“Onlar Adnan Menderes’i bayrak yapsın, biz Nazım Hikmet’i yapalım”
Sosyal medyada dolaşan, ekmeğini onlar ve biz antagonizmasından çıkarmaya çalışan müflis bir komünist siyasetçinin konuşmasından başlayan tartışma ne kadar çok insanın yakın tarihi eğip bükerek kendi damak tadına uygun hale getirdiği gösterdi.
Aralarında gazeteciler, anayasa profesörlerinin bile olduğu bir çok insan tarih kitabını hoşlarına gitmeyen sayfaları kopararak okumuşlardı.
Siyah ve beyaz bu tarih kitaplarında ise kendi rengini kendi belirlemiş Mehmet Ali Sebük gibi isimlere tabii ki yer yoktu.
Hikayenin başında 60 yıl Türkiye’de düşünen herkese kan kusturan bir ceza kanunu maddesi var.
16 Temmuz 1938 günü Meclis’te 3531 sayılı yasayla Türk Ceza Kanunu’nun meşhur 141 ve 142. maddelerinde bir değişiklik yapıldı.
Adı verilmese de komünizmle mücadele için ceza kanuna konmuş 141. maddenin bu değişiklikten önceki hali şöyleydi:
“Memleket dahilinde, içtimaî bir zümrenin diğerleri üzerinde tahakkümünü şiddet kullanmak suretiyle tesis etmeğe veya içtimaî bir zümreyi şiddet kullanarak ortadan kaldırmağa ve memleket dahilinde teşekkül etmiş iktisadî veya içtimaî nizamları şiddet kullanarak devirmeğe matuf cemiyetleri tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse…cezalandırılır.”
Maddeden sadece üç kere tekrar eden iki kelime çıkarılmıştı: Şiddet kullanarak (kullanmak suretiyle)
Ama bu küçük rötuşla şiddet ve cebir şartı aranmadan her türlü komünist faaliyet, eylem, söz “rejimi yıkmaya teşebbüs” suçuna sokulmuş oldu.
Peki, Meclis neden durup dururken böyle bir değişikliğe ihtiyaç duymuştu?
Bu acil değişikliğin sebebi o günlerde görülmekte olan iki davada ceza verilmekte zorlanılmasıydı.
Harp Okulu ve Donanma Davaları olan bilinen davalarda askeri öğrencilerle birlikte üç ünlü isim de yargılanmıştı: Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı.
Nazım Hikmet, o sırada 36 yaşında genç bir yazar ve şairdi. Hem anne hem de baba tarafından üç kuşak devlete paşa, üst düzey vali ve diplomat olarak hizmet etmiş soylu bir aileden geliyordu.
Dayısı Atatürk’ün sınıf arkadaşı ve İstiklal Harbi kahramanı Ali Fuad Cebesoy’du. Daha çocukken Bahriye üzerine yazdığı bir şiiri çok beğenen Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın teşvikiyle, mahkemesinde yargılanacağı Bahriye’ye girmiş, sonra disiplinsizlikten subay olmadan ayrılmıştı.
Bir teoriye göre Cumhuriyet’le dışlanan İstanbul’un diğer soylu ailelerin iyi yetişmiş başka çocukları gibi o da tepki olarak komünist olmuştu. 30’lardan itibaren bu yüzden dokuz kez yargılanmış, kısa süreli hapis cezaları da almıştı.
Sürekli takibat altındaydı. 1938 yılının Ocak ayında kısa bir süre başına geleceklerden habersiz dergicilik ve sinema işleriyle uğraşıyordu.
Soruşturmanın nasıl başladığıyla ilgili iki rivayet var.
Birincisine göre Nazım Hikmet, bir gün önce çalıştığı sinemaya sonra Nişantaşı’ndaki evine gelen, hayranı olduğunu söyleyen üniformalı bir Kuleli Askeri Lisesi öğrencisini peşine takılmış bir ajan zannetmiş, durumu kendisiyle “ilgilenen” Emniyet başkomiserini arayarak bildirmiş ve peşine üniformalı askerler takmalarından şikayetçi olmuştu.
Başkomiser ise kendilerinin böyle bir şey yapmadığını söylemiş ama Nazım’ın bu telefonu daha sonra kendisini de içine alacak bir soruşturmayı tetiklemişti.
Diğer rivayete göre ise aslında olay Kuleli Askeri Lisesi’nde sosyalist fikirlere yakın olan öğrencilerin, Türkçü öğrenciler tarafından ihbar edilmesiyle başlamıştı. İhbarcı öğrencilerden biri daha sonra önce 27 Mayıs Milli Birlik Komitesi üyesi olacak, ardından emekli günlerinde ise tuhaf bir şekilde sosyalist örgütlerde bulunacak yarbay Sami Küçük’tü. İhbar üzerine okulda arama yapılmış ve dolaplarından tehlikeli, sol kitaplar çıkan 21 öğrenci gözaltına alınmıştı.
Tehlikeli kitaplar listesinde yok yoktu; Gorki, Zola, André Malraux’nun kitapları, İspanyol İç Savaşı, diyelaktik materyalizm üzerine kitaplar ve bir de Nazım Hikmet’in “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?”sü.
Kitabının askeri öğrencilerde çıkması ve kendisiyle görüştüğünü söyleyen bir öğrencinin ifadesi Nazım Hikmet’in ordu içinde komünist bir teşkilat kurmaya çalışmakla suçlanmasına yetmişti.
Nazım Hikmet komünistti ama Türkiye Komünist Partisi üye olmuş ama sonra ayrılmıştı.
Nişantaşı’ndaki evinde Hilmi Ziya Ülken’le birlikte bir dergi üzerinde çalışırken evi basılmış, kendisini önce Kadıköy İskelesi’nde bekleyen bir teknede sonra da tutuklu kalacağı açıktaki Erkin gemisinde bulmuştu.
O günlerde 28 yaşında, daha meşhur romanlarından hiçbirini yazmamış genç bir gazeteci olan Kemal Tahir’in gözaltına alınmasının sebebi de kitaptı. Ama kendi kitapları değil. Bahriye’de astsubay olan kardeşi Nuri Tahir’e Sabahattin Ali’nin kitaplarını vermekti suçu.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı ise eşiyle birlikte kurduğu Kıvılcımlı Kütüphanesi yüzünden soruşturmaya dahil olmuştu. Kütüphanenin müdavimi olan Kerim Korcan adında bir genç, buradan aldığı kitapları kurduğu kitap severler kulübündeki arkadaşlarıyla paylaşıyordu. Kitap alıp verdiklerinden biri de Yavuz zırhlısında askerlik yapan ağabeyiydi. O kitaplar yüzünden Hikmet Kıvılcımlı ve eşi de soruşturmada gözaltına alındılar.
Ama tabii ki savcı onları kitapları okunduğu ya da öğrencilere kitap verdikleri için değil, ordu içinde komünist örgüt kurup anayasal düzeni değiştirmeye çalışmakla, askeri disipline aykırı hareket etmekle suçladı.
Gazetelerde tek satır haber çıkmayan dava, Silivri açıklarındaki Yavuz zırhlısında görüldü. Ortada gizli bir ihbar mektubu, çelişkili bir tanık ifadesi ve bolca kitaptan başka bir delil yoktu. Ama komünizm korkusunun sardığı Ankara’yı bu “gizli” kitap örgütü çok telaşlandırmıştı. Cezalar da o nispette oldu.
Nazım Hikmet 28 yıl, Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı ise 15’er yıl hapis cezası aldılar.
Cezalar ağırdı. Hepsinin Ankara’da çevreleri genişti. Bunun bir adli hata olduğu ve düzeltilmesi gerektiğini düşünenlerin sayısı da çoktu.

Onlardan biri de Nazım Hikmet’in dayısı Ali Fuad Cebesoy’du. Ama kimse sesini çıkaramıyor, inisiyatif alıp adım atmak ve bu yüzden damgalanmak istemiyordu.
Kemal Tahir, Hikmet Kıvılcımlı İsmet Paşa’ya mektuplar yazarak uğradıklarını haksızlığı anlattılar ama işe yaramadı. Nazım Hikmet, hapiste tanıdıklarının teşvikiyle Kuvvai Milliye Destanı’nı yazdı ama o da işe yaramadı. Ona gizliden çeviriler yaptıran Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel bile komünistlere yardımla suçlandı.
Nazım Hikmet ve annesi Celile Hanım, hayattayken Atatürk’e mektuplar yazdılar, masumuz dediler, af dilediler ama hiçbir cevap alamadılar.

1945’den sonra hava değişti.
1950 seçimlerine doğru gidilirken, üç ismi içeriden kurtaracak bir af gündeme geldi ama sonra “komünistlere af çıkarılıyor” şayiasıyla tasarı geri çekildi.
Tasarı geri çekilince ümitlerini kaybeden Nazım Hikmet 14 Mayıs 1950 seçimlerinde günler kala açlık grevine başladı. Ama seçime kilitlenmiş ülkede sesini duyuramıyordu.

13 yıldır hapiste yatan oğlunun günden güne erimesine dayanamayan 70’li yaşlardaki annesi ressam Celile Hanım, bir pankart hazırladı, bir defterle Galata Köprüsü’ne çıktı ve oğlu için halktan imza toplamaya başladı.

Pankartta şöyle yazıyordu: “Haksız yere mahkum edilen oğlu nazım Hikmet açlık grevindedir. Ben de ölmek istiyorum. Gece gündüz oruçluyuz. Bizi kurtarmak isteyenler bu deftere adreslerini yazarak imzalasınlar.”
Annesinin girişimi sessizce bekleyenleri harekete geçirmişti.
En büyük destek ise hiç beklenmedik bir yerden gelmişti.
Mehmet Ali Sebük, 1938 yılında Yargıtay Başsavcı Vekilliği’ne kadar yükselmiş bir cumhuriyet savcısıydı.
40’lı yılların başında Fransa’ya gidip Paris Kriminoloji Enstitüsü ve Lyon Üniversitesi kriminoloji eğitimi almış, sözünü esirgemeyen, önce devlet değil hukuk diyen ülke standartlarının üstünde bir hukuk adamıydı.
1942 yılında savcı olarak atandığı Ordu’da hapishane koşullarının iyileştirilmesi için çalışmış, yine sözünü esirgememiş, tek parti iktidarında bu mesleği daha fazla hakkıyla yapamayacağını düşündüğü anda da istifa ederek avukatlık yapmak üzere İstanbul’a gelmişti.
İstanbul’da Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesinin avukatlığını üstlendi.
Ahmet Emin Yalman da 1910 yılında ABD’ye giderek Kolombiya Üniversitesi’nde gazetecilik ve felsefe doktoraları yapmış, liberal bir gazeteciydi.
Destek verdiği Milli Mücadele’de daha sonra muhalif saflarda kalmış, Takrir-i Sükun Kanunu’yla gazetesi kapatılıp tutuklanmış, ayaklarından zincirlenerek götürüldüğü Diyarbakır sürgününden Mustafa Kemal Paşa’ya ‘bir daha gazetecilik yapmayacağı’na söz verdiği bir mektupla kurtulabilmişti.
Uzun yıllar sözünü tutup, lastikçilik, reklamcılık gibi işlerle uğraştıktan sonra mesleğe ancak 1940 yılında Vatan gazetesiyle dönmüştü.
Savaş yıllarında Almanya ve faşizm karşıtı yayınlar yapan muhalif gazete, yüz binli tirajlara ulaşmış devrin en etkili gazetelerinden biriydi.
1946’dan sonra Demokrat Parti’yi destekleyen liberal sağ eğilimli gazetede 1949 yılında herkesi şaşırtan bir röportaj çıktı.
Ahmet Emin Yalman, Bursa’ya gitmiş ve 11 yıldır cezaevinde yatmakta olan Nazım Hikmet’le konuşmuştu.

Nazım’ın cezaevi parmaklıklarından bakarken bir fotoğrafının da yer aldığı röportaj o günler için oldukça cesurcaydı.
Nazım Hikmet, serbest kalırsa tavukçuluk yapacağını söyleyerek etrafındaki şeytani haleyi kaldırmaya çalışıyordu.
Ahmet Emin Yalman, Amerika ile yakın ilişkileri savunan, anti-komünist fikirleriyle bilinen, Nazım Hikmet’in fikren en çok karşısında olması beklenen bir isimdi.
Ama gazetesi, açlık grevindeki “tehlikeli” şaire ses vermekle de kalmamıştı.
Gazetenin avukatı eski savcı Mehmet Ali Sebük, Nazım Hikmet’in 1938’de yargılanıp, mahkum olduğu dosyayı inceleyerek, Vatan gazetesinde 11 gün süren bir yazı dizisi kaleme aldı.


Yazı dizisi büyük yankı uyandırdı. Ortada büyük bir adli skandal vardı. Sebük, dosyayı okuduğunda hissettiklerini şöyle kaleme almıştı:
“Dosyaların incelenmesi, kanıtların değerlendirilmesi sona erdiği zaman hukuk açısından moralim sarsılmıştı. Başımı iki elimin arasına aldım. –Ya Rabbi! Bu uydurma ve yetersiz kanıtlarla böyle ağır bir ceza nasıl verilir? Yüzde yüz suçsuz olduğu ortada duran bir insan 13 yıl yok yere neden zindanlarda çürütülür?”
Eski savcı Sebük’ün iddiaların çürüklüğünü ortaya koyduğu yazıları büyük tepkiler çekti.
Dosya o kadar boştu ki, saldıranlar, dosya ile ilgili konuşamıyordu.
Nazım Hikmet’in eski yazılarından, şiirlerinden, Moskova’da eğitim almasından, aleni bir komünist olmasından bahsediyor, böyle birinin savunulmasını eleştiriyor, mahkumiyeti de hak ettiğini de iddia ediyorlardı.
Yalman gibi anti-komünist bir liberal olan Sebük eleştirilere bir yazıyla cevap verdi:
“Ben, Nazım Hikmet işini üzerime alırken onun beyninde taşıdığı yada taşımadığı soyut düşüncelerle hiçbir zaman ilgilenmedim. Kendisine bu konuda hiçbir soru sormadım. Ben bir hukukçuyum. Beni sadece Nazım Hikmet’in bu olaydaki eylem ve davranışları, yasanın kalıpları içine koyarak onların tehlikesini kendi görüş açımdan ölçmeye uğraştım.”
Yazı dizisi sessizliği bozmuştu.
Açlık grevini bitirmek ve Nazım Hikmet’e af çıkarılması için aralarında Halide Edip, Adnan Adıvar, Falih Rıfkı Atay’ın da olduğu ünlü isimler seçime günler kala Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye bir mektupla çağrı yaptılar:
“Nazım Hikmet’in bir adli hataya kurban olduğu kanaati memleket dışında ve içinde yanlış bulunmaktadır. Bu hadiseyi Türkiye’nin şerefini lekelemek için bilerek bir tahrik vesilesi olarak kullananlar bulunsa bile onu sadece insani ve hukuki ele alanlar ve sevdikleri demokrasi Türkiyesi’ni açık bir adaletsizliği devam ettirir görünmek şaibesinden kurtarmak isteyenler sanat ve fikir adamları içeride ve dışarıda bir yekün tutmaktadır. Memlekette komünist hareketi doğrudan doğruya sevk ve idare ettikleri için tutulan ve yargılanan teşkilatçı Şefler dahi azami 4 yıl hapse mahkum edilmiş oldukları halde şair ve sanatkar Nazım Hikmet 12 yıldan beri hapiste yatıyor. Bu uzun ıstıraba ve onun etrafındaki türlü türlü yankılara nihayet vermek için Devlet Reisi olarak elinizdeki bütün yetkileri kullanmanızı sizden rica ederiz.”
Ama Milli Şef, Cumhurbaşkanı İnönü hiçbirşey yapmadı.
Nazım Hikmet için kırılma anı 14 Mayıs 1950 seçimleri oldu.
DP iktidara geldi. Tek parti rejiminden bıkmış herkes sevinç içindeydi.
Halide Edib, Adnan Adıvar, Orhan Veli, Sabahattin Eyuboğlu, Fikret Adil, Mina Urgan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abidin Dino, Sait Faik, Cerrahpaşa Hastanesi’nde yatmakta olan Nazım Hikmet’e bir mektup yazarak açlık grevini bitirmesini istediler:
“Sizi haksız yere haksız yere hapiste tutan irade halkın oyuyla iktidardan uzaklaştırılmış bulunuyor. Bugün ise haklı taleplerinizle ilgilenecek sorumlu makam henüz fiilen teşekkül etmemiştir. Yeni iktidar kuruluncaya kadar ve bu husustaki durumu aydınlatıncaya kadar açlık grevinize fasıla vermenizi ısrarla rica ediyoruz.”

Nazım Hikmet bu mektup üzerine açlık grevini bitirdi.
Artık DP milletvekili olan Halide Edip ve Adnan Adıvar çifti, anti-komünist olmalarına rağmen Nazım Hikmet’in haksız bir şekilde yıllardır hapis yattığını biliyor ve buna bir çare aramak için yeni iktidarı harekete geçirmeye çalışıyorlardı.
DP iktidarının gündeminde zaten bir siyasi ve adi suçlara af vardı. Fakat bu affın kırmızı çizgileri belliydi; Katiller, ırz düşmanları, kız kaçıranlar ve komünistler af kapsamı dışındaydı. Bakanlar, vekiller arasında bir grup komünistlerin af kapsamına girmemesi için bastırıyordu.
Tartışmaların merkezindeki isim Nazım Hikmet’ti.
Milliyetçi Peyami Safa, İslamcı Necip Fazıl, Kemalist Suphi Baykam, anti-komünizm parantezinde birleşip Nazım’ın affına karşı kampanya başlatmışlardır. 1950’den sonra CHP’nin ilk gençlik kolları başkanı olacak olan Milli Türk Talebe Birliği Başkanı Suphi Baykam, Nâzım Hikmet’in af dışı bırakılmasını isteyen 5000 imzalı bir dilekçeyi hükümete sunar.
Kampanyaya karşı avukat Sebük konuşur:
“Anayasamız, her Türkün hür doğup hür yaşadığını ilan eylemiştir. Ben de Nâzım Hikmet ismindeki Türk vatandaşının hür olduğunu, fakat hiç bir suç işlemediği halde, tabii hakkı olan hürriyetinden mahrum edilmiş bulunduğunu ve dolayısiyle asrımızın en büyük adli hatasına kurban gittiğini, gene Anayasamızın gölgesine sığınarak ispat ettim.
Şu halde, bir hukukçu ve avukat sıfatiyle, bu davada şimdiye kadar yaptığım şey, sadece şudur: Hakkın müdafaası…”
Laleli’deki üniversitede Nazım Hikmet’e af isteyen solcu öğrencilerle, Türkçü öğrenciler birbirine girmiştir.
Meclis’ten af tasarısı önce komünistlerin af edilmediği haberleriyle geçti.
Ama öyle olmaz.
Yine Nazım Hikmet’i kapsaması için bazı askeri cezalar da af kapsamına girer, 28 yıl cezası olan Nazım Hikmet’in cezası üçte iki oranında indirilince 13 yıldır hapiste olduğu için aftan yararlanır.
Yani Nazım Hikmet, DP’nin çıkardığı aftan eşitlik gereği yararlanmaz, affın kapsamı büyük tepkilere rağmen Nazım’a doğru genişletilir.
16 Temmuz 1950’de Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı bu afla 13 yıl sonra hapisten çıkarlar.

Hepsi artık orta yaşlarının sonların gelmiştir.
Çıkar çıkmaz pasaport almak için başvururlar. Pasaport verilmez.
O günün Emniyet Genel Müdürü, bu başvuru için bu insanların Türkiye’de kalmayıp, yurtdışına gitmesinin ülke için daha hayırlı olacağını söylemiştir.
13 yıl sonra hapisten çıkan Nazım Hikmet 48 yaşında askere çağrılmıştır. Bebekleri Mehmet yeni doğmuştur. Harbiye’den çürük raporu olduğunu söyleyerek karara itiraz etmek ister ama kayıtlarda çürük raporu görünmemektedir. Kanunen askere gitmesi gereklidir.
Ülkenin en tanınmış komünistidir. Komünizm o yılların en belalı kimliğidir. Bunun bir tuzak olduğunu düşünür, askerde öldürüleceğinden korkar.
Ama Nazım Hikmet’in can güvenliği için Türkiye’demn kaçmak zorunda kaldığı tezi tam gerçeği yansıtmıyor.
Refik Erduran’ın anlatımlarına dayanan resmi Nazım Hikmet kaçış hikayesine göre 17 Haziran 1951’de Bulgaristan’a gitmek üzere üvey kız kardeşi Melda Hanım’ın eşi Refik Erduran’ın organizasyonuyla ve onun kullandığı bir sürat motoruyla Karadeniz’e açılır, yolda rastladığı bir Rumen şilebiyle Romanya’ya gider. Herşey amatör bir kaçış hikayesinden ibarettir.
Ama hapisten çıktıktan sonra Nazım Hikmet, daha önce çıkarıldığı Türkiye Komünist Partisi ile yeniden gizlice irtibata geçmiştir.
Prof. Dr. Mete Tunçay, Rusya Devlet Sosyal Siyasal Tarih Arşivi’nden Nazım Hikmet’in kendi kaçış hikayesini anlattığı belgeyi bulup yayınladı:
“Hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra avukatımın adresine Paris’ten, Dünya Barış Komitesi’nden bir telgraf geldi. Beni İngiltere’de yapılacak Dünya Barış Kongresi’ne davet ediyordu. Türk makamları bana pasaport vermeyeceği için gidemeyeceğimi biliyordum. Aradan bir süre geçmişti ki, gerici Türk gazetelerinde bana karşı bir kampanya başladı. O dönem polis takibini artırdı.”
“Bana pasaport verilmeyeceğinden emin olduğum için ve ev hapsinde bulunduğumdan, parti benim Türkiye’den kaçak çıkmamı kararlaştırdı. Kaçışımı örgütlemek için para gerekliydi. Londra’daki gizli adres sayesinde kendisine bildirilen Sabiha Zekeriya yoldaş vasıtasıyla bunu hallettim. Dünya Barış Komitesi ile temasa geçtim ve Dünya Barış Ödülü’nden bana düşen paranın yarısını bu yoldaşa vermelerini, diğer yarısını adıma bir İsviçre bankasına yatırmalarını rica ettim.
Partideki yoldaşlar daha büyük gizlilik için kaçışımı kendim örgütlememi kararlaştırdı. Kız kardeşimin bana çok bağlı olan, partiye sempati duyan ve polisin ve emniyetin hakkında bir şey bilmediği kocasıyla (Refik Erduran) kaçışımı örgütledik.
Saatte yaklaşık 25-30 mil sürat yapan bir sürat motoru almaya karar verdik. Bu sürat motoru çok pahalı ve bu tür tekneleri genellikle zengin çocukları ya da Amerikalılar kullandığı için, sahil koruma kuvvetleri onlardan daha az şüphelenmekteydi. 17 Haziran günü kaçmayı kararlaştırdım. Sık sık taksi değiştirerek Boğaz’a vardım. Eniştem motorla kimselerin olmadığı o yere geldi ve ben tekneye saklandıktan sonra motoru sürdü.
Boğaz’dan çıktığımızda Plehanov gemisiyle karşılaştık. Beni gemiye alırlarsa Romanya’ya gitmeye karar verdim. Almazlarsa Bulgaristan’a gidecektim. Bordadaki denizcilere yüksek sesle adımı söyledim. Denizcilerden adımı bilen bazıları kaptana kim olduğumu söylemiş. O Köstence’ye telgraf çekmiş ve muhtemelen oradan da Bükreş’e telgraf çekilmiş olacak ki, yaklaşık 1.5 saat sonra beni gemiye aldılar; eniştem geri döndü.
Ben Türkiye’den partimiz için önemli sorunları halletmek ve Dünya Barış Komitesi’nde aktif çalışmak için yurtdışına çıktım. Bu sorunları çözmek için Moskova’ya gitmek istiyorum. Eğer sorunları burada çözebilirsem, Bükreş’te kalırım. Kardeş partilerin ve Dünya Barış Komitesi’nin hizmetinde olacağım.”
Eşine Ankara’ya gittiğini söyleyerek evden çıkan Nâzım Hikmet’in Romanya’ya kaçtığı 20 Haziran 1951’de Bükreş Radyosu tarafından duyuruldu.

Radyo, Nazım Hikmet’in Bükreş’te Kominform (Komünist ve İşçi Partileri Enformasyon Bürosu) tarafından karşılandığını, “beynelmilel bir komünizm kahramanı ve kurbanı olduğunu” söyleyerek haberi vermişti.

Nazım Hikmet, Bükreş’ten hızla Moskova’ya uçar ve Moskova’da havalimanında kahraman gibi karşılanır.

Çünkü hep tam tersi olurken, Nazım Hikmet NATO bloğu ülkesi Türkiye’deki baskılardan Sovyetlere kaçan bir şairdir.
Sovyet Yazarlar Birliği’nin karşılama töreninde ilk işi Lenin’in mezarına çelenk koymak olur.

Bir yıl önce açlık grevleri, imza kampanyaları ve büyük mücadelelerle hapisten çıkarılmış şairin ülkeden beklenmedik kaçışı ve Sovyetlerdeki karşılanışı Türkiye’ye yönelik komünist ülkelerdeki yayınlar Türkiye’de büyük bir öfkeye neden olur.
Başta DP iktidarı olmak üzere hapisten çıkmasına vesile olanlar, ellerinden kaçıran emniyet eleştirilerin odağındadır.
Cumhuriyet gazetesi Nazım Hikmet’in Moskova’dan gelen ilk resmini “nihayet resmi de geldi“ başlığı ve bir notla haberleştirir:
“Bu fotoğrafı sütunlarımıza geçirirken şair Eşref’in Abdülhamid’e yaptığı tavsiye aklımıza geliyor. Bu tavsiye ‘Resmini teksir ettirip dağıt ki millet doya doya yüzüne tükürsün’ mealindedir. Biz de yukarıdaki resmi Nâzım hesabına aynı gaye ile basmış bulunuyoruz.”


Ama Cumhuriyet bu öfkede yalnız değildir.
O günlerin bütün haberleri böyle öfkelidir. Nazım Hikmet de yaptığı konuşmalar, verdiği demeçler ve yazdığı yazılarla bu ateşi harlamıştır:
“Moskova radyosu dün gece, Kızıl Şair’in Demir Perde içine girdiğini teyid etti.
Pravda gazetesi bugün solcu Türk şairi Nazım Hikmet’in Romanya’ya vardığını bildirmiştir. Nazım Hikmet’in “cellâdların elinden kaçırıldığını” yazan Sovyet gazetesine göre, şair Bükreşte komünist işçiler tarafından büyük tezahürler ve şenliklerle karşılanmıştır…
Nazım Hikmet, bir Rumen gazetesine verdiği beyanatta “Rumen topraklarında rahat nefes almak fırsatını kazandığımdan dolayı mesudum” demiştir.”
“Şakşakçı Kızıl Şair hava alanında “Beni yaratan Stalin’dir” diye bağırdı ve vatanının Rusya olduğunu söyledi. Moskova radyosu dün akşamki yayınlarında Kızıl Şair Nazım Hikmet’in Moskova’ya vardığını ve havaalanında beyanatta bulunurken “Beni yaratan Stalindir” diye bağırdığını bildirmiştir. Gene Moskova radyosuna göre, Kızıl Şair Stalin’i göklere çıkaran şu sözleri de sarf etmiştir: “- Gözlerimin ışığını Stalin’e borçluyum, her şeyimi ona borçluyum, o beni yarattı, o beni yaşatıyor.” Stalin’in şakşakçısı, bundan sonra vatanının Rusya olduğunu, şehrinin Moskova bulunduğunu da söylemiş ve Stalin’in bayrağı altında vazife göreceğini kaydetmiştir.”
“Sovyet basını bugün Demir Perde gerisine kaçan müfrid solcu Türk şairi Nazım Hikmet’in Moskova’ya varışını büyük tezahürlerle karşılamıştır…. Moskova “ebedi” gazetesi Hikmet’e, hatta Pravdadan bile fazla yer ayırmış ve komünist şairin “Türkiye’de Amerikanlar” başlıklı bir makelesini yayınlamıştır. Nazım Hikmet bu yazısında “Türk burjuva sınıfının her türlü hicab hissini kaybettğini ve burjuvaların Türkiye’yi Birleşik Amerika’ya sattıklarını” ileri sürmüş ve Türkiye’de Sovyetler Birliği’ne karşı harb için hummalı hazırlıklar yapıldığını iddia etmiştir.”
Solcu olduğu bilinen yazarlar bile Nazım Hikmet’in açıklamalarına tepki göstermiştir:
Çetin Altan:
“Nâzım’ın bugün demirperde gerisinde votka çekerek verdiği nutuklar da karaktersiz ruhunun, inançsız ifadelerinden başka bir şey değildir. Lehte veya aleyhte dünya radyolarının, dünya basınının kendisinden bahsetmesini sağlamıştır. Ama bu reklam için bir Anavatan feda etmiştir; bu yaratılışta insanlara böyle mefhumlar vızgelir. Nâzım eğer hakikaten mert bir insan olsaydı vatanını terketmeye tenezzül etmezdi. Vatan ne pahasına olursa olsun bırakılmaz. Vatan, kötü idare edilse de, düşman istilasına uğrasa da, geçim temin etmese de gene bırakılmaz. Değil Nâzım gibi bir kapris uğrunda, böyle büyük zorluklar karşısında dahi vatanı terk edenler küçük, iradesiz, güçsüz insanlardır. Nâzım’ın Romanya’ya kaçmakla gösterdiği haysiyet ve şerefsizlik daima lanetle yadedilecektir.” (Yeni Adam Dergisi, 5 Temmuz 1951)
Nadir Nadi:
“Nâzım Hikmet’in kaçmasına kızmadım. Arkasından ‘Vatansız, hain, satılmış adam!’ diye de bağırmayacağım. Maddi, manevi yeryüzündeki bütün kıymetleri inkârla işe başlayan komünizm, bugün tam manasile bir din olmuştur ve Nâzım Hikmet bu dine yürekten bağlılığını saklamaya hiçbir zaman lüzum görmemiş, fanatik denecek kadar ateşli müminlerden biridir. Yurdundan kaçarak Demir Perde gerisine sığınan kızıl şair Nazım Hikmet, Moskova hava alanına iner inmez: “- Gözlerimin ışığını Stalin’e borçluyum, her şeyimi ona borçluyum. Beni o yarattı, beni o yaşatıyor!” diye bağırmış. Sosyal hayatta her olayın bilimsel izahını yapmaya çalışan, daima objektif kalmaya gayret harcayan, hiç bir şeye hayret etmemeye yıllardır alışmış bir adam olduğum halde yukarıdaki sözleri okuyunca doğrusu şaşırdım. Kızıllığın psikolojik özünü bildiğimden Nazım’ın kaçışı beni sinirlendirmemişti… Fakat Moskova’ya vardığı dakikada, ayağının tozu ile söylediği sözlere pes dedim… İlk önce düşündüm: “- Belki o böyle konuşmamıştır da onun ağzından radyoda uydurmuşlardır” diyesim geldi. Bu hükmün yersizliğini çabucak anladım. Nazım Moskova’nın da Demir Perde’nin de ne olduğunu elbet biliyordu. Oraya giderken kendi adına yayınlanacak bütün demeçleri, şiirleri ve yazıları peşinen imzalamaya hazırlanmıştı. Bu yönden bir kaygusu olsa idi, Türkiye’den ayrılmaz, Demir Perde’ye bir adım yaklaşmak içinden gelmezdi. Şu halde, yıllardır Nazım’ın samimi inancı budur…
(Cumhuriyet Başyazı- 24-30 haziran 1951)
Birlikte hapisten çıktığı Kemal Tahir de Nazım Hikmet’in kaçışına kırılanlar arasındaydı:
“Ben Nâzım’ı çok severim, hâlâ severim. Bende çok büyük emeği var. Ama bu hareketi beni çok yaraladı. Bunu yapmamalıydı.”
https://core.ac.uk/download/pdf/84783747.pdf
Tepkiler Nazım Hikmet’in vatandaşlıktan çıkarılması için hükümete yönelik tazyiklerin artmasına neden oldu.
DP içinden isimler de hükümetten bir an önce adım atmasını istiyordu.

Nitekim Bakanlar Kurulu, 25 Temmuz 1951 gün ve 3/13401 Sayılı Kararıyla, Nazım Hikmet’şn yurttaşlıktan çıkarılmasına karar verdi:
Karar, 15 Ağustos 1951 tarihli Resmi Gazete ‘de yayımlandı:
“Pasaportsuz olarak İstanbul’dan Romanya’ya kaçan ve oradan da Moskova’ya giderek havaalanında memleketi aleyhinde beyanatta bulunduğu ve müteakiben radyo yayınlarında Türkiye’nin hükümet şekli ve hükümeti idare edenler aleyhinde geniş propaganda kampanyasına girişerek komünizmi yaymak maksadını güden neşriyatıyla Sovyet Hükümetinin verdiği hizmeti ifa etmekte olan maruf komünist Nâzım Hikmet Ran’ın kendisine bu hizmeti terk etmesi hususunda yapılacak tebligatın bir fayda vermeyeceği mülahaza edildiğinden Türk vatandaşlığından çıkarılması; İçişleri Bakanlığı’nın 25.7.1951 tarihli ve 40945 sayılı yazısı üzerine, 1312 sayılı kanunun 10. maddesine göre Bakanlar Kurulunca 25.7.1951 tarihinde kararlaştırılmıştır.”
Nazım Hikmet, yıllarca Komünist Bloku’nun en ateşli şairlerinden biri oldu. Her yerdeydi
Toplantılar, yayınlar, konuşmalar….

Türkiye’deki yönetimi sert biçimde eleştirdi. Her eleştirisiyle içeride kendisi karşı öfke büyüdü.
O öfkeyi omuzlayanların başında ise onu hapisten çıkaran avukatı Mehmet Ali Sebük geliyordu.
Sebük, 1954 yılında DP’den İzmir milletvekili oldu.
Ama zor zamanlarda kimsenin savunamadığı insanları savunmaya ömrünün sonuna kadar devam etti.
Yassıada’da Menderes’in, 70’lerde bir cinayet ve banka soygunundan yargılanan solcu Ömer Ayna’nın, idamla yargılanan, kimsenin avukatlığını üstlenmek istemediği bir ASALA militanının avukatlığını üstlendi.
Fikri, ideolojisi, ne yaptığından bağımsız, herkesin adil yargılanma hakkını savunan bir hukukçu olarak 80 yaşında bir Nazım Hikmet anmasında yaptığı konuşma yüzünden pasaportuna el konuldu.
Tedavisi için yurtdışına gidemedi. İki yıl sonra tedavi için Almanya’ya gittiğinde doktorlar çok geç kalındığını söylemişlerdi.
1991 yılında hayatını kaybetti.
Aynı yıl Özal’ın girişimiyle 141, 142, 163. maddeler kaldırıldı, komünizm serbest bırakıldı.
Nazım Hikmet’in vatandaşlığı ise 10 Ocak 2009’da AK Parti iktidarı tarafından Bakanlar Kurulu kararı ile iade edildi.
Mehmet Ali Sebük’ün adı ise sınırlı bir çevre dışında unutuldu.
Kimsenin kendini tam ait hissetmediği, kimsenin resmi tarihine uymayan, onlar ve biz ayrımlarına sığmayan cemaatsiz tek başına bir şahsiyetti.
Halbuki en fazla bilmeye ihtiyacımız olan o gri bölgelerde sürpriz biçimde kahramanlaşan şahsiyetlerden biriydi.
Belki de o bağımsız şahsiyetlere hak ettikleri değer verilmediği içinMehmet Ali Sebük gibi isimler model haline gelemedi. Böyle bir hukuk geleneği yerleşmedi. Herkes kendi cemaatinin kahramanı kalmayı daha güvenli buldu.
Bu yüzden de hala deli dumrul suçlamalardan insanlar hapiste, hala hapisteki hasta oğulları için hastane önlerinde mahkemelerden merhamet isteyen anneler var.
Ama kimliğine bakmadan sadece hukuk için ağzını açan insan sayısı çok az.
Ve hala Nazım Hikmet; istediği sayfaları koparıp kendine baş ağırtmayan bir alternatif tarih yazanların, izlenme rekorlar kırmaya devam eden onlar ve biz ajitasyonunun bir kahramanı olabiliyor…