Ana SayfaHaberlerMahçupyan: ‘Meşruiyetin bekadan daha önemli olduğu bir Türkiye'ye doğru gidiyoruz’

Mahçupyan: ‘Meşruiyetin bekadan daha önemli olduğu bir Türkiye’ye doğru gidiyoruz’

Etyen Mahçupyan, Perspektif'te yayınlanan röportajında, modernleşmeye, devlet toplum ilişkilerine, yakın siyasi tarihe, iktidarın ve muhalefetin güncel siyasi tercihlerine dair sorulara yanıt verdi.

Cumhuriyet’in 100. yılına yaklaşıyoruz. Cumhuriyet’in hem Osmanlı’dan miras aldığı hem de kendi ürettiği pek çok yapısal sorun var. Toplum-devlet, siyaset-devlet, din-devlet ilişkilerinde ve daha pek çok alanda yıllar içinde derinleşmiş ciddi sorunlarımız var. Bu sürede pek çok darbe yapıldığı gibi çok güçlü siyasi iktidarlara da tanık olundu. Demokratik dönüşümün hızlandığı dönemler de yaşandı, statükonun zirve yaptığı dönemler de. Bugünden geriye baktığınızda, ortaya çıkan bilançoyu nasıl okuyorsunuz? Hangi sorunlar büyük oranda çözüldü, hangi sorunlar varlığını koruyor? Yüz yıllık bir perspektifle geriye bakarsanız artılarımız ve eksilerimizle ilgili ne söylemek istersiniz?

Aslında bu yüz yılın daha önceki dört yüz-beş yüz yılın üzerine oturduğunu unutmadan bakmak lazım. Şöyle bir kanaatim var: Osmanlı, kendi başarılarını çok önemsediği için başarısızlıklarını daima hasıraltı etmeye yönelik bir bakışa sahip oldu. Mesela bu fetihler, coğrafi genişleme ve toplumun kendi içindeki uyum mekanizmasının mantıklı bir süre bir imparatorluk için taşınabilmesi, bütün bunlar hem içeride hem dışarıda olumlu olarak algılandı. Yabancılar da bunu bir başarı öyküsü, bir güç göstergesi olarak yorumladılar.

Ancak bunun dışına çıktığımız zaman Osmanlı, Avrupa’daki gelişmeleri doğru dürüst takip edemedi; ettiği zaman gördüğünden çok hoşlanmadı, aldığı zaman da onlar hep iğreti olarak kaldı. Esas olarak bireyselleşme, özgürleşme, daha rölativist bir bakışa yönelik olan her şey bize yabancı geldi. O yüzden de, biz başarı olarak gördüğümüz şeylerin üzerine daha fazla kapandık. Onları daha fazla önemsedik ve oradan hareketle modernlik ile aramızda bir ilişki kurmaya çalıştık.

Modernlikte de, Osmanlı’da da, Cumhuriyet’te de olan ana damar nedir diye baktığımız zaman, ben otoriter zihniyeti görüyorum. Modernliğin içinde de bir otoriter zihniyet var. Nitekim bütün bu merkezileşme, ulus-devlet, milliyetçilik olaylarının bir bütün olarak taşınabilmesi, entegre edilebilmesi bu otoriter zihniyetin devamı sayesinde oldu.

Hatta şunu söyleyebiliriz; modernliğin iki tane önemli özelliği vardı. Bir tanesi rölativizmin ortaya çıkması; doğrunun kimseye ait olmaması, herkesin kendine ait fikrinin olması gibi. Daha bireyci, dolayısıyla daha özgürlükçü yönde giden bir bakış. Bir de dinin temsil ettiği ataerkilliğe karşı duran ve tamamen devletin, merkezin gücünü artıran bir ikinci otoriter bakış. Bu ikinci bakış bize çok uydu. Birinci bakıştan da hiç hoşlanmadık.

Dolayısıyla Cumhuriyet; otoriterliğin devralınması, sistematize edilmesi ve rasyonelleştirilmesi şeklinde yaşandı. Tanzimat sonrasında bürokrasi ortaya çıksa da tam olarak oturmuş bir rasyonel devlet yoktu. Cumhuriyet’ten sonra bu devletçi rasyonalizm kurumsallaştı ve ideolojik bir kılıfa sokuldu.

Nitekim, Türkiye’deki laiklik anlayışının niye böyle olduğunu merak ediyorsak, bence cevabı burada. Laiklik, bir yeni kamusal alan düzenlemesi olarak ortaya çıktı ve otoriter zihniyetten beslendi; topluma, dizginlerin devlette olduğu bir yeni kültür ve ahlak anlayışı önerdi.

Böyle baktığımız zaman şunu söyleyebiliriz: Türkiye Cumhuriyeti en azından modernliğin bir ayağını yerine getirdi. Modernliğin bir ayağı bizde var ve de dolayısıyla modern sayılmak için yeterli bir koşulu yerine getirmiş olduk. Ama modernlik devam ettikçe ve aksamalar sonucunda kendisi biraz daha demokratlığa doğru kaydıkça ya da bunu talep ettikçe bizde sıkıntı başladı. Çünkü şu anda görüyoruz ki, daha demokrat önermeler modernliğin gerekli koşulu gibi olmaya başladı. Dolayısıyla, biz bir dönem yeterli koşulu yerine getirdik ama o yeterli koşulda kaldık ve hiçbir zaman daha sonra gelen gerekli koşulları tam adapte edemedik. Bazılarını adapte ettik, üç beş sene sonra gene vazgeçtik, gene geriye döndük.

Mesela sivil toplumun güçlenmesi, tamamen bağımsız bir medya, tamamen bağımsız, tarafsız bir yargının olması; yani merkezin kontrolü dışında başka odakların olabilmesi ve yönetim ve karar mekanizmasının bu farklı odakların ilişkisinden, onların karşı karşıya gelmesinden ve iletişiminden doğması. Aslında biz bundan hâlâ hoşlanmıyoruz. Bence darbeler de bir parça bunu söylüyor. Merkezkaç herhangi bir güç odağı ortaya çıktığı zaman merkez bunu engelliyor.

Dolayısıyla da Türkiye’de siyaset; merkeze ulaşmak, merkezi ele geçirmek, merkez üzerinden düzenleme yapmak olarak algılanıyor ve bu meşru olarak görülüyor. Biz gerekli koşulları benimsemediğimiz için mesela şu anda sandık, demokrasinin meşruiyeti için yeterli olarak algılanabiliyor.

Bence yüzyılın başı ile sonu arasında çok değişen bir noktada değiliz, aynı noktadayız. Hâlâ modernliğe bir bütün olarak baktığımızda ona adapte olmakta zorlanıyoruz ve bu zorlanma giderek daha da zor hâle geliyor; çünkü modernliğin kendisi, Batı dünyasının kendisi özellikle adım adım otoriterliğin daha az meşru olduğu, demokrat önermelerin -benimsense de, benimsenmese de- meşru sayıldığı bir atmosfere doğru gidiyor.

TEMEL SORUNUMUZ TOPLUM OLAMAMAK

Konuşmalarınızda ve yazılarınızda sık sık birçok sorunumuzun temelinde toplum olmayı başaramamamızın yattığını söylüyorsunuz. Türkiye’nin millet olmayı tercih ettiğini, kabile olarak kalmaya devam etmeyi sevdiğini, kimliklere bölünmeyi daha çok önemsediğini ama bir türlü toplum olmayı başaramadığını söylediniz. Toplum olmayı nasıl tanımlıyorsunuz? Toplum olmayı neden önemsiyorsunuz? Size göre neden toplum olamadık ve toplum olmak için ne gerekiyor?

“Niye toplum olamadık?” sorusundan başlamak belki daha doğru. Yine Osmanlı’nın klasik yüceltilen döneminden çok basit bir örnek vereceğim: Bildiğiniz gibi millet sistemi çerçevesinde her biri kendi içinde birer toplum gibi düşünülebilecek değişik topluluklar var. Bunların arasında da bir hiyerarşi mevcut. Tepede Sünni Müslümanlar var, sonra Rum Ortodokslar, daha sonra da Ermeni Ortodokslar vs. Bu cemaatlerden herhangi birinde bir problem olduğunda bunlar ne yapıyordu diye baktığınız zaman, hepsi devletle konuşmaya çalışıyordu.

Yüzyıllar boyunca, hiçbir iki cemaatin bir araya gelerek herhangi bir sorunu çözdüğüne tanık olmadık. Dolayısıyla da o cemaatlerin yan yana geldiği, teğet olduğu noktalar kamusal alana dönüşmedi. Merkezin kurduğu kamusal alanın içinde her biri var oldu, merkezin istediği kadar var oldu ve merkezle muhatap olarak işlerini çözdü. Cumhuriyet’e de bir cemaatler manzumesi olarak geçtik. Cemaatler manzumesi olduğunuz zaman da kuvvetli bir devlete muhtaçsınız, çünkü cemaatler olarak birbirinizle ilişki kuramıyorsunuz, hatta birbirinizi tanımıyorsunuz.

Türkiye’de belki de son 10-15 yıla kadar laik kesim ile dindar kesim dediğinizde birbirini tanımayan iki kesimden söz ediyorduk. Laik kesimde büyümüş, gençliğini orada yaşamış birisi olarak söyleyeyim; İslami kesimden tek bir insan tanımanıza ihtiyaç olmadan hayatınızı devam ettirebilirsiniz. O kadar ayrışmış durumdalardı. Bu tabiî bir toplum olamama hâli.

Toplum şu demek: Sana benzemeyen kişi ya da grup ile yatay ilişki kurmak ve onunla ilgili farkındalık ve sorumluluk sahibi olmak. Yani ilişki, farkındalık ve sorumluluk; bir halkı toplum yapan şeyler. Adamın fikirlerini, yaşam tarzını beğenmiyorum, istemiyorum ama o bu bütünlüğün parçası ve o yokmuş gibi davranamam. Dolayısıyla da onun farkında olmam lazım. Ne hissediyor, nasıl bakıyor, nasıl yaşıyor, neye ihtiyacı var? Bununla ilgili bana düşen bir sorumluluk varsa bundan kaçamam. Türkiye’de bu nosyonlar yok gibi. O yüzden de zaten siyaset ve kamusal alan bu kadar güdük kalıyor.

Toplum olduğunuz zaman kendiliğinden daha demokrat fikirlere, demokrat karar mekanizmalarına, demokrat hassasiyetlere daha açık hâle geliyorsunuz, çünkü ancak öteki ile beraberseniz ülke sınırları içinde meşru hâle geliyorsunuz. Sınırın içindeki ötekiyi reddettiğiniz zaman kendiniz de artık meşru değilsiniz.

Buradan çıkarak bir vatandaşlık tanımına ihtiyaç var aslında. Bugün demokratik vatandaşlık dediğimiz zaman, sadece vergi veren ve seçimde oy kullanan adamdan söz etmiyoruz. O bu işin liberal tanımıydı. Ama eğer demokrat tanımına doğru geliyorsak, o vatandaş, kendisine benzemeyenin farkında olan ve sorumluluk alan vatandaş demek.

Biz bu anlamda hiçbir zaman toplum olmadık ve toplum olmaktan da hep kaçındık. Merkezi ele geçirenler de zaten Türkiye’nin toplum olmasını çok istemediler. İdeolojik olarak böyle bir ihtiyacın farkında değillerdi ve bundan korktular da. Çünkü toplum olduğunuz zaman merkezin gücünü ister istemez azaltıyorsunuz, merkezin kendisini sınamaya, denetlenmeye açmasına imkân veriyorsunuz demektir.

Türkiye’deki siyasi gelenek öyle bir merkez yaratmış ki; merkeze gelen sınanmak, denenmek istemiyor. Belki de kimse istemez, insanın öyle bir yönü var ama sistem sana o şansı veriyor. O yüzden de Türkiye bir türlü toplum olamıyor ve toplum olma yönünde bugüne kadar büyük bir siyaset de doğuramadı. Çeşitli dönemlerdeki muhalefet de, işin bu noktasına parmak basarak, millet olmaktan ziyade toplum olmanın önemini ve bunun cazibesini halka anlatmakta zorlandı. Ya da onların da böyle bir perspektifi hiçbir zaman olmadı. Hâlâ da tam olarak yok.

DİNDAR KESİMİN KİMLİK SİYASETİ YAPMAMASI HAYAL

Bu biraz kimliklerin önündeki yasaklarla da ilişkili değil mi? Herhangi bir topluluk, kendisini var olduğu haliyle kamusal alanda diğerleriyle eşit bir şekilde ifade etme hakkına sahip olmadığını gördüğünde içine kapanıp kimlik siyaseti yürütüyor. Her iktidar da kendi kimliğinin siyasal taleplerine öncelik veriyor. Türkiye toplumda yaygın olarak var olan iki kimliğin iktidar tecrübesini de yaşadı. Uzunca bir süre laik kimlik doğrultusunda harekete geçirilen bir devlet mekanizması gördük, şimdi de muhafazakâr-dindar kimliğin önceliklerine hizmet eden bir iktidar pratiği var. Dolayısıyla, sorun biraz da devletin kimlikler karşısında tarafsız olarak konumlanmamasından kaynaklanmıyor mu? Her kimlik için eşit şartlar sağlanırsa toplum olma ihtimalimiz artmaz mı?

Tabiî, kesinlikle böyle. İnsanlar kendi içinde bulundukları koşulları veri alarak yaşıyorlar. O koşullar olumsuzken ütopik, normatif bir hayalin peşine düşmeleri mümkün değil. Dolayısıyla, hangi kimlik kendisini ezilen olarak görüyorsa, doğal olarak kimlik siyaseti üzerinden kendisini tanımlamaya doğru gidiyor ve maalesef Cumhuriyet’in harcında bu var. Çünkü Cumhuriyet, modernliği çok katı bir laiklik kavramı etrafında algıladı. Böyle olduğu zaman da bir başka kesimi geri, bir anlamda olgunlaşmamış, cahil vb. olarak tanımladı.

Burada sadece “benim hoşlanmadığım kimlik” meselesi yoktu; dindar cemaat sanki evrensel bir gelişme çizgisi üzerinde geride kalmış olan ve dolayısıyla da daha az insan olan birtakım varlıklar olarak görüldü. Daha olgunlaşmamış insanlar olarak görüldü. Böyle olduğu zaman onları eğitmek, onları düzeltmek, onları yola getirmek gibi bir bakışınız olur. Cumhuriyet’in tek parti dönemi bunu çok yoğun bir şekilde yaptı.

Buna maruz kalan dindar kesimin kimlik siyaseti yapmaması bence bir hayal. Böyle bir şeyin olmaması mümkün değildi. Tabiî zaman içinde, özellikle 1950 sonrasında siyasete ve kamusal alanın geneline “sızmalar” olmaya başladı ve bu sızmalar aslında topluma iyi geldi. Bir çeşitlenme, en azından birtakım ara damarları yakalama, kendini ifade etme yolları ortaya çıktı.

Fakat Türkiye’de ilginç bir şekilde bunun entelektüel dünyası yok. Sağ-sol tartışmalarına, dindar ve laik kesimlerden çıkan entelektüellere bakalım; bu ikilemin üzerine çıkabilmiş insan sayısı çok çok az ve onların da zaman içinde toplumda çok fazla karşılıkları olmadı. Yani reel güncel siyaset, reel güncel sıkışmalar, ihtiyaçlar, tepkiler her zaman ağır bastı.

Şunu da unutmamak lazım, bütün bu faktörlerin dışında Türkiye’de önemli bir aktör daha var, o da bürokrasi. Çünkü Osmanlı’dan beri gelen, özellikle Tanzimat’tan sonra çok daha güçlenen ve doğruyu bildiğini düşünen, siyasetten bağımsız olarak doğruya karar verebilen ve buradan hareketle de siyasetçilerin gelip geçici olduğu, kendisinin kalıcı olduğuna dair kurumsal bir anlayışa sahip olan bir başka aktör… O aktör orada olduğu sürece kimlik siyasetini aşmanız da çok zor hâle geliyor. Çünkü aktörün kendisi bir kimlik ve kendi kimlik siyaseti var. Türkiye’nin maalesef en önemli ayak bağlarından birisi bu. Bu durum 28 Şubat’la beraber çok yıprandı ve yeni bir döneme geçiş imkânı üretti.

AK Parti’nin ilk dönemi de laik kesim açısından bakıldığında, laik kesimin hak etmediği bir olumlu dönemdi. Çünkü bütün bunlara maruz kalmış olan dindar kesimin rövanşist olma ihtimali kâğıt üzerinde daha yüksekti. 28 Şubat günlerinde birine, “Dindarların etkili olduğu bir hükümet geldiğinde sence nasıl davranır?” diye sorsaydık, yeni AK Parti oluşumunu içeriden tanımıyorsa, rövanşist olma ihtimalini muhtemelen daha yüksek görürdü. Ama AK Parti öyle yapmadı. İlk 10-12 sene farklı bir zeminde gitti.

Erdoğan’dan ve bütün herkesten bağımsız olarak bakıyorum; bu değişimi taşıyabilecek gücü devşirmesi için o partinin başarılı olması gerekiyordu. Başarılı olmanın kritik ölçütü de; sadece ekonominin iyi yönetilmesi değil, Türkiye’de esas ayak bağı siyasi. Siyasette başarılı olması gerekiyordu. Bunun için de önüne iki tane imkân çıktı: Avrupa Birliği üyeliği ve Çözüm Süreci. İkisinde de başarılı olunamadı. Bu başarılı olunamama hâli bence sosyolojik olarak bu iktidarın dönüştürücü misyonunu bitirdi. O noktadan sonra, ne yapacağından bağımsız olarak, iktidar kalmak daha önemli hâle geldi.

AK Parti 18 yıldır iktidarda. Bu iktidar dönemini genel hatlarıyla ikiye ayırırsak; ilk 10 yıl, biraz önce bahsettiğiniz gibi toplumun değişim taleplerinin öncelendiği, statükoyla mücadelenin yürütüldüğü, demokratik dönüşüm imkânlarının zorlandığı bir dönemdi. Sonra 2012-2013’ten başlayarak dönüştürücü, demokratikleştirici misyondan tedrici bir uzaklaşma gördük. Bu değişimin kırılma evrelerinde en fazla hangi dinamiklerin etkili olduğunu düşünüyorsunuz? Türkiye demokratikleşme fırsatını hangi dinamikler dolayısıyla kaçırdı?

AK Parti iktidara geldiği zaman iki tane büyük ihtiyacı vardı. AK Parti aslında devlet tecrübesi olmayan insanların merkeze doğru gelmesini ifade ediyor. Daha önce Refah Partisi ve Fazilet Partisi deneyimleri var ama bu çok sınırlı. Bürokraside adamlarınız çok az, sosyolojik olarak daha ziyade merkezin dışından oy alıyorsunuz ve çeperden merkeze doğru geliyorsunuz. Ve ne derseniz deyin, sizi Müslüman olarak gören bir dünya var. Bu dünyanın da gözü sizin üzerinizde ve sizden bir başarı beklemiyorlar, çünkü o dönemde Müslüman kesimden öyle bir beklenti yok.

Bu noktada partinin iki büyük ihtiyacı var: Beka ve meşruiyet. Beka kendisini nasıl ayakta tutacağı; “Devlet karşısında nasıl ayakta kalırım ve karar mekanizmalarında nasıl etkili olurum?” İkincisi meşruiyet; “Halka ve dünya kamuoyuna nasıl beğendireceğim kendimi ve nasıl bunun üzerine taş taş üstüne koyarak daha saygın, güçlü ve eşitlikçi bir sistem oluşturabileceğim?”

Meşruiyetle ilgili ilk başta yaptığı şey, Avrupa Birliği yakınlaşması oldu. Bütün dünya nezdinde ve yurt içinde de laik kesimler için bir sürpriz adım bu. Ama beka için devlete nasıl tutunacağına baktığı zaman, orada kendi eksikliğini Gülen Cemaati ile tamamlamaya çalıştı. Çünkü onlar da dindardı, onlar da bir anlamda çeperden geliyorlardı ve bu iki grup, tam olarak anlaşamasalar, aynı kökten gelmeseler bile aynı dili konuşuyordu.

Meşruiyet için atılan Avrupa Birliği ve Çözüm Süreci adımlarının başarısız olması gibi, beka için atılan adım da başarısız oldu. Beka için eğer Gülen Cemaati gibi oluşumlarla işbirliği yapmıyorsanız, geriye klasik devlet mekanizması; yani asker, belki etrafında yargı vs. kalıyor. Dolayısıyla Gülen Cemaati’yle olan kopuştan sonra askere yanaşma doğal olarak ortaya çıktı.

Haksızlık yapmamak lazım. Çıkan sonucu beğenmiyoruz, tasvip etmiyoruz ve şu anki iktidarın yaptıklarının hiçbir şekilde doğru olmadığını düşünüyoruz. Bu tamam. Ama “bu iktidar başka ne yapabilirdi?” diye baktığım zaman, çok doğal, kolay, otomatik olarak gelen bir çözüm vardı, o da devlete yanaşma. Bir de belki bazılarına romantik gelebilecek, daha normatif, toplum olmaya yönelik büyük bir çıkış. Ama o büyük çıkışın ne entelektüel ne de sosyolojik zemini var. İki üç tane tek tük insan var sadece.

AK PARTİ BEKAYI MEŞRUİYETE TERCİH ETTİ

O yüzden de AK Parti içindeki mekanizma, meşruiyete yönelik projelerin çökmesinden sonra, sosyolojik bir büyük ağ olarak kendiliğinden beka meselesini öne çıkardı: eğer başkalarının beğendiği, beğeneceği başarılara imza atılamıyorsa, o zaman içe kapanıp devletle yan yana gelmek, devletin makbul partisi olmak, böylece devlete de aslında makbul olanın ne olduğunu göstermek.

AK Parti bu şansı yakaladı ve Tayyip Erdoğan bunu kullandı. Ama “Tayyip Erdoğan kullanırken, bir sürü AK Partili bundan memnun değildi” diyemem. İnsanlar bunu o an gerçekçi bir geçiş olarak gördüler. Zaten bunun alternatifi olan çizgi belki o dönemde Ahmet Davutoğlu çizgisiydi ama insanlar şunu da gördü; Ahmet Davutoğlu’nu oraya getiren Tayyip Erdoğan’dı. O yüzden de çok fazla hayale kapılmadılar. Davutoğlu’nun görevden alınma prosedürünü düşünürsek, Erdoğan açısından ne kadar kolay olduğunu, ne kadar hızla ve hiçbir demokratik unsur düşünülmeden, dikkate alınmadan tasfiye sürecini işletebildiğini görmemiz lazım.

O yüzden bizim de bakarken çok romantik olmamamız gerek. İnsanlar gerçek durumlara adapte olmaya çalışıyorlar… Aslında AK Parti’nin ilk 10 senesi “garipti” bence, sonraki davranışı değil. İlk 10 senesi beklenmedik şekilde olumluydu. Yani zorladı ve daha iyi, daha doğru olanı yapmak istedi. Ama olamadığı zaman bu toplumun refleksleri merkeziyetçiliğe, daha otoriter olana ve kendini sağlama almaya doğru gidiyor. Bence o parti de bunu yapmış oldu.

ERDOĞAN’DAN BAĞIMSIZ SÜREÇ ANALİZİ DE, ŞARTLARDAN BAĞIMSIZ ERDOĞAN ANALİZİ DE YANLIŞ

Siz gündelik siyaseti yakından gözlemlemenin yanı sıra, zamana dayanıklı zihniyetlere, süreçlere de odaklanıyorsunuz. Geleneksel özne-yapı dikotomisini hatırlatarak sorarsam, AK Parti’deki dönüşümde siyasi özne ve aktörler ile siyasi süreç ve yapılar arasındaki etkileşimi nasıl okuyorsunuz? Belli bir süredir, AK Parti iktidarındaki kırılma evreleri tartışılıyor. Kimi çevreler “aktör eksenli” okumaya ağırlık verip AK Parti’nin veya Erdoğan’ın başından beri bugünkü çizgide olduğunu düşünüyor. Bu çerçevede, biraz önce yaptığınız “süreçlere ağırlık veren analizler” de çoğu zaman “Erdoğan’ın günahlarını aklamaya yönelik bir teşebbüs” olarak okunuyor. Siz aktör ile süreç/yapı arasındaki ilişkiyi nasıl oturtuyorsunuz?

Bu eleştirileri yapanlar kolaycılığa kaçıyor. Çünkü aktörler de, süreçler de var ve ne her zaman aktörler, ne de her zaman süreçler önde; bazen aktör, bazen süreç önde. Nasıl oluyor bu denge? Zihniyete bağlı. Otoriter zihniyete kayıldıkça tabiî ki aktör öne çıkar. Çünkü otoriter ya da ataerkil zihniyetin zaten olumladığı, doğal kıldığı bir hiyerarşi var. Hiyerarşiyi anlamlı ve gerekli bulduğunuz zaman, hiyerarşinin tepesindekinin gücü artar.

2008 ile 2016 yılını mukayese ettiğimiz zaman AK Parti’deki hiyerarşi aynı mıydı, değildi. 2008’de bakanların nasıl çalıştığını biliyorum. Bakanlar, Erdoğan’ın verdiği talimatları sorgusuz-sualsiz uygulamıyorlardı. Dolayısıyla özne etkili değildi. Kürt sorunuyla ilgili Çözüm Süreci nasıl yürütüldü, diye bakıyoruz; başında Beşir Atalay’ın olduğu bir heyet vardı ve heyet, aldığı kararları uyguluyordu. Heyetin aldığı kararları Erdoğan bazen beğenmiyordu ama fark etmiyor, süreç devam ediyordu. Dolayısıyla o dönem süreç çalışıyordu. Zaten bunun böyle olduğunu apaçık görüyoruz. Erdoğan’ın katıldığı toplantılarda saatlerce oturup insanları dinlediğini, not aldığını, o notları dikkate alarak hayata geçirmek için girişimde bulunduğunu, Akil İnsanlar Grubu’nun nasıl oluştuğunu biliyoruz. Belirli bir yönde gitsin diye gerçekten uğraşıldı.

Ancak biri çıkıp “Buna tam olarak inanıyor muydu?” diyebilir. Ancak bu etik olmayan ve zımnen kimlikçiliği ima eden bir soru olur. Karşınızdaki kişi de “O sırada hangi laik siyasetçi Kürt sorununun çözümüne tam olarak inanıyordu?” diye sorar. Hangi lider, hangi entelektüel gerçekten böyle bir yatırıma sahipti? Böyle bir şey yok. İnsanlar siyasete tabiî ki kendi istekleri için giriyorlar ama mecbur değiller.

Bu eleştirileri yapanların şunu da düşünmeleri lazım: “Kardeşim, o zaman ben de girseydim siyasete. O da bir vatandaş, ben de bir vatandaşım.” Bugün eğer Erdoğan kötü yönetiyorsa, bunun sorumlusu sadece o veya çevresi değil; siyasete girmeyenler de sorumlu. Çünkü siyasete girmeyenler girmediği sürece başkaları girecek ve başkaları girdiği zaman da kendi bildiği gibi yapacak.

Tayyip Erdoğan, en azından çok açık şekilde iki döneme sahip ve bu etrafındaki insanların gücüyle orantılı. Ama çok daha önemli olarak, ele alınan projelerin gerçekçiliğiyle orantılı. Bu gerçekçiliği kaybettiği anda, hele Suriye meselesi ortaya çıktıktan sonra, iki aktör arasındaki güvenin tamamen ortadan kalkmasıyla beraber gidelebilecek bir yer kalmadı ve bunun üzerine de çok önemli bir konjonktürel olay oldu: Kasım 2015 seçimlerindeki büyük başarı. O noktada Tayyip Erdoğan’da bir ustalık hayali, bir belki ikinci Atatürk olma hayali zaten vardı. Ama o noktadan sonra hem şartlar ona ‘uygun’ başka bir yön bırakmadı hem de o şartlarda kendi isteklerini hayata geçirebileceğini gördü ve onu yaptı.

O yüzden de şartlardan bağımsız bir Tayyip Erdoğan analizi ne kadar anlamsızsa, Tayyip Erdoğan’ın öncelikleri ve kişiliğinden bağımsız bir süreç ya da koşul analizi de o kadar anlamsız. Niye Erdoğan’ın analizine ihtiyacımız var? Çünkü bütün bu işler otoriter bir yapıda oluyor. Mesela şu anda görüyoruz; bütün sistem keyfi hâle geliyor ama hiçbir şey olmuyor. Kimse kamusal karşılığı olan bir itiraz seslendirmiş olmuyor. “Böyle de olur mu?” diyoruz, şikâyet ediyoruz ama toplum olarak itiraz etmiyoruz. Çünkü toplum değiliz. Cemaat olarak bakıyoruz ve dindar cemaat yanlışı görmesine rağmen, kimliğinden hareketle bir şey yapmamayı tercih ediyor. Laik kesim ise kimliğe vurarak siyaset yaptığı için zaten siyaseti ıskalıyor. O zaman keyfiliğe razı olmuş oluyoruz. Bir tarihçi şunu da diyebilir: “Kardeşim zaten siz 800 yıldır keyfi yaşıyorsunuz, dolayısıyla size uygun olan bu.”

15 TEMMUZ’UN GERÇEK HİKÂYESİNİ GÜLEN MENSUPLARI YAZABİLİR

O bahsettiğiniz dönüşüm evresinde kritik bir 3-4 yıllık evre var. Bu evrenin en kritik anının 15 Temmuz darbe teşebbüsü olduğu söylenebilir. Size 15 Temmuz’la ilgili birbiriyle ilgili birkaç soru sormak istiyorum: 15 Temmuz sizin için neydi? Aktörü kimdi? Amacı neydi? Türkiye’nin darbeler tarihi içindeki yeri neydi? Milletin sokağa çıkıp bunu engellemesi ve darbe direnişine öncülük etmesinin tarihsel anlamı nedir?

15 Temmuz’u bir sürü insan yazacak. Herkes kendi zaviyesinden yazacak ama tarihsel açıdan gerçek ve doğru bir metin sadece ve sadece içeriden yazılabilir. Yani 15 Temmuz’u yapan cemaatin kendi iç mekanizmasından hareketle yazılabilir. Diğerleri bence fazlasıyla ideolojik kalacaktır.

Ben çok ilginç bir dönem yaşadım. Zaman gazetesinde, Mayıs 2014’e kadar 12-13 yıl yazdım. Bütün bu 17-25 Aralık ve sonrası günlerinin bizzat içinde oldum. Neredeyse her pazartesi günü, 40-50 kişilik geniş yayın toplantısı vardı. Onlara katıldım ve orada her şeyin açık açık konuşulduğu ve daha dar sohbetlerde daha da açık konuşulduğu bir ortamdaydım.

Oradaki izlenimlerimden hareketle söylüyorum; ben kendinden bu kadar emin insanlarla dünyanın başka hiçbir yerinde karşılaşmadım. Gördüklerime inanamıyordum. 17-25 Aralık sırasındaki bütün o bir sene boyunca, yani Mart 2013’ten Mart 2014’e kadar ortam şöyleydi: “AK Parti iktidardan düşecek, Tayyip Erdoğan bir daha hiçbir şekilde siyasette olmayacak. Yüzde yüz.” “Yüzde 1 bile şansı yok mu?” diyordum, “Yok” diyorlardı. Niçin? Çünkü bunun böyle olacağını Fethullah Hoca söylüyordu ve Fethullah Hoca 40 yıldır hiç yanılmamıştı. Fethullah Hoca ne yaptıysa başarılı olmuştu. Yurtdışı örgütlenmelerde, yurtiçi teşkilatlanmasında; okulları, dershaneleri, devletten aldıklarını düşünün. İsteyip alamadığı tek şey 2011 seçimlerindeki milletvekilleriydi. Kopuş da orada oldu zaten. İstedi, alamadı ama hayat içinde isteyip de alamadığı başka hiçbir şey yoktu ve bu insanın başarısız olabileceği, yanlış öngörüde bulunabileceği hiçbir şekilde Gülen Cemaati mensuplarına mantıklı gelmeyen bir önermeydi.

O yüzden kendinden çok emin olan ve adım adım tarihin belirli bir yöne doğru gittiğini düşünen ve kendilerini de bunun ajanı, bunun öznesi olarak gören insanlardı bunlar. Benim katıldığım sıradan toplantılarda bile insanlar buna benzer fikirlerini çok doğal bir şekilde söylüyorlardı. O yüzden de, Mart 2014 yerel seçimlerinde büyük hayal kırıklığına uğradılar. Benim işten atılmamın da nedeni o. Çünkü ben yerel seçimlerde AK Parti’nin başarılı olacağını yazıyordum, tüm yönetim kadrosu da benim yanıldığımı söylüyordu. “Yolsuzluklar var ama sizin yaptığınız geri tepecek. Bu bir darbe girişimi, hatta yarı darbe” diye yazmıştım. Bu yazdıklarıma da izin vermişlerdi. O zamana kadar hiçbir yazdığım sansürlenmemişti. Bu da ilginç. O kadar kendilerinden emindiler.

Mart seçimlerinde iktidar başarılı olunca, bir karar verildi. Mesela Pazartesi toplantılarına ben artık çağrılmamaya başlandım, yazılarım azaltıldı. O noktadan sonra bence adım adım bir başka döneme hazırlanmaya başladılar. O zaman birisi, “Bunun sonunda darbe olur mu?” diye sorsaydı, bir şey söylemem çok zor olurdu ve muhtemelen de “Olmaz” derdim. Çünkü başka yollar var. Ama aradaki çatışma, yani birbirini deşifre etme, sürekli MİT ve Emniyet üzerinden Gülen Cemaati ve iktidarın birbirini takip etmesi, birbiri hakkında dosya biriktirmeye başlaması bir noktadan sonra işin patlayacağını ortaya koydu. Dolayısıyla 15 Temmuz’a böyle gelindi.

Bu 2 sene tam da Kasım 2015 seçimlerinden itibaren devam eden yeni döneme denk geldi. Yani Tayyip Erdoğan’ın, “Ben ustayım, tarih bana bir şans verdi. Tek başıma artık bu ülkeyi yönetebilirim ve Türkiye’ye damgamı vurabilirim. Tarihe geçebilirim. Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden kuran kişi olarak tarih sayfalarına yazılırım” gibi bir bakışının olduğu bir döneme geldi.

Aynı anda da bir başka dinamik var, onun üzerinde durmadan bütün bu olayı anlayamayız. Gülen Cemaati’nin tepe noktalarından gazeteye gidip gelen insanlar da bunu bana defaatle ve yakınarak söylemişlerdi; hiçbir zaman AK Parti’yi rakip olarak görmediler, onların esas rakibi Milliyetçi Hareket Partisi’ydi. Çünkü bürokraside onlar vardı ve bütün temel hedef, bürokraside MHP’lilerin yerine geçmek ve o noktadan sonra AK Parti’yle pazarlığa oturmaktı. AK Parti iktidarda kalsın veya kalmasın, çok da önemli değildi; zaten onu ele geçirmek kolaydı. Sosyolojik olarak zaten Gülen Cemaati’nin yüzde 70’i AK Parti’ye oy veriyordu ve AK Partili üç dört aileden en az birinde bir Gülen Cemaati mensubu yaşıyordu. Yani sosyolojik olarak o kadar girift bir durum vardı ki, AK Parti’yi ele geçirmek zaten kendiliğinden olan bir şeydi. Ama bürokrasiyi ele geçirmek zordu. O yüzden de MHP ile Gülen Cemaati arasında esas büyük kavga vardı.

Ve 15 Temmuz, MHP’nin eline kontra hareket imkânı verdi: Gülen Cemaati’ni temizlemek ve yeniden MHP’yi devlete taşımak. Bunun da aracı Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde ve tek adamlığında olan bir AK Parti’ydi. MHP’yle beraber o dönem eğer koalisyon yapanlar varsa, tek adam tarafından yönetilen AK Parti’yi çoğulcu bir AK Parti’ye tercih ettiler. Çünkü tek bir adamla konuşuyorsunuz, anlaşıyorsunuz ve yüzde 45-50 alıyorsunuz. Bundan daha güzel bir siyaset, bundan daha beleş bir iktidar olabilir mi? Dolayısıyla da Cumhurbaşkanlığı Sistemi hemen kotarıldı ve Tayyip Erdoğan’ın önüne kondu. Cumhurbaşkanlığı Sistemi onlar için; bunu sunanlar için MHP ve uzantılarının (muhtemelen ayrı paslaşmalar ve pazarlıklar üzerinden) bürokrasiye hâkimiyeti, devletin de AK Parti’ye hâkimiyeti demekti. Bence çok da akılcı bir proje ve nitekim bu proje başarılı oldu. Sonuçları Türkiye için çok kötü ama proje en azından şu ana kadar başarılı.

ERDOĞAN TOPLUMA YENİ BİR HİKAYE SUNDU

15 Temmuz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önüne iki farklı güzergâh koydu: Yeni bir Anayasa ile yeni bir cumhuriyet kurma ve/ya kısmi değişikliklerle konjonktürel ama güçlü bir iktidar. Sizce Erdoğan tarihe kalıcı bir damga vurmak, güçlü bir miras bırakmak yerine neden konjonktürel bir kazanımı tercih etti?

Tayyip Erdoğan’a sorsak, hangisi daha konjonktürel? Tayyip Erdoğan’ın ağzından şöyle bir cevap verebilirim: “Bu çoklu, çoğulcu yapılar her an kırılabiliyor. Bir sürü insanla uğraşman lazım, bir sürü denge gözetmen lazım. Halbuki ben doğruyu da, ne yapılması gerektiğini de biliyorum. Önemli olan, benim dediklerimi yapacak bir bürokrasi, başka bir şey değil.” Bu durumda hangisi daha istikrarlı? Nitekim Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ni hep istikrar üzerinden lanse ettiler. İstikrar şuradan geliyor: Eğer sen doğruyu bildiğine inanıyorsan, otoriter bir zihniyet içinde düşünüyorsan, doğruyu bilen insan olarak en tepedeysen ve senin dediklerini yapacak bir bürokrasi de ortaya çıkmışsa o zaman demokrasiye ne gerek var ki? Doğruyu yaparsın zaten ve bütün bunları da millet için, vatan için diyerek, tek bayrak, tek devletle süslersin ve buradan bir yeni hikâye üretebilirsin.

Aslında nasıl buraya geldik diye baktığımız zaman insanlar belki de şunu göremiyorlar: Tayyip Erdoğan, bize arkaik gibi gözükse de bu dediğim şekilde topluma yeni bir hikâye sundu. Toplum, alternatifi ile mukayese ettiği zaman bunun daha güvenilir, daha sağlam olduğunu düşündü. Ama bu olayda toplum dediğimizde asıl kastettiğimiz dindar cemaat. Ötekiler, yani laik kesimin en azından bir bölümü ise, şu anda gördüğünüz gibi, bu hikâyeyi hiç de garipsemedi. Yabancı karşıtı, bağımsızlıkçı, anti-emperyalist dürtüler laik kesimde de güçlü. Nitekim bugün niye Doğu Perinçek bu kadar ortalıkta? Şu anki iktidar aslında dindarların iktidarı değil ama dindarlar çoğul olduğu için onlara jest yapmak gerekiyor. Tayyip Erdoğan da zaman zaman onlara jest yapıyor.

Esas olarak iktidara baktığımız zaman, bence yüzyıllık perspektifle baktığımız zaman devletin bir kere daha kazandığını söyleyebiliriz. Devlet ile toplum arasında bir demokrasi gerilimi varsa, bu gerilim geçmişte yine devlet lehine sonuçlanmıştı. 28 Şubat’ta o gelenek iflas etmişti ve artık bir daha olmaz sanılıyordu. Ama şu anda görüyoruz ki, devlet aslında bizden daha akıllıymış. Yani bu toprakların neye evet neye hayır diyeceğini, neye eğilim göstereceğini gayet iyi biliyor ve o eğilimleri besliyor, destekliyor.

Bugün Tayyip Erdoğan’ın megalomanisini de devlet besliyor aslında. Ayasofya açıldı, laik kesimden niye çok fazla bir ses çıkmıyor? Çünkü aslında onların da hoşuna gidiyor. Bu “one minute”e benzer bir durum. “One minute” çok başka bir bağlamda yaşandı ama Tayyip Erdoğan’a çok prestij getirdi. Laik kesimde de getirdi. Bu tür bir ortak aura var. Aynı ortak aura Mustafa Kemal’i Mustafa Kemal yapıyor. Yani kimliklerin dışına çıkartarak kimlik üstü bir özelliği varsa Mustafa Kemal’in, bu bağımsızlıktan gelen anti-emperyalist özelliği ve dolayısıyla bu ülkeyi kurtaran kişi özelliğiyle bunların birleşmesi sayesinde. Dindarlar üzerinde ne kadar baskı olursa olsun, onun bu farklı özelliği onu bir anlamda siyaset üstü kılıyor. Şimdi Tayyip Erdoğan da millilik üzerinden siyaset üstü olmaya çalışıyor. Ortakları da onu bu yönde destekliyorlar, çünkü aslında onlar biliyor ki bu kendi iktidarları, Tayyip Erdoğan’ın iktidarı değil.

Tayyip Erdoğan aslında tarihsel olarak bir illüzyon yaşıyor. Birçok yerde de söyledim; Şekspiryen bir figür. Tarihin bir şekilde kullandığı, yıprattığı ve bir yerde de bırakıp devam edeceği figürlerden biri ama devlet öyle değil. Devlet, kendi konsolidasyonunu şu anda yeniden yaptı ve buradan yeniden bir demokratik düzene geçiş kolay mı, ne kadar kolay, bunlar Türkiye için şu anda açık sorular.

Siz öteden beri Türkiye’nin normalleşmesinde, demokratikleşmesinde muhafazakâr-dindar kesimin rolünün altını çiziyorsunuz. Çoğu insan AK Parti iktidarının bugünkü siyasetine bakıp tam tersi bir kanaate sahip. Cumhur İttifakı’nın kendi tabanını yarattığı, AK Parti tabanının da değiştiği, statükoculaştığı yorumları yapılıyor. Bu tabanın dönüştüğünü düşünüyor musunuz? Bu dönüşüm, muhafazakâr-dindar taban ile ilgili düşüncelerinizi değiştirdi mi?

Bir kere tabanı başka bir yere taşıdı ama o başka bir yer, çok yabancı olunan bir yer değil. Zaten Türkiye’deki muhafazakâr dediğimiz o üçte ikilik kesimin içinde biraz daha dindar olan, kendini biraz daha muhafazakâr olarak gören ya da biraz daha milliyetçi olarak tanımlayan insanlar var ama her üçünden de birtakım dozlar iç içe karışmış durumda. Tabiî 2000’lerin başına gelene kadar Cumhuriyet’in de getirdiği bir sonuç olarak, bu kesimin hamaset dışında, sıradan gündelik anekdotlar dışında gerçek bir entelektüel tartışma zemini, onları taşıyacak bir aydın zümresi yok. Bu çok dalgalanan, herhangi bir yöne doğru akabilecek olan kaygan bir zemin. O yüzden de onları taşıyacak olan siyasi aktörün ne yaptığı çok kritik.

Türkiye’de kamusal alanın hiyerarşik yapısı, devlete ulaşmanın zorluğu, sivil toplumun güçsüzlüğü gibi nedenler, siyasete bağımlı cemaatler üretmiş durumda. Bu geniş, amorf cemaatler dünyası da siyasete muhtaç; siyasetin yönlendirmesi ve rehberliği dışında kendine ait olan bir gücü yok. O zaman siyaset onları dozaj olarak daha dindar da yapabilir, daha muhafazakâr da yapabilir, daha milliyetçi de yapabilir. Bütün bunların ötesinde, başka bir eksen olarak daha otoriter veya daha demokrat da yapabilir. Orada hepsine uyum sağlayabilecek olan bir insan grubu var ve her zaman çoğunluğu sağlayabilirsiniz. İşin ilginç tarafı şu: Demokrat önermeler yaptığınızda da, otoriter önermeler yaptığınızda da o çoğunluğu sağlayabiliyorsunuz.

Ama uzun süre aynı çizgide giderseniz, sosyoloji sizi kaçınılmaz olarak bir ayrışmanın eşiğine getirebilir. Bu ayrışma küçük kopuşlar hâlinde olacaktır. Yüzde 65’lik büyük kesimin en fazla yüzde 10-12’lik bir grubunun demokrat bakışı, özgürlükleri olmazsa olmaz görmeye başladığını düşünüyorum. Ama bunların gücü nedir diye baktığınız zaman, bunlar eğer bir siyasi karşılık bulamazsa güçleri yok. Kararsız olarak kalırlar, protesto oyu olurlar, giderler HDP’ye oy verirler veya son seçimlerde olduğu gibi İmamoğlu’na oy verirler. Bir şekilde göstermek istiyorlar kendilerini ama bunu kendi inandıkları bir ideolojik çerçeve içinde gösteremiyorlar. Öte yandan da onun dışında bir çoğunluk hâlen kalıyor. Ama bir süre sonra bu yüzde 10-12 belki yüzde 20-25 olacak ve oradan kaçınılmaz olarak bir tür siyasallaşma doğacak. Bu türden bir gelişme, küreselleşmenin ve Türkiye’nin dünyaya entegre olma durumunun devam etmesine ve yeni bir siyaset bakışına, yeni paradigmalara, yeni hikâyelere sahip siyasi partilerin ortaya çıkmasına bağlı.

SADECE İKTİDARLA MÜCADELE TÜRKİYE’Yİ DEĞİŞTİRMEZ

İktidarın 15 Temmuz’dan biraz önce başlayıp hâlen kısmi güncellemelerle sürdürdüğü beka-güvenlik söylemine karşı muhalefet alternatif bir söylem ve siyaset üretemiyor. Siyaset üretmek yerine iktidarın kendi kendine tökezlemesinden medet umuyor. Yeni siyasi partiler kuruldu ama muhtemel etkileri ile ilgili yorum yapmak için henüz erken. Kısacası, muhalefete baktığınız zaman ne görüyorsunuz?

Problemi doğru tanımlarsak, daha doğru bir çözüm yolu bulabiliriz. Problem, şu anda Tayyip Erdoğan’ın geldiği noktada yürüttüğü Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin içinde kullandığı keyfilik, baskı nedeniyle özgürlük alanlarının daralması mıdır, yoksa problem, tam da bunun şu andaki devlet tarafından destekleniyor olması, dolayısıyla da Cumhuriyet’ten bugüne kadar gelen büyük bir akımın parçası ve hâlâ değişmekte direnen klasik devlet mekanizmasına sahip olmamız mıdır? Tayyip Erdoğan geçici bir figür müdür, yoksa kalıcı bir figür mü? Yani Tayyip Erdoğan gitse her şey normale mi dönecek, yoksa Tayyip Erdoğan gitse bile biz normal olmayan bir ülke miyiz?

Eğer birincisini söyler ve olan biteni Tayyip Erdoğan’ın üzerine yıkarsanız, o zaman Tayyip Erdoğan’ın yanlışlarına itiraz edersiniz, muhalefet bu olur. “Baro düzenlemesi yanlıştır” dersiniz; “Ayasofya’yı böyle alet etmemek lazım” dersiniz; “Hapisteki insanların çıkarılması lazım, tutuksuz yargılama olsun” dersiniz. Bütün bu uygulamalara itiraz edersiniz. Bunun da bir getirisi var. Bu da boş bir muhalefet değil, çünkü bundan muzdarip bir sürü insan var. Görüyorlar, yaşıyorlar ve buna itiraz edilmesini istiyorlar. Ama bununla Tayyip Erdoğan’ı yenseniz bile devleti yenemezsiniz.

Devleti yenmek, devleti demokratik yönde değiştirmek demek. Böyle bir şey istiyorsanız, o zaman devleti bütün bu geleneğiyle birlikte muhatap almanız lazım. Yani buna zaten “Tayyip Erdoğan yapıyor da oluyor” diye bakmamamız lazım; “Tayyip Erdoğan, nasıl bu kadar kolay yapıyor?” diye bakmamız lazım. O yüzden, kendimize de bakmak gerekiyor. “Yahu ben ne biçim vatandaşım” dememiz lazım. “Ben vatandaşlığı böyle anlıyorsam tabiî ki Tayyip Erdoğan öyle davranır” diyebilmem lazım. Buradan giderek de kendimi de içine alan, farklı bir kamusal alan üretmek için bir yeni ama gerçekçi hikâye üretmem lazım.

Şimdi bu hikâyeyi kim üretebilir? Ben laik kesimin üretebileceğini sanmıyorum, çok zor. Potansiyel olarak tabiî ki üretebilir, laik kesim içinde bunu yapabilecek insanlar var. Ama CHP geleneği açısından baktığım zaman, bu tür bir adım tek parti dönemiyle de yüzleşmek demek. Birinci Meclis, İkinci Meclis, yani 1920 ile 1923 Meclisleri arasındaki farkı bir problematik olarak Türkiye tarihinde ortaya koymak demek. 1910-15 yıllarındaki laiklik anlayışıyla otuzlardaki laiklik anlayışını bir problematik olarak Türkiye’nin önüne getirebilmek demek. Çünkü 1910-15’lerdeki laiklik anlayışı, oradaki tartışmalara, entelektüelliğe baktığımız zaman bugün arayıp da bulamayacağımız bir laiklik anlayışıydı.

Aslında bir bütün olarak baktığımızda birçok açıdan “gerilemekte” olduğumuzu, Cumhuriyet’in bizi “gerileme” sürecinden kurtaramadığını, göreceli olarak baktığımızda diğer toplumlar kadar ilerleyemediğimizi, gelişemediğimizi görmemiz ve bununla beraber, bu bütünlük içinden bir hikâye çıkarmamız lazım. Bunu ben CHP geleneğinin yapabileceğini pek sanmıyorum. İstekli olanlar olabilir. Ama mesela İYİ Parti’nin de bununla çok fazla derdinin olmadığını düşünüyorum.

Buna karşılık yeni kurulan partilerin bunu yapabilecek bir sosyolojiden geldiklerini düşünüyorum. Yani eğer bunu yapabilecek birileri varsa, bu kişilerin muhafazakâr kesimden gelmesi ve demokrat zihniyet içinde kendisine, kendi geçmişine ve tabiî çok kritik olarak, kendi dindarlığına da demokrat perspektiften bakmayı sağlayan bir yaklaşım sahibi olması lazım. Kendini kayırıp, kendine bakmadan başkalarına baktığın zaman zaten demokrat değilsin. Orada da problem; kendi muhafazakârlığına, kendi dindarlığına, kendi milliyetçiliğine kritik bakan ve bunu irdeleyen bir bakışın ortaya çıkması ve bunun üzerinden de yeni bir Türkiye hayalinin topluma sunulması.

Çok açık söylemek gerekirse, eğer Türkiye demokratikleşecekse, bence muhafazakâr kesimden bir partinin, siyasi hareketin çıkması ve “Farklı bir muhafazakârlık mümkün, farklı bir milliyetçilik mümkün, farklı bir dindarlık mümkün” demesi gerekiyor. Bu, ataerkil otoriter zihniyetin dışına çıkarak gerçekleşebilir ve bunun sosyolojik tabanı şu anda hem laik kesimde hem de dindar kesimde oluşuyor. Türkiye’nin geleceğini bu sosyolojik taban kurabilir ve kurtarabilir, ama siyaset sahip çıkarsa. Ancak bu tabiî ki kolay bir siyaset olmayacaktır, çok emek verilmesi gereken bir siyaset olacaktır, çünkü insanlar buna alışık değil. Duyduklarında farklı şekilde yorumlamaya daha müsait olabilirler. Klasik eğilimler devam ediyor olacak.

İslami kesime baktığın zaman herkes AK Partili aslında, çünkü AK Parti 18 yıl iktidarda kaldığı için taban şu an bir AK Partililik gölgesi altında yaşıyor. Refleksler o yönde… Öbür tarafa baktığımız zaman da laik refleksler hâlâ kaçınılmaz olarak var. Bunlarla derinlemesine uğraşmak bir entelektüel faaliyet, dolayısıyla da bu tür bir açılım yapacak, eşik geçecek olan siyasetin entelektüel olmadan bunu yapabilmesi mümkün değil. Ama aynı zamanda topluma dokunmadan da yapabilmesi mümkün değil. Dolayısıyla, yerel entelektüellerini üretmesi gerekiyor. Yerelde bu tür bir bakışı taşıyacak olan ve kendi etrafında bunun tohumlarını serpecek olan bir yeni sosyolojik hareketlenme gerekiyor. Sadece merkezle, sadece iktidarla yapılacak olan bir siyasi mücadele Türkiye’yi değiştiremez.  

TÜRKİYE’NİN SORUNLARI CEMAATÇİ BAKIŞ AÇILARIYLA ÇÖZÜLEMEZ

Her şeyin iktidar ile muhalefet arasındaki rakamsal oy dengesine indirgendiği, muhafazakâr tabanın bu kadar güçlü bir şekilde iktidarla ve iktidarın imkânlarıyla özdeşleştiği, buna anlam yüklediği bir yerde bunu ne kadar mümkün görüyorsunuz? “Bu seçim meselesinin ötesine geçelim, toplumsal dinamiği ne kadar taşıyabilecekler ona bakalım” diyorsunuz. Bunu mümkün görüyor musunuz?

Bunun imkânları ikili: Bir, bunun aksi devam edebilir mi? İkincisi de, bu söylediğimden yaşayabilir, rantabl bir ekonomik, siyasi, hukuki sistem üretilebilir mi? Birincisi, büyük bir ayak bağı. Mesela şu anda topluma aynî yardımların ne kadar olduğunu biliyoruz. Bu yardımları alan insan sayısının 15-20 milyon arasında olduğu söyleniyor. Buna bağımlı hâle gelmiş olan bir kitle var. Ayrıca ihale sistemiyle, birtakım derneklere olan bağışlarla tamamen organik bir şekilde devletle bütünleşmiş olan bir muhafazakâr dünya var.

Bu insanlar kendi avantajlarını bırakırlar mı, buradan uzaklaşırlar mı? Bu insanlara gerçek durumdan bağımsız, normatif olarak soru sorduğumuzda, şu anki sistemin doğru olmadığının hemen herkes tarafından kabul edildiğini görüyoruz. Ama realiteye geldiğimiz zaman da, kendi menfaati için bu yanlış sistemin şu anda devam etmesinden yana.

Ama bir soru daha var: Bu yanlış sistemin devam etmesi gerçekçi mi? Bu yanlış sistem devam ettiği zaman ne kadar daha sana bu paralar gelebilir? Şu an Türkiye devleti, Merkez Bankası rakamlarına baktığımız zaman iflasın eşiğinde gözüküyor. Artık ancak daha fazla para basarsan ve aynı zamanda dövizi baskı altına alırsan, bu paraları yeterli miktarlarda dağıtabiliyorsun, ki bu da sistem artık yürümüyor demektir.

İnsanların yeni bir sisteme kulağının açık olduğunu varsayabiliriz. Birinci koşulu, insanların “farklı bir sistem nasıl olabilir diye bakabildiği” bir noktada olduğumuz şeklinde yanıtlayabiliriz. Bu önemli bir imkân, çünkü bunun aksi olsaydı, demokratik yönde bir geçişin çok zor, hatta imkânsız olacağını düşünürdüm. Çünkü sistem devam ediyorsa, paralar geliyorsa, bu böyle 10-20 sene daha devam edebilirse ya da örneğin Türkiye petrol bulursa, o petrolün parasını Finlandiya gibi paylaştırmaya başlarsa Türkiye’den itiraz çıkmaz; petrolün bitmesine kadar bekleriz. Ama şu anda böyle bir durum yok.

Yeni partiler şu mesajı verebilir mi? “Benim kuracağım sistem öyle bir sistem olacak ki, sen bu yardıma muhtaç olmadan iş bulacaksın ve sana yeterli olan parayı kazanabileceksin ve bu para da çocuklarının sağlığına ve iyi eğitimine yeterli düzeyde olacak.” Bunu üretebilir mi? Türkiye’nin verilerine, fiziksel imkânlarına baktığımız zaman teorik olarak bu mümkün. Türkiye’nin tarım ve sanayide geldiği nokta, sadece farklı bir zihniyet çerçevesinde oluşacak bir örgütlenme sayesinde şimdikinin çok üzerinde katma değer yaratabilir, teknoloji bazlı sanayiye doğru gidebilir. Çünkü ona uygun bir genç nüfus ve bilgi birikimi var.

Dünyayla entegre olma süresi ve savaş yaşamama süresi çok uzun. Biz dört beş nesildir savaş görmedik, bilgi birikimi açısından üst üste koyduk. Belki milli gelir çok fazla yerinden oynamadı, gerçek rakamlara indiğimiz zaman bir tür yerinde sayıyor gibi bile gözükebiliriz ama dünyayı bilme, anlama, adapte olma, entegre olma yeteneklerinin çok yüksek olduğu bir toplum burası. O yüzden ikincisi de mümkün.

Bu, aynı zamanda ideolojik kıskaçların kırılmasını gerektiriyor. Bir anlamda kabukların yırtılmasını, gemilerin yakılmasını gerektiriyor. Tarihe çok geniş bir perspektifle bakıp kendimize şunu sormamızı gerektiriyor: Bütün yaşadığımız tarih yok olsaydı, şu anki 83 milyon bu toprağa paraşütle inseydik, burada nasıl bir düzen kurmak isterdik, nasıl yaşamak isterdik? Burada nasıl bir siyasi sistem oluşturmak, nasıl bir kamusal alan yaratmak isterdik? Özgürlükleri nasıl tanımlardık?

Bu tabiî tüm kesimlerin işin içine girmesini gerektiren bir olay, o yüzden de ancak bir davetle mümkün olabilir. Herhangi bir kimliğe mensup bir siyasi partinin o kimliğe tutunarak yapabileceği bir şey değil, kimliklerin aşılması gerekiyor. O yüzden de ideal durum, iki kesimden iki partinin işbirliğiyle bunun kotarılması. Bu aslında bir tür çözüm süreci gibi bir şey. Çözüm Süreci’ni devlet PKK ile yaptı, burada bizim kendi kendimizle bir çözüm süreci üretmemiz lazım. Çünkü şu anda yaşanan şey giderek bataklık hâline gelen bir problem alanı. Görmezlikten gelemeyeceğimiz bir problem alanı ve onu çözmek için de cemaatçi bir bakış yeterli değil.

Cemaatçi bakış zaten bu problemi üreten olgulardan biri. O yüzden keşke CHP’de de böyle bir akım, böyle bir açılım olsa ve onunla muhafazakâr kesimden gelen partiler arasında bir farklı diyalog, birbirini anlama ve birlikte üretme kanalları açılsa; bunun hem entelektüel hem de sosyolojik karşılığı olur. Mesela bunun yayın organı, enstitüsü olsa, başka enstitüler buraya katkı yapsa ve bu bir tür iş ve amaç birlikteliğine dönüşse. Çünkü toplumu aynı bırakarak siyaseti değiştirmemiz de mümkün değil. Şu anda yüzde 20-25’lik bir kesim bu potansiyeli seziyor ve ona uygun adımları da gördüğü zaman beğeniyor.

Uygun bir taşıyıcı bekliyor diyorsunuz.

Aynen öyle. Ama öyle bir noktadayız ki, sanki birden fazla taşıyıcının etkileşim sistemi çok daha güçlü bir sinerji yaratma şansına sahip.

MEŞRUİYETİN BEKADAN DAHA ÖNEMLİ OLDUĞU BİR TÜRKİYE’YE DOĞRU GİDİYORUZ

Son olarak, gelecek projeksiyonunuzu almak istiyorum. Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu dönemi geçici veya süreli bir nevi fetret evresi olarak mı görüyorsunuz? Kalıcı bir durum olarak mı değerlendiriyorsunuz?

İnsanlar bana analiz yaptıktan sonra, “İyimser misiniz?” diye soruyorlar. Ben hep iyimser olduğumu söylüyorum ve de çok basit olarak, “Türkiye o kadar temelsiz, kurumsal yapılar o kadar oynak ve toplum o kadar kaygan, o kadar sıvı hâlde ki; iyi şeyler de, kötü şeyler de kalıcı olmuyor. Dolayısıyla, kötü şeylerden sonra da iyi bir şey yapma şansı tarihsel olarak çok hızlı bir şekilde doğuyor diye cevaplıyorum.

Bu yaşadığımız birkaç sene de tarihsel olarak hiçbir şey değil. Öte yandan iyi şeyler de dayanmıyor. Onları da kalıcı kılmak çok zor. Ama kötü şeyler de kalmıyor… Kalıcı kılmanın gereklerini de şimdiye kadar yapmadık, çünkü insanlar kolay yolu seçiyorlar. AK Parti’nin ilk dönemi gibi. Siz bir şey yapıyorsunuz, işler iyi gidiyor; bunu yapmışken, “Daha derinlikli bir dönüşüm şimdi riskli, ne gerek var?” diyorsunuz. Şu an nasıl olsa sistem yürüyor diye düşünüyorsunuz; memnunsunuz, oy alıyorsunuz, iktidarsınız ve böyle olduğu zaman da derine inmeden, tohum yeterli derinliğe ulaşmadan bir hasat oluyor ama o hasat bir sonraki dönemin bitki örtüsünü üretemeyebiliyor.

Ama bu imkân şu an gene mevcut. Şu yaşadığımız dönem yeni bir şeyin tohumunu ekmiş durumda. Bu yeni partiler de bence biraz öyle. Yeni partilerin üreteceği şeyler çok daha kritik. Boyları ufak olabilir ama söylem açısından çok daha esnekler. Yeni partiler ne isterlerse söyleyebilirler. Çünkü yüzde 25’e sahipseniz, “Şunu söylersem bu olur, bunu söylersem bu olur” diye korkarsınız ama zaten oyunuz yüzde 2-3 diye başlamışsa kaybedecek bir şeyiniz yok. Yüzde 3, iki buçuğa inse ne olur? Ama eğer Türkiye’yi yakalarsanız, o yüzde 3 belki de 13, 23 diye gidecek. Belki de başka bir olay yaratacaksınız.

O yüzden bu yeni partilerin korkmayıp cesur olma şansları var. Kullanırlar mı kullanmazlar mı göreceğiz ama eğer kullanırlarsa ve bu şansı karşı tarafın önünü kapatmadan kullanırlarsa, yani laik kesimin, kendisine benzemeyenlerin önünü kapatmadan kullanırlarsa ve aynı zamanda kendilerine karşı da kritik bakabilirlerse; yani bizim dindarlığımız nasıl bir dindarlık, bizim milliyetçiliğimiz nasıl bir milliyetçilik diye sorarak ilerlerlerse, o zaman Türkiye’de hızla bambaşka bir konuşma atmosferi ortaya çıkabilir. Bu konuşma atmosferinin bizi nereye götüreceğini öngörmek mümkün değil. Ama çok hızlı şekilde kendi içsel potansiyellerini kullanan bambaşka bir ülke olmaya doğru gidebiliriz.

Burada da o kritik ikili, yani beka ve meşruiyet hâlâ geçerli. Bütün bunlar olurken gerçekçi olmaktan da uzaklaşmamamız gerekiyor. Bu yola girecek olan partiler kendi bekalarıyla ilgili tabiî ki bir kaygı taşıyacaklar. “Ayakta kalır mıyım?”, “Bunu topluma anlatabilir miyim?”, “Toplumun yanlış anlamalarını giderebilir miyim?”, “Başıma bir şey gelir mi?” kaygıları tabiî ki olacak.

Ancak ben meşruiyetin bekadan daha önemli olduğu bir Türkiye’ye doğru gittiğimize inanıyorum. İyimserliğim biraz burada. “Meşru olanı yaparsam zaten beka sorunum kalmaz” diye bir bakışa doğru gidiyoruz. Meşruiyet gerçekten kritik, hele ki dünyanın gözü önünde bir şey yapıyorsanız. Türkiye’nin demokratik dönüşümü dünyanın gözü önünde bir dönüşüm olacak ve aslında bütün bir İslam âleminin gözü önünde bir dönüşüm olacak.

Türkiye’nin kendi bölgesinde, Ortadoğu’da ve İslam âleminde bir tür öncü, yaptıklarıyla gösterge olma imkânı var mı, bence var. O toplumların içinden baktığımızda gerçekten de Türkiye’ye öyle bakılıyor. Türkiye böyle bir demokratik dönüşüm yaparsa, kendisinin elinde olmadan dünya barışına büyük bir hizmette bulunacak. Çünkü çevre ülkelerde buna benzer hareketlenmeler ve buna benzer sosyolojik ve entelektüel cereyanlar ortaya çıkacak. O yüzden de bu yapılacak olan şey basit, küçük bir şey olarak kalmayacak. Çünkü sonuçta burası hâlâ Osmanlı İmparatorluğu. Beğensek de beğenmesek de.

- Advertisment -