Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı ilk okuyuşum değil. Bu şiirsel başlık beni zaman zaman kendisine çekmiş olduğundan, ara ara canlanan bir heyecanla farklı çevirilere yönelmiş, ama her defasında belirli bir eksiklik duygusuyla, heyecanımı sürdüremeyerek öylece yarım bırakmışımdır. Açık bırakılan her kitap gibi hem tamamlanmamış hem de nedensiz bir biçimde aklımda kalmıştır. Bende yer etmesi, tuhaf biçimde, içinde yazdıklarından çok üzerimde bıraktığı duygusal etki nedeniyledir ve belki de şiir, tam olarak bu demektir! Yani, nedensiz etkisinden çıkamadığımız, içimizde yer ettiğini hep hissedip açıklayamadığımız sözler.
Şimdi bir kez daha, bu defa Gürsel Aytaç çevirisinden (İletişim Yayınları) okuyorum. İlk satırlardan itibaren, sorunun artık çeviriyle ilgili olmadığından eminim. Bu oldukça güzel bir çeviri. Kitabın kendisinden ya da kendimden kaynaklandığı konusu, hiç olmadığı kadar net. Bu kitapta aradığım her neyse, o tam olarak yok ama buna rağmen etki etmesine neden olan bir şeyler var. Açıklanamaz bir şeyler.
Okurken, yine devam edemeyip bırakacak mıyım diye düşünürken buluyorum kendimi. Bu kez daha kararlıyım; ama kararlı olmamın tek nedeni kitabı bitirme azmi değil; bitiremediğim takdirde bunun nedenini bulmak gibi bir meselem var, bu kez. Neden bu ve bu gibi kitapları heyecanla elime alıp sessizce bir köşeye bıraktığımı bilmek istiyorum. Bunu gerçekten istiyorum. Anlı şanlı pek çok kitabı bitiremeyişim üzerine belli belirsiz düşünsem de, hiç bu kadar kararlı bir tutumla üzerine düşünme iradesine yaklaşmamıştım.
Önce, kitabın cezbedici olma nedenini düşünmeliyim belki de… Başlama nedenimi bulmalıyım. Bir kere Rilke, mistik bir şair ve Melih Cevdet’in bir yerde dediği gibi, “bir şair ne yazarsa yazsın -ya da ne yaparsa yapsın da denilebilir! – öncelikle şairdir” sözünde olduğu gibi, yazdıklarının içinde gizli şiirselliği bulmak istiyorum. Hele ki bu mistik bir şairse, her halinin şiirle iç içe yaşanan bir kendinden geçme hali olduğu bile söylenebilir.
Rilke’nin, dünyanın çalkantısı karşısındaki hassas ruhunun içsel isyanıyla yaşantısı arasındaki ilişkiye dair ipuçları bulabileceğimi de düşünüyorum. (Kitabın asıl önemi de burada yatıyor belli ki.) Bir de bambaşka bir kültürden ve tecrübeden gelse de bize söyleyebildiği zamansız ve mekânız neler var acaba diye merak ediyorum. Şiiri tam da böylesi bir zamandan ve mekândan bağımsız oluşla ilişkilendiriyorum. Yersiz yurtsuz, kaynağını şairin de bilemediği esrarengiz dizeler olarak görüyorum. Rilke’nin esrarengiz sıradanlığından, sıradan kelimelerle esrarengiz sıra dışılıklar yaratma ustalığına giden yolu bulmak istiyorum.
Başlıyorum okumaya. Rilke’yi düşünüyorum okurken. Yaşadığı şehrin sokaklarında hissettiği yalnızlığın gözleriyle bakıyor her şeye. Kendi hayatını bütünüyle insanlara bağışlıyor. Şiiri için kendinden bütünüyle geçiyor sanki! Böyle olunca, yazın bütün şehirlerin kokması, bir köpeğin havlaması, bir horozun ötüşü gibi sıradan ayrıntıları hiç kimsenin göremeyeceği bir özgünlükle görüyor. Aslına bakılırsa, baktığı her şeyde kendi ruhunun iniş çıkışlarını, içine düştüğü çıkmazları, heyecanlı kımıldanışlarını görüyor demek, daha doğru. Bir horozun ötüşü, hayatının bütün uyuşmalarına, insanların her türlü tepkisiz isyansızlıklarına karşı sarsıntılı bir yeniden canlanmaya, taze bir isyana neden oluyor.
Satır aralarında, hasta olmaktan ve ölmekten korkuyor Rilke besbelli. Bu kadar hayat dolu bir hayatın bu kadar hiçlikle bitmesini hiç de şiirsel bulmuyor belli ki. Eskiden insanların daha az korktuklarını düşünüyor: “Eskiden insanın, ölümü bir meyvenin çekirdeği gibi içinde taşıdığını biliyorlardı (belki de bunu seziyorlardı). Çocukların içindeki küçüktü, büyüklerininki büyük. Kadınlarınki kucaklarında, erkeklerinki göğüslerinde. Buna sahiptiler ve bu, insana acayip bir asalet ve sakin bir gurur verirdi.” (s.10)
İnsan, ölümden uzaklaştıkça ölümsüzlükten de uzaklaşıyor ve hiç olmadığı kadar telaşlı, hiç olmadığı kadar hırslı ve hiç olmadığı kadar acımasızlaşıyor. Hayat hızla kayıp gidiyor ve sonlu olan her şey gibi bunaltıcı bir darlıkla insan ruhunu sararak hapsediyor. Ölüm, hapisten kurtulmanın tek çaresi. Ve ölüm, içimizdeki hapishanenin sonsuz kaderi. Asil bir kurtuluş: “Ölümü zırhlarının altında bir esir gibi taşıyan bu adamlar; çok yaşlanmış ve ufalmış, sonra da muazzam bir yatakta bir sahnede gibi bütün ailenin, hizmetçilerin ve köpeklerin önünde asil ve saygınca öbür tarafa giden bu kadınlar. Hatta çocukların, çok küçüklerin bile herhangi bir çocuk ölümü yoktu; kendilerini tutarak şu an oldukları ya da gelecekte olacakları hale göre ölüyorlardı.” (s.14)
Bir şair için, karşılaştığı insanlar kendi ruhunun harekete geçmiş yüzleridir. Yaşanan, ne kadar dışarda olursa olsun bütünüyle içsel bir deneyimdir. İçten dışa taşan ne varsa insanlar onu canlandıran birer aktöre dönüşmektedir. Ne var ki oynayan kim olursa olsun senaryo hep şairin kendisine aittir. Bir şair için düşünülebilecek en son şey başkasının yazdığı bir senaryoda yer almaktır. Şairlik hayatın senaryosuna karşı kendi senaryosunu yazmaktır belki de. Böyle olduğunda, her şeyde kendini görür ve hayatın her hali kendisiyle dopdolu hale gelir. “Sonra uzun boylu, zayıf bir adam köşeyi döndü… Bir sevinç gülümsemesini bastıramıyor, gülümsüyordu, geçen her şeye, güneşe, ağaçlara. Adımları küçük bir çocuğunki gibi çekingendi ama alışılmamış derecede hafif, eski yürüyüşünün hatırasıyla dopdolu.” (s.15)
Aradığım gibi satırlar bulmanın keyfiyle devam ediyorum Rilke’nin notlarını okumaya. “Eski yürüyüşünün hatırasıyla dopdolu” mesela, ne kadar da şiirsel! Ve çok geçmeden çok önemli bazı başkaca düşünceleriyle karşılaşıyorum. Tam olarak şairliğin sırrını veriyor Rilke: “Ah, gençken yazılmışsa dizelerin pek değeri yoktur. Acele etmemek gerekir, mana ve tat toplamalı, bütün ve mümkünse uzun bir hayat boyunca ve sonra en sonunda belki iyi olan on satır yazabilir.” (s.16)
Sonra şu çok önemli düşüncesi geliyor: “Çünkü dizeler, birçoklarının dediği gibi, duygular değildir (bunlara insan yeterince erken yaşta sahiptir), dizeler de deneyimlerdir. Bir mısra için insanın birçok şehir görmesi, insanlar, şeyler, hayvanlar tanıması gerekir, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli ve küçük çiçeklerin sabah hangi kıpırdanışla açtığını.” (s.17)
Dizelerin duygulardan ibaret olmadığı, yaşananların içimizde kendi hayatını bulduğu tecrübeler olduğunu söylüyor Rilke. Bu tam olarak bizim şiirimizdeki eksiklik belki de. Biz şiiri fazlaca duygu işi olarak görüyoruz. Oysa yaşamak ve yaşadıklarımızın içimize işlemesinden gelen melodiyi duyabilmek şiirin kapısını açıyor. Bunun yoluysa duygudan çok deneyimden geçiyor. Anıların içinden çıkıyor şiir. Acıyla sevmekten, çocukluk ümitlerinden, beklenmedik karşılaşmalardan, umulmadık anlardan, içinde tutulamayan sevinçlerden, çaresiz bekleyişlerden, yıldızsız gecelerden süzülüp geliyor. Uzun ayrılıklardan, hüzünlü vedalaşmalardan, sevimli buluşmalardan ve heyecanlı bakışmalardan… “Ama ölmek üzere olanların da yanında olmuş olmak gerekir, ölmüşlerin yanında oturmuş olmalı, açık pencereli ve kesik kesik gürültülerin olduğu odalarda. Hatıraları olmak da yetmez. Onları eğer çoksa unutabilmek de gerekir, ayrıca tekrar gelmelerini beklemek için büyük sabır ister. Çünkü henüz tam hatıra olmamışlardır. Bunlar ancak içimizde kana, bakışımıza ve hareketlerimize dönüşünce ve adsızlaşıp kendimizden ayırdedilemez olunca, ancak o zaman çok ender bir saatte bir dizenin ilk kelimesi onun ortasında ve onların içinden ortaya çıkar.” (s.17)
Bu heyecan verici başlangıç satırlarından sonra bir anda soluveren bir çiçek gibi bitiveriyor kitap. Bir kez daha devam edemiyorum. Gündelik ayrıntılarda boğuluyorum. Rilke’nin hassas ve hüzünlü şair dokunuşlarını göremez oluyorum. Rilke’yi görememeye başlıyorum, çünkü çok fazla kendini anlatmaya başlıyor. Kendinden geçmişlik hissinin şiirselliği gerçeklikle karşılaştığında sert biçimde yeniliyor. Şiirsel dokunuşları yitip gidiyor ve ben bu gibi kitapları neden bitiremediğimi anlıyorum.
Tıpkı iyi bir şiir gibi iyi bir kitabın da yaşananlardan yayılan henüz yaşanmamışlıklarla yüklü olduğunda gerçek anlamını bulduğunu düşünüyorum.