ve bürokratikuzman gibi karakterler yaratmış olmasıdır. Bu karakterler otorite iddiasında bulunurlar, ancak rehberliklerini meşrulaştıracak tutarlı bir ahlaki geleneğe sahip değildirler. Meşruiyetleri, anlam ve erdem sorularından kopuk bir teknik rasyonaliteye dayanır. Yönetici ya da bürokrat erdem geleneklerinde olduğu gibi ahlaki bir örnek değildir, teknik bir örnektir.

MacIntyre’ın eleştirisi sadece nostaljik değildir. O, idealize edilmiş bir geçmişe dönüşü savunmaz, ancak gerçek ahlaki ve siyasi yaşamı geri kazanmak istiyorsak, liberalizmin parçalanmış bireycilik anlayışını aşıp, ortak anlatılara, geleneklere ve uygulamalara dayanan topluluklara yönelmemiz gerektiğini ısrarla vurgular. Ancak o zaman, modern kurumların gölgelediği erdem dilini ve ahlaki amaç duygusunu geri kazanabileceğimize inanır.

MacIntyre’ın modern kurumlar eleştirisi ve teşhisleri yine makul bulduğum fikirleri arasında. Ve sadece Batı için değil günümüz modernleşen İslam dünyası için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Geleneğe dönmek ama bağnazlaşmamak, farklı fikirlerle ortak anlam ve hedefler paylaşma projesi benim en çok aklımı kurcalayan problemlerden biri. Yine MacIntyre’ın vizyonu muhafazakar ya da Müslüman bir liberalin ne de dine ya da geleneklere önem vermesinin meşru hatta makul olduğunu izah etme potansiyeline sahiptir.

Erdem, Uygulamalar ve Anlatı Benliği

Modernitenin ahlaki parçalanmasına yanıt olarak MacIntyre, sıfırdan yeni bir ahlaki sistem önermez. Bunun yerine, erdem merkezli bir etik geleneğin yeniden canlandırılmasını, yani insan doğası, topluluk ve teleolojiye (amaç) dayanan eski bir etik anlayışına geri dönülmesini savunur. Önerisi, Aristoteles’in klasik iyi yaşam çerçevesini temel alır, ancak bunu yaratıcı bir şekilde yeniden yorumlar. (Bu arada pek ala Stoacılık ya da Tasavvuf üstünden benzer bir çerçeve inşa edilebilir.)

Bu alternatifin merkezinde erdem kavramı yer alır. Bu bireylerin gelişmesini ve iyi bir yaşam sürmesini sağlayan, yetiştirilmiş karakter özellikleridir. Ancak MacIntyre, erdemlerin, bunların oluştuğu uygulamalar ve topluluklar bağlamından ayrı olarak anlaşılamayacağını vurgular.

MacIntyre, uygulama kavramını, satranç oynamak, resim yapmak, çiftçilik, öğretmenlik veya tıp gibi tutarlı, sosyal olarak yerleşmiş, kendi iç mükemmellik standartlarına sahip ve içsel ürünler üreten bir faaliyet olarak tanımlar. Bu içsel ürünler (gerçek, güzellik, beceri, sağlık, adalet) ancak uygulamaya sürekli katılımla elde edilebilir ve para veya prestij gibi dışsal ödüllere indirgenemez.

Bir meslek ya da uygulamada gerçekten iyi olmak için dürüstlük, cesaret, sabır ve alçakgönüllülük gibi erdemlerin geliştirilmesi gerekir. Bu erdemler, uygulayıcıların dışsal başarı için değil, kendi içlerinde mükemmelliği aramalarını sağlar. Örneğin, sadece kâr güdüsüyle hareket eden bir doktor, aslında tıp uygulamasında/mesleğinde gerçekten yer almamaktadır. O tıp pratiğini aslında tıpla ilgili olmayan amaçlar için kullanmaktadır. MacIntyre’ın anlayışının bizim gelenekteki karşılığı olarak bence ahilik geleneği olarak düşünülebilir.

Ancak uygulamalar da yeterli değildir. MacIntyre’a göre, iyi bir yaşam bir dizi faaliyette başarıdan daha fazlasıdır, bir anlatı arayışıdır. Ona göre insanlar hayatlarını hikayeler olarak yaşarlar. Kendimizi “Benim için iyi olan nedir?” ve “Ne tür bir insan oluyorum?” sorularını sorarak anlarız. Her zaman hayatımızın gelişen dramının içindeyiz ve eylemlerimiz bu hikâyenin bağlamında ahlaki ağırlık kazanır.

Bu nedenle, iyi davranmak modernizmin zannettiği gibi sadece kurallara uymak veya faydayı en üst düzeye çıkarmak değildir; kişinin hayatının anlatı bütünlüğü içinde anlaşılabilir bir şekilde davranmaktır. İyi bir eylem, kim olduğumuz ve kim olmak istediğimizin tutarlı bir anlatısına uyan eylemdir. Hikayelerimiz her zaman başkalarının hikayelerine gömülü olduğu için, topluluklar ahlaki ufkumuzu şekillendirmede çok önemli bir rol oynar. Erdemler, modern liberal bireyciliklerin eksikliği olan ahlaki grameri ve ortak telosu sağlayan bu tür gelenekler içinde anlam kazanır.  Dolayısıyla etik, izole bir karar verme meselesi değil, bir gelenek içinde büyümek, örneklerinden öğrenmek ve onun sürekli gelişimine katkıda bulunmaktır. Bu anlamda MacIntyre’ın vizyonu son derece toplumsaldır. Nihai amaç sadece bireysel erdem değil, ortak iyiliğe katılımdır. Bu iyilik, ancak başkalarıyla paylaşılan bir yaşamda gerçekleştirilebilir.

Gelenek Temelli Akılcılık

MacIntyre için, ahlakın yeniden kazanılması geleneklerin yeniden kazanılmasından ayrı düşünülemez. O, akılcılığın evrensel, bağlamdan bağımsız ve tarihten bağımsız olduğu şeklindeki Aydınlanma döneminin inancına karşı çıkar. Bunun yerine, tüm akıl yürütmenin geleneklere bağlı olduğunu savunur. Düşünce, dil ve uygulama çerçevelerini tarihsel topluluklardan miras alırız ve iyi akıl yürütme yeteneğimiz bu miraslar tarafından şekillenir ve sınırlanır.

Onun görüşüne göre, yaşayan gelenek, geçmişin statik bir tekrarı değil, ilkelerin zaman içinde test edildiği, revize edildiği ve derinleştirildiği, iyi yaşam hakkında tarihsel olarak geçmişi olan, toplumsal olarak somutlaşmış bir tartışmadır. Gelenekler ona göre kapalı sistemler değil, iç gerilimler ve dış zorluklara yanıt olarak gelişen özeleştirel anlatılardır.

MacIntyre, rakip geleneklerin rasyonel olarak karşılaştırılabileceğini savunur; ancak bu, tarafsız, dışsal bir standartla değil, hangi geleneğin dünyayı daha iyi açıkladığı, kendi sorunlarını daha iyi çözdüğü ve ahlaki taahhütlerini daha iyi anlamlandırdığı incelenerek yapılır. Bu şekilde, Aydınlanma tarzı evrenselciliğe geri dönmeden, göreceliliğe bir alternatif sunar. MacIntyre’ın bu görüşünün doğruluğuna o kadar emin değilim. Ama katı akılcılık ve görelilik arasında üstüne düşünmeye değer bir orta yol sunduğu kanaatindeyim.

Alasdair MacIntyre’ın düşüncesi yalnızca teorik bir çerçeve değildir. Aynı zamanda bir medeniyetin durum teşhisidir. Üstelik biz Türkiye de bu medeniyetin parçasıyız. Hâkim ahlaki dilin seçim, özerklik ve verimliliği vurguladığı bir dönemde, MacIntyre bize daha eski, daha derin soruları hatırlatır: İnsanın iyiliği nedir? Başkalarına göre ben kimim? İyi yaşamak için hangi erdemlere ihtiyacım var? Bu soruların yine siyasi tartışmalar ve farklı dünya görüşleri ile parçalanan toplumumuzda sorulması ve üstüne düşünülmesi gereken sorular olduğunu düşünüyorum.

Toplumumuzda, Müslüman ya da ateist fark etmez, genelde ahlaklı olmak doğru kurallara uymak olarak okunur. Ama belki de MacIntyre haklı ahlaklı olmak doğru türden bir topluluk içinde doğru türden bir insan olmayı gerektirir. Kendisi ölmüş olabilir, ama yazıları beni (ve belki de sizi) düşündürmeye devam edecek. Toprağı bol olsun.

- Advertisment -