Yerli dizilerimiz, arızalarını alâmet-i fârika gibi koruyarak o farklı “tür”ü, 21. Yüzyıl’da da prime time’a taşımayı becerdi. “Seyir ticareti” yerli yerinde yani.
“Ayrı bir tür” derken sadece yerli yani “buralı” olmasını değil, ayırıcı vasfını ortaya koyan tüm karakterini kast ediyorum. “Cins”liğini her teferruatından alarak, film, dizi kategorisinde ayrı bir yere yerleşiyor. Uzatmayayım… Hani bir vakayı anlatırken “yerli dizi gibi” denir ya, işte öyle bir şey.
“Mevzulu yerli diziler”i başka bir yazıma taç eylemeyi düşündüğümden, meramım o değil zaten. Yerli diziler gibi yine hayat(ımız)a benzeyen/benzetilen, hatta “hayatın içinden”, tam göbeğinden ekrana gelen “reality dizi”lere, özellikle MasterChef’e değinmeye çalışacağım. Ki o program reyting ülkesindeki tahtını, en ağlamaklı yerli diziye bile kaptırmıyor.
Uluslararası konseptin yerli ve millî uyarlamasıyla vücut bulan böyle programların, toplumsal ilgi endeksinde elektrikli yerli arabayı bile solladığı söylenebilir. Zira “motor”u ithal de olsa, “Bismillah” deyip kalkınca kendi ürettiği sosyal elektrikle yıllarca giden modelleri var.
Ülke realitesine uyarlanan o “tür”e de, Reality TV Show yerine bu yazı “format”ında “dizi” demek istiyorum. Zira Survivor, MasterChef, Yemekteyiz gibi sürgit programlar da sezonluk, onlarda da rol kesenler, adına “konsept” denilen kaba senaryolar, reyting uğruna akıllara seza kurgular, yerli ve millî kurallar, tabular var. Ayrıca yerli dizilerdeki gibi o millî dinamizmde de jüri ve yarışmacıların çoğu rolünü, -sürümdeki söyleme uyarak- millî hamasetler, içi boş ceviz vecizeler, “ey ey de hey hey”lerle seslendiriyor.
Bir dargın, bir barışık…
Hemen hepsi ithal ve pandemik olan ama oynak konseptiyle nabza uydurulan millî yarışma dizilerimiz, o koltuğa yeni oturan politikacılar gibi katılımcıların “sınıfsız, zümresiz, kaynaşmış” söylemleri, tebessümleriyle başlıyor. Eğreti her gülümseme gibi de ömrü dakikaları geçmiyor.
Kısa sürede taraflar, düşmanları ve arada bir oraya, bir buraya sallanan birkaç yarışmacı ortaya çıkıyor. Başlangıçta ara(f)dakiler iki tarafa düşman olarak varlıklarını sürdürmeye, giderek “dost bildikleri”yle sandıkta eleme amaçlı koalisyonlar kurmaya çabalıyor.
Takımların birbiriyle mücadeleleri, içerdeki “hizip”lerle de kavgaya dönüşüyor. Arada göstermelik ateşkesler, “Bırak böyle kalalım, bir dargın bir barışık /nasıl olsa dünyada, bütün işler karışık”la geçiyor zaman.
Hemen her yerde kamera olmasına rağmen “gizli” dedikodular, yoruma, algıya yahut vasıfsız kötülüğe dayalı “sıradan” iftiralar, ad takmalar, etiketlemeler, küçümsemeler, hakaretler, “makul şiddet”in kıyısından dönüyor. Dizinin hayattan tek farkı da burada: İyice abartırsan diskalifiye oluyorsun.
Evet, tümü hayata benziyor. İzdivaç, giyim programları gibi MasterChef de ana tema üzerinden insan hikâyeleri… Ulusal konseptiyle “ülke hikâyesi”ne dönüşüyor. Üstelik TV dizilerindeki gibi hayata ite kaka “benzetmek”, mesela yoksul köylü kızını oynayacak artistin kalem (çizme) kaşına kıl, avucuna –yıkanabilir- kına, diline aksan yapıştırmak gerekmiyor. Bazıları –doğuştan kabiliyet- rol kesse de çoğu sadece toplumsal rollerini, olmadı “hayalindeki ben”i oynuyor.
Yargılara dayalı tulûat
MasterChef de yanlış anlama ve anlaşılmanın, derdini anlatamamanın, gerçeği bilerek-bilmeyerek farklı aktarmanın bu ülkede ne kadar kolay, sıradan olduğunu belgeliyor. Yanlış anlayanların, aktaranların bir bölümü hakîkaten samimi gibi. “Bayram haftasını mangal tahtası anlamak” yıpranmayan bir atasözümüz zaten. Programda Karagöz ve Hacivat’ı andıran güncellenmiş bir gölge oyunu, doğaçlaması yargılara dayalı bir tulûat, bir iletişim parodisi dönüyor sanki.
Oradaki tüm karakterleri uygun/uydurulmuş senaryoyla yerli diziye yerleştirsen, “cast”ı, dramaturjisi neredeyse tamam. Hâlihazırda hepsi “ünlü. “Rol yapma” yeteneği dersen, o da dert değil. Birçok yerli dizideki gibi reklamı, özetiyle iki buçuk, üç saati bulan sürenin çoğunu bağırıp çağırarak, bakışarak, derin derin düşünerek, uzaklara dalarak, oradan oraya dolaşarak geçirecekler. (Öylesine yazmıştım bu satırları ama düşününce fena fikir değil)
Aralarında bazen başka yarışmalarda pişmiş figürler olsa da, oyuncuları başlangıçta profesyonel sayılmaz. Ama birkaç bölüm sonra saçları başları, auraları aksesuarları, makyajları filan değişiyor. Toplumsal bir figür olmak zor elbet. Yönetmenler de, onlar da sosyal medyada reytingin “kaşla göz arasında” değişebileceğinin farkında. Kaş yaparken göz çıkarsan bile, onun da meraklısı çok, reytingi sağlam.
Hayatın tıpkısı olması bir yana… Seyredeni de o hayatın, stüdyodaki o habitatın içine alıyor, en azından sosyal medyada onu da “dizi”nin kadrosuna katıyor.
Her akşam seyrede seyrede o “dizi”nin, o “yarışma”nın kahramanlarına alışmak, onları “ev”e, gündelik hikâyelere, tartışmalara, esprilere eklemek bir bakıma kaçınılmaz. Zira alışkanlık, postu en kolay serdiğimiz zaafların başında geliyor.
Tıbbi ya da mecazî anlamıyla olsun, herkesin röntgeni ortada. Kurgu gerektirmeyen dramlarını, kadersizliklerini tek tek öğreniyorsun. Onları halandan, dayından daha çok görüp, daha iyi tanıyınca da içselleştiriyorsun. Ekrandan içselleştirmenin zararı, götürüsü, bedeli, cefası-vefası filan da yok. Çünkü hepsi ekranda, sezon bitince gözden ırak, dışarıda…
Kışın Survivor, yazın MasterChef
Yarışmacıları destekleyenler kısa sürede “Ben şucu’yum, o bucu” diyerek keskin sınırlarla ayrılıyor birbirinden. Hepsinin ayrı argümanları, “Ama…”ları var.
Başta Survivor olmak üzere MasterChef’de de süreç başlangıçta güçlü-kuvvetli, çalçene, yumruğu ya da lafı “kodu mu oturtacak” figürlerle “efendi”ler arasındaki mücadeleyle geçiyor gibi. Millî hamaseti, polemiği sağlam olanlar alkışın önemli bir bölümü toplarken, toplumun şefkatine, daha kılcal duygularına hitap edenler de terazinin minderli kefesine yerleşiyor.
Yarışma formatı, insanları açlıkla terbiye yahut edepsiz eden Survivor’dan bu manada farklı da olsa Total’de, AB’de birinciliği kimseye kaptırmayan MasterChef de reytingini benzer duygular, iletişimler, saflaşmalarla kazanıyor. Kışın Survivor’da koşturanlar, yazın Masterchef’de mutfağa doluyor herhalde.
Onun daha kanlı canlı, belki daha “kasketli-halkçı” hâlini aynı kanalın “Yemekteyiz” versiyonunda görüyoruz. O da hayata çok benziyor ama yine de MasterChef ona nal toplatıyor. Zira yarışmacı terkibinin her telden cazibesi bir yana MasterChef’te bir hükümet var.
MasterChef’deki hükümet
Öncelikle otoriter, dediğim dedik, yerli mi yerli, millî mi millî bir başkan (millî chef) var. Azarlamayı pek sevdiğinden olsa gerek uçan kuşa göz açtırmıyor. O kabinenin sert kanadı, pardon tavanı.
Onun yanında ecnebi kökenli kamusal iletişim bakanı (millî damat) duruyor. Güleryüzlü, Türkçe’yi pek sevimli bulduğumuz gibi kırık dökük konuşan, kelimeleri sürekli yanlış telaffuz eden (böylece onu “Seni gidi seni” diyerek sürekli düzeltebiliyoruz) Türk yemeklerini öve öve bitiremeyen, atasözlerimizi her fırsatta dublajlayan bir motif.
Onlara göre en solda ise Avustralya’da yaşayan, aksesuarları, şef bıçaklı küpeleri, giysileriyle daha “alafranga”, esprili ama fazlasıyla sarkastik bir dışişleri bakanı var. “Tatlı sert” gibi gözükse de tutumu, o deyimi hâlâ yaşatan mirasın gereğine uyarak her zaman “otorite”den yana. Tespihi elinde olmasa da, boynunda… Bu yönleriyle “tatlı”lığı da bitter. Başkan yani millî chef öyle, konsept öyle, ne yapsın…
Otorite, buyurganlık, azar vb. kantarında yerli MasterChef, Batıdaki muadillerinden kıyaslanmayacak ölçüde okkalı. Mesela millî chef “Süre bitti!” deyince yarışmacılar üzerlerine silah doğrultulmuş gibi anında ellerini havaya kaldırıyor. Kamera, ışığa yakalanmış tavşan gibi öylece duran yarışmacıların yüzlerini tek tek, uzun uzun çekiyor. Korku, gerilim had safhada…
Azarlamasan mutfağı böcek götürür
Bu terkipte bir dirhem baharat olarak “şefkat”, bazen gözü yaşlı, abartılı “empati”ler de görülebiliyor. Nihayetinde o baharat da hükümetin haklılık endeksine, “sever de, döver de”yi ekliyor.
O yönüyle de hayatımıza benziyor. Yarışmacıların öyle kafasına estiği gibi davranmasını, muhabbete limon sıkmasını, her şeye nane olmasını zank diye önleyen “otorite” herkesin hoşuna gidiyor gibi. “Çık dışarı, defol”a varan gündelik reaksiyonları, “Git duvarın dibinde tek ayak bekle”yi andıran cezaları, “haklı” azarı seviyoruz. Kulaklarını çekmesen, mutfağı böcek götürecek maâzallah. Atasözümüzden mülhem “Kedinin kabahatini önüne koyuyorlar, öyle dövüyorlar”… (¹)
Survivor gibi orada da, o olağanüstü reytingde de taraftarlık, herkesi peşinden koşturan o “his”, birine dost, diğerlerine düşman olmak önemli. O çorbada da seyircinin tuzu, “dizi”ye yamaklığı şart. Sosyal medyadan bakınca, hemen her akşam aynı saatte göre göre o karakterlerin ruhuna bürünenler bile var.
Ahmet’in boyu posunca kibri, Ayşe’nin miniş minyon sempatisi, Hasan’ın “ağzına vur lokmasını al” efendiliği, Fatma’nın haklı çaçaronluğu , “Adamım Ali” filan olmasa Yemeklerin Efendisi o reytingi nasıl toplasın?
Balı keçiboynuzu gibi
Programın havasına girdiğim için pek denetleyemediğim bu bombardımanın ardından… O programdan, duyduğum kadarıyla bu yıl biraz daha öne çıkarılan MasterChef Class’lardan yararlı, pratik, meraklısının uygulayabileceği lezzetli yemek tüyoları, pişirme teknikleri, püf noktaları da edinmek mümkün elbette. Onu es geçmiyorum ama o kısmı keçiboynuzu gibi. Balını çıkarmak için kabuğunu kemirmen, o tefrikayı iştiyakla takip etmek için sebat göstermen ve kavgaya girmemen lazım. Programı kaydedip, kumandanın forward tuşuna basarak meseleyi hızla çözmen de mümkün.
Reytingini o “class”lardan değil online “hayat mektebi”nden alıyor zaten. Mutfağını, kilerini yenileyip, ev ahalisine bir kaşık amuse-bouche sunduktan sonra onları lime, siyah havuç, siyah sarımsak, ricotto, parmesan, karidesli ravioliyle kıvama getirip, darbeyi kuşkonmaz eşliğinde ördek wellingtonla vurmayı planlayan milyonlar yetişmiyor memlekette. Beni mahcup edercesine, programda sık sık yarışmaya 100 bin adayın başvurduğu vurgulanıyor ama… Çarpım tablosuyla sınırlı, alaylı muhasebeme göre, bu sayı doğru değilse normal de, doğruysa hafif anormal.
Günlük yayın akışını 09.00-13.00 arası tekrarı, 20.00-24.00 arası prime time’da günceliyle dolduran program, uluslararası örneklerinden farklı olarak alabildiğine “sündürme”yi de zorunlu kılıyor. Aynı süreyi tepe tepe kullanan yerli TV dizilerindeki gibi MasterChef de uzattıkça uzatıyor. En tipik olanı ise yapılacak yemek, yeni kurallar ve yapılan yarışmanın derecelendirmesi açıklanırken başvurulan “cümle uzatma” teknikleri. Söyleyeceği pek bir şey kalmayan politikacılar gibi millî chef’ler de aynı cümleyi farklı kelimelerle inşa ederek, cümleye takla attırarak, aralarda uzun “es”ler vererek Zamanın –da- Efendisi oluyor.
(¹) İlk kez 1990’daİngiltere’de yayınlananMasterChef, 2010’da ABD’de ünlü şef Gordon Ramsay’le yayına başlayınca büyük popülerlik kazanmış. Ramsay’in ekranlardaki şöhreti ise ABD’de 2005 yılında yayınlanan ve yarışmacıları her türden mobingle püre gibi ezen Hell’s Kitchen’dan geliyor.