Ana SayfaManşetDemokrasinin iç düşmanları: popülizm, ultraliberalizm, mesihçilik

Demokrasinin iç düşmanları: popülizm, ultraliberalizm, mesihçilik

Mesihçi siyaset, kibirli bir güç kullanımı içerir ve demokrasinin temel ilkelerini kendi dışındakiler için geçerli addetmez. İnsanlar hiçbir zaman eşit değildirler ve özgür olmaları halinde eşitsizlikleri derinleştirirler. Egemenlik eşitsiz bir özgür insan topluluğuna ait olduğunda ise dünyanın düzeni büsbütün bozulacağı için aleme nizam vermesi gereken birileri her zaman olmalı, o da “en demokratik” dogmalara sahip uluslardan çıkmalıdır.

Geçen haftaki yazının kaldığı yerden, Todorov’un, Demokrasinin Samimi Düşmanları (Everest Yay.) kitabında sorguladığı temel meseleden devam edersek, Soğuk Savaş’ın bitmesi, Nazizm ve Komünizm gibi totaliter rejimlerin demokrasi karşısında yenilgiye uğramalarıyla birlikte önemli bir kırılma yaşanmıştır. Korkulacak dış düşmanlar bir bir ortadan kalkmış (2000 sonrası dönemi ayrıca analiz etme gerekliliğini akılda tutarak elbette!) ancak bir süre sonra demokrasiler beklenildiği gibi bir özgürlük ve adalet ülkesi haline gelememiş, tehditleri kendi içlerinden üretmeye başlamışlardır. Bu tehditler, dışarıdan saldıranlara kıyasla çok daha üstün bir niteliktedir çünkü bizatihi demokrasinin kendi ürünleridir.

Todorov’a göre, demokrasinin bu üç iç düşmanı, popülizm, ultraliberalizm ve mesihçi siyaset anlayışıdır. Demokrasiyi korumak artık bir iç meseledir. Tehditler, hiç olmadığı kadar “demokratik”tir, o nedenle, onu korumak artık soğuk savaş koşullarında ya da dış tehditlere karşı mücadele verilen zamanlarda olduğu gibi anti-demokratik yol ve yöntemlerle mümkün değildir. Buna karşın, “mutlakçı güvenlik”, “yabancı korkusu”, “radikal koruma”, “koruyucu kapanma”, “genelleşmiş gözetim” ve “kontrolün hakim olduğu bir toplum” oluşturma hayali hepimizi kendi kendimizin ve de demokrasinin düşmanı haline getirmektedir. (s.57).

 Todorov’un kitapta ısrarla vurguladığı ana görüşünü yeniden hatırlamak gerekirse, özgürlük, eşitlik, egemenlik gibi demokrasinin vazgeçilmez niteliklerinden biri denge durumundan çıkar, ölçüsüz bir şekilde baskın hale gelirse aynı zamanda bir tehdide dönüşmektedir. Buradan hareketle diyebiliriz ki bu denge durumu elbetteki kendiliğinden oluşmaz. Uzun bir tarihsel ve toplumsal geçmişin üzerine oturur. Bu nedenle parlamentolardaki siyasi çizgiler birbirinin muhalifi ve karşıtı olduğu kadar tamamlayıcısı ve dengeleyicisidir de.  

Denge durumu dışarıdan güçler tarafından sağlanabilir bir şey değildir. Mutlaka her ülkenin kendi iç dinamiklerinden süzülüp gelmesi gerekir. Ölçü de böyledir. Her ulusun kendi ölçülerinin, kendi mizanının zaman içinde kurulmuş olması beklenir (Partiler rakip oldukları kadar birbirlerinin mizanıdır aynı zamanda!) Değilse, dönemlere ve dünyadaki büyük dönüşümlere göre değişen ölçüler demokratik düzenlerin içini çelişkilerle doldurur. Siyaset, kuralsız ve ilkesiz bir durumu idare etme oyunu haline gelir. “Kime göre eşitlik?”, “Kime göre özgürlük?”, “Hangi laiklik?”, “Hangi çağdaşlık?” sesleri çokça duyulur olur.

Bu gibi ölçüyü kaybeden ya da kaçıran demokrasilerde toplumsal ilerlemenin itici gücü olan farklılık ve görüş ayrılıkları hareket olmaktan çıkarak bütünüyle sözle yapılan bir alt-etme siyasetine dönüşür. Todorov’a göre popülizm tam anlamıyla demokrasinin içinin boşalması, eylemin yerini içi boş sözlere, karşılıksız vaatlere ve uygulanamayacağı bilinen projelere bırakmasıdır. Bu nedenle popülist, değişimi ve geleceğin yeni dünyasını arzulamaz. Değiştirmektir vaadi ama gerçek bir değişim olamayacağını bildiğinden muhafazakârlıkla birleştirilmiş bir eskiyi değiştirme ama durumu da istikrarlı bir şekilde sürdürme anlayışı hâkimdir. Bu nedenle çoğu kez tam olarak ne sol ne de sağdır.

Popülizm, demokrasinin demagojik halidir. Sözün anlamı kalmadığı için ne söylendiği değil onu kimin söylediği daha önemli hale gelir. Todorov için popülizm ütopyacılığın tam tersidir. Şimdi ve buradadır. Geçmişle ve gelecekle ilgilenmemekte, “en geniş kitlelerin kaygılarını tespit etmeye ve anlaşılması kolay fakat uygulanması imkânsız çözümler sunarak onları yatıştırmaya dayanan bir söylemle” duygulara oynar, “somut olanı, yakın olanı, hatta hemen olanı ön plana çıkararak, soyutlamalardan, mesafelerden, süreden kaçar.” (s.144).  

Popülizm, popüler olmayan ya da popülerlik getirmeyecek olanı fazla ciddiye almaz. Oysa, “Demokrat kişi, popüler olmayan değerleri savunmak, fedakârlıkları salık vermek durumunda kalabilir, zira o gelecekteki kuşaklar için de kaygı taşımaktadır; popülist ise, ister istemez geçici olan, anın coşkusu üzerine oynar. Genel çıkar adına demokrat, ülkenin azınlıkları yararına müdahale etmeye hazırdır; popülist ise çoğunluğun emniyetine sığınmayı tercih eder.” (s.144).

Popülist siyasetçi, büyük idealleri, yüce sözleri ya da erişilmez davaları bir yana bırakarak gündelik kaygılara, somut endişelere ve yakıcı sorunlara odaklanır. Yakındakine ve tanıdık olana göre kendini konumlandırır. Çözümden çok sorunun yakıcılığının hissedildiğini anlatır. Sorunları iyi görse de nedenleri ve tespitleri bütünüyle siyasileştirerek gerçek bir çözüm ihtimalini yok eder. Problemlerin nedenlerini kendine göre belirler.

Tanımadığı insanlar olarak başka halkların dramlarına kayıtsız kalır.” (s.145). Kendi içinde de benzer şekilde halkın bir kısmına kayıtsızdır. Hatta söyleminin coşkusuna kapılmayan kitleyi marjinalleştirmekten ve damgalamaktan çekinmez. Tekçi çözümler için tekçi bir toplum anlayışını hâkim kılmak ister. Bunun için yabancı düşmanlığı, ötekileştirme ve kutuplaştırma “işe yarar” metotlardır. Popülist siyasetçiler kendilerini sorumsuz hissederler. Sorumsuzca uygulamaları kolayca yapabilirler çünkü sorumlu, her koşulda geçmişte yapılanlar ve “başkaları”dır. Popülizm, egemenliğe olması gerekenin çok ötesinde bir anlam atfeder (çünkü popüler olan tam da bunu gerektirir!) ve onu kötüye kullanarak özgürlük ve eşitlik aleyhine dengeyi yerle bir eder. Ölçüyü büsbütün kaybeder.

Ultraliberalizme gelirsek, totaliter rejimlerin yenilmesi kolektivizmin, toplumculuğun ve hatta sosyalin de büyük ölçüde son bulmasıyla sonuçlanmış, ekonomik gelişmenin ana itici gücüne indirgenen sınırlandırılamaz bireyler hiç olmadığı kadar güçlenmişlerdir. “Toplum yoktur” denilebilecek bu dönemde halklar bir tür bireyler toplamı olarak görülmüş ama demokrasiler bunun bedelini hukuktan ve siyasal düzenden daha güçlü olan bireylerin ortaya çıkmasıyla ödemiştir. “İktidar artık halkın elinde değil, bizzat paradadır. Güçlü birey, iradesini çoğunluğa dayatmak için tüm olanaklara sahiptir.” (s.130).

İnsanın sadece evrensel insan haklarından değil aynı zamanda belli bir topluma ait olmaktan getirdiği hakları ve ödevleri vardır ve olmalıdır. Ultraliberalizm, demokrasi için gerekli olan sınırlandırma ölçüsünü bozucu bir etkide bulunur. Egemenlik ve eşitlik aleyhine özgürlüğü öne çıkarırken ortak yaşamın üzerinde var olduğu ortak değerler dizgesini bütünüyle sarsar. “Demokratik yaklaşım, bütün iktidarların sınırlandırılmasını gerekli kılar: Sadece devletlerinkini değil, aynı zamanda, özgürlük görüntüsü altında ortaya çıksalar bile bireylerin iktidarlarını da.” (s.134). Her siyasal toplum bireysel özgürlüklerle kolektif kamusal yaşam arasında bir denge oluşturmak zorundadır aksi halde ya siyasallığın yok olduğu baskıcı bir totaliteryen devlet rejimi veya bireylerin sultası altında ezilen bir rejim ortaya çıkar.

Liberalizmin bireysel gelişmeyi teşvik ederken hiçbir yeni ortak ideal önermemesi başıboş bir özgürlükçülüğün birbiriyle çatışmasına zemin hazırlar. Neoliberal politikalarla birleşen aşırı liberal görüşler, insanı ekonomik ihtiyaçlarına ve mutluluğu, daha fazla kazanca indirger. İnsanın üretkenliğini kendisinden bağımsız bir amaca dönüştürerek araçsallaştırırken hayatı da ekonomikleştirir ve duyguları ortadan kaldırarak ortada yaşanacak bir yaşam bırakmaz. Bu yaşandığında bir yandan toplumun üzerinde bireylerin sultası diğer yandan toplum için kendini feda eden “ekonomik birey”in kendini yok sayan dünyası aracısız bir çatışma yaşar. Yiten kolektivizmin yerini ekonomik bağımlılığın getirdiği amaçsız bir birliktelik alır. Eşitlik meselesi ekonomik eşitsizlikten ibaret hale gelir. “Gerçekte insanların ekonomik olduğu kadar toplumsal ihtiyaçları, kolektif olduğu kadar bireysel varoluşları vardır. Bu iki bakış açısı karşılıklı olarak birbirini sınırlar ve birbirini tamamlar.” (s.93).

Benzer şekilde mesihçilik de yine demokratik dengeyi ve ölçüyü bozan bir siyaset biçimidir. “İnsani iradenin iyiliği hâkim kılabileceği ve herkese selamet getirebileceği düşüncesi”ne yaslanır; “Bu mutlu olay cennette, biz öldükten sonra gerçekleşmeyecek, burada ve şimdi gerçekleşecektir…toplumun pek yakında radikal bir biçimde değiştirileceğini vaat eder.” (s.37). Burada amaç, yeni bir toplum ve yeni bir insan oluşturmadır. “Mevcut insanlar, iradenin çabası neticesinde mükemmelliğe ulaştırılabilecek olan şekilsiz bir malzeme olarak kabul edilir.” (s.37).

Devrimci sol ve “davacı sağ” siyasetler genellikle bu anlayışa uygun yapılardır. Demokrasinin kendi doğal seyrindeki uzun sürelere yayılan gelişim hızından rahatsız, aceleci, radikal ve “idealist” akımlardır. Başkası adına neyin daha iyi olduğunu tayin etme hakkına sahip olduğunu düşünen bir içeriği vardır. “Kurtuluşçu”dur. Halkın selamete ulaşması için lazım olan öğretiye büyük bir güçle bağlılık hali söz konusudur. Tarihe dayanır fakat onu mutlak belirleyici ve olmazsa olmaz yol gösterici olarak görmez. Tarihin yönünü belirleme hakkı her zaman tarihin kendisinde değildir. İnsanlar istenilen şekle sokulabilir. Toplumlar kendi hallerine -ve başıboş- bırakılmaları halinde sahip olunan özgürlükler yoldan çıkarıcı bir boşluğa götürücüdür.

Bu anlayış başka ülkelerin halklarını da “baskılar”dan ve “tutsaklıklar”ından kurtarma hakkını kendinde görür. Yeterince güçlüyse her türlü yere demokrasi ve özgürlük adına müdahale etmekten çekinmeyen bir savaş çığırtkanlığına soyunabilir. Dünyanın nereye gideceğine daha “erdemli” ve “güçlü” olanlar karar verebilir. Tarih, onu değiştirenlerin yönüne doğru ilerleyen, sonsuz bir seyir defteridir.

Mesihçi siyaset, kibirli bir güç kullanımı içerir ve demokrasinin temel ilkelerini kendi dışındakiler için geçerli addetmez. İnsanlar hiçbir zaman eşit değildirler ve özgür olmaları halinde eşitsizlikleri derinleştirirler. Egemenlik eşitsiz bir özgür insan topluluğuna ait olduğunda ise dünyanın düzeni büsbütün bozulacağı için aleme nizam vermesi gereken birileri her zaman olmalı, o da “en demokratik” dogmalara sahip uluslardan çıkmalıdır.

Todorov, demokrasinin artık dış düşmanlardan çok kendi iç düşmanlarıyla mücadele etmek zorunda olduğunu ve bunun dış düşmanla mücadeleden daha zor olduğunu belirtir. Çünkü bütün bunlar demokrasi adına yapılan şeylerdir ve demokrasinin kendisiyle mücadelesi kendine benzemeyenle mücadelesinden her zaman çok daha karmaşıktır.

Todorov’un kitapta vurguladığı bir sözle bitirirsek, demokrasiler totaliter -ve hatta otoriter- rejimlerde olduğu gibi mutluluk vaadinde bulunmaz, doğru yolu ya da hakikati göstermeye kalkmazlar. Tam da bu nedenle popülizm, ultraliberalizm ve mesihçi siyaset aslında anti-demokratik bir rejim özleminin demokrasi içindeki maskeli görünümünden başka bir şey değildir.

- Advertisment -