Görevde olduğum yıllarda Ankara’da yerleşik yabancı diplomatlar hiç sıkılmadıklarını, her zaman beklenmedik ve heyecan verici şeyler meydana geldiğini anlatırlardı. Ben de meydana gelen bu olayların belki onlara Ankara’da mevcudiyetlerini gerekçelendirecek sebepler verdiğini, ancak benim bir Türk diplomatı ve vatandaşı olarak daha sakin bir hayatı özlediğimi, ancak hiç buna sahip olamadığımı söylerdim.
Geçtiğimiz hafta Ankara’daki Büyükelçilikleri meşgul edecek ve ne anlama geldiğini araştırmaya sevk edecek iki önemli sayılabilecek gelişme meydana geldi.
Birinci gelişme Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsveç’in NATO üyeliğine yol açacak Protokolü onaylaması için TBMM’ne sevk etmiş olmasıdır. Oysa bundan kısa bir süre önce Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğini desteklemeyeceği hem İsveç’ten, hem de ABD’den bir çok beklentilerinin yerine getirilmesini bekleyeceğini söylüyordu. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da birkaç hafta önce SETA’nın yayını “Insight Turkey” de çıkan ve geçen haftaki (23 Ekim 2023) yazıma konu olan geniş dış politika analizinde bu konuda herhangi bir açık kapı bırakmamıştı. Bu sürpriz kararın hangi sebeplere dayandığını bilmeye imkan yok çünkü sık sık dile getirdiğim gibi mevcut iktidar tam bir kapalı kutu içinde hareket etmekte, alınan kararlar aleni bir şekilde tartışılmamakta, TBMM tamamen işlevsiz bir hale getirildiği için bu kararlar orada da irdelenmemekte, siyasi partiler de özellikle son zamanlarda kendi içlerine kapandıkları için ülkeyi ilgilendiren önemli konularda görüşlerini açıklamaya gerek duymamaktalar. Herhangi bir konuda genel görüşme açılması talepleri iktidarın iki ortağı tarafından reddedilmekte, kamuoyu da bilgilendirilme imkanından yoksun bırakılmaktadır. Siyasi partiler de bu durumu kanıksamış olacaklar ki işi otomatiğe bağlamışlar, oylamalar TBMM’de yapılıncaya kadar açıklamalarda bulunmamaktalar, sonradan da verdikleri oyları izah etmeye de ihtiyaç duymamaktalar. Bu defa da, bir şey kaçırmamışsam sadece iktidarın en küçük ortağı ve onun sayesinde TBMM’re girmiş olan YRP’nin lideri Fatih Erbakan’ın konu TBMM Genel Kuruluna geldiğinde olumsuz oy vereceklerini açıkladığını gördüm. Ana muhalefet partisinin tutumunun ne olacağı açıklanmadı. Gerçi partinin seçimlerden önceki dış politika sözcüsü twitter hesabı üzerinden partinin İsveç’in NATO üyeliğini destekleyeceklerini açıklamıştı. Tabii yeniden aday gösterilmediği için yaptığı açıklamanın hala geçerli olup olmadığını da bilmiyoruz.
Bu arada Ankara’daki Büyükelçilikleri hummalı bir çalışmaya sevk edecek başka bir husus onay işlemleri için herhangi bir takvim açıklanmamış olmasıdır. Sadece yabancı bir haber kanalında TBMM Başkanının konunun Dışişleri Komisyonu gündemine alındığını takvim belirtmeksizin açıkladığını gördüm. Cumhurbaşkanının partisinin grup toplantısında konuya değinmemiş olması muhakkak yeni tereddütlere yol açmıştır. Ne yazık ki son yıllarda Türkiye’nin dış politikası yeniçeri adımlarıyla yürütüldüğü için kesin bir tahlil yapmak imkânsız hale gelmiştir. Muhakkak ki bazıları takvim açıklanmamış olmasını bir geciktirme taktiği olarak, hatta TBMM iradesinin arkasına saklanma arzusuyla izah edeceklerdir. Ancak milletvekillerinin başta iktidar olmak üzere hiçbir partide artık serbest iradeleriyle hareket edemedikleri bir ortamda böyle bir gerekçenin su kaldırmayacağı açıktır. 2003 yılı Irak tezkeresi olumlu oyların olumsuz oylardan daha fazla olmasına rağmen yeterli desteği alamadığı için reddedilmesi o zamanki hükümetin acemiliğine, dönemin Cumhurbaşkanının ve askeri cenahın sessizliğine bağlanmıştı. 21 yıllık iktidardan sonra bugünkü ortamın o zamankiyle hiçbir benzerlik taşımadığı açıktır. İsveç’in NATO’ya katılma Protokolü TBMM’de takılırsa yabancı gözlemciler dahil herkes bunun iktidarın isteğiyle öyle olduğunu bilecektir. Ne yazık ki Cumhurbaşkanının “Biden’in Kongresi varsa, ben de TBMM var” sözünü ikna edici bulanların sayısının çok yüksek olduğunu sanmıyorum. Şüphesiz bunu işittiğinde Biden, keşke Kongre TBMM gibi olsaydı diye içinden geçirmiştir ama iki kurum arasında herhangi bir benzerlik görmek gerçeklere katiyyen uymayacaktır.
Protokolün TBMM’ne neden sunulduğu, onayın gerçekleşmesi için öne sürülen çeşitli şartların hangilerinin yerine getirildiği, ABD ve İsveç’ten ne gibi vaatler elde edildiği açıklanmış olsaydı, sürecin ne kadar devam edeceği konusunda bir işaretimiz olurdu. Konu son zamanlarda gündeme gittikçe daha sık bir şekilde geldiği şekilde, İsveç’ten ziyade ABD ile F16 sorunu ise, bu adımın atılması karşılığında ABD yönetiminin de F16 satış ve modernizasyon sürecini başlatmak için Kongreye gerekli tebligatı yapması ve iki sürecin paralel bir şekilde ABD sistemine uygun bir şekilde 15 gün içinde tamamlanarak F16 paketine Kongrenin onay sürecinin İsveç’in NATO’ya katılma protokolünün TBMM tarafından onaylanmasının aynı zamana rastlatılması akla gelebilirdi. Ancak bunun böyle olduğuna dair bir işaret yok. Elimizdeki tek ipucu olarak NATO Genel Sekreterinin İsveç’in ittifaka katılmasının Kasım ayı içinde gerçekleşeceğine dair inancını dillendiren açıklaması var. Muhtemeldir ki konu birtakım pazarlıklarda ele alınmıştır. Ama varsa bu pazarlıkların nitelikleri ve olası neticeleri hakkında yine bilgimiz yok.
Belki de bu adımı atarak iktidar Kongreyi F16 sürecine itiraz etmemeye teşvike çalışmış olabilir. Gerçekten yönetim iki konu arasında bir bağlantıyı açıkça dile getirmese dahi geçtiğimiz aylarda 29 Kongre üyesi Türkiye İsveç’in NATO üyeliğini onaylamadıkça F16 paketinin geçmesini engelleyeceklerini açıklamışlardı. Tabii son haftalarda Temsilciler Meclisi Başkanının mensup olduğu ve çoğunluğu elinde tutan Cumhuriyetçi Parti içinde meydana gelen bir ayaklanma neticesinde azledilmiş olması, halefinin seçilmesinin de 3-4 hafta sürmüş olması işi daha da karmaşık hale getiren bir gelişme olabilir zira ABD Anayasasına göre, Temsilciler Meclisinde başkanlık makamı münhal iken, Kongre hiçbir iş yapamamaktadır. Yönetimin F16’lar konusunda bir adım atmadan önce geçtiğimiz günlerde Mike Johnson’un seçilmesiyle sonuçlanan bu sürecin tamamlanmasını beklemiş olabilir. Öyle ise önümüzdeki günlerde belki F16 sorunsalında bir ilerlemeye şahit olabiliriz.
Yukarıda da değindiğim gibi Cumhurbaşkanının Protokolü TBMM’ne sevk etmekteki hedefinin ne olduğunu bilmiyoruz. Ancak, amaç ABD Yönetimi ile Kongreyi F16’lar konusunda yumuşatmaksa geçtiğimiz hafta meydana gelen başka iki gelişme bu hedefi hüsrana uğratacak niteliktedir. Grup toplantısında İsveç’in NATO üyeliğine değinmeyen ve dolayısıyla milletvekillerine bir işaret vermeyen Cumhurbaşkanı tüm gözlemcileri hayrete düşürecek şekilde Hamas’ıın bir terör örgütü değil, bir milli kurtuluş hareketi olduğunu ilan etmiştir. Bu ifade kısa zamanda dünya turu atmış ve beklenecek şekilde ABD Kongresinde sert bir tepkiyle karşılaşmıştır. Bu konuşmanın F16 sürecinin sonuçlanmasına yardımcı olmayacağı kesindir. Cumhurbaşkanı Erdoğan bununla yetinmeyip 28 Ekim günü İstanbul’da düzenlediği dev mitinge İsrail ve Batı aleyhine daha da ağır sözler sarf etmiştir. O kadar ki zaten Türkiye’deki diplomatlarını güvenlik gerekçesiyle birkaç gün önce geri çekmiş olan İsrail Dışişleri Bakanı, ülkemiz ile ilişkileri gözden geçireceklerini açıklamıştır. Karşılık olarak İsrail’deki Türk diplomatlarının ayrılmasına gidilirse, 1949 yılında diplomatik ilişkilerin kurulduğundan bu yana ilk defa bu ilişkiler sıfırlanmış olacaktır. Geçmişte Büyükelçilerin karşılıklı olarak geri çekildiği dönemler epey olmuştur. Ancak o dönemlerde dahi ilişkiler daha düşük düzeyde sürdürülmüştür.
Tabii iktidarın İsrail’deki Türk diplomatlarını kendisinin geri çekmesi de beklenebilirdi. İlginç olanı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ateşli konuşmalarından sonra bunun yapılmamış olmasıdır. Belki de sık sık karşılaştığımız gibi sözler ile eylem arasında bu konuda da farklılık yaratıp, sadece iç politika saikleriyle AKP seçmenini köpürtüp, İsrail ile ilişkileri normal bir şekilde yürütmek iktidarın hedefidir. Bunun böyle olup olmadığını önümüzdeki günlerde göreceğiz. En azından bu satırları yazdığım saatlerde İsrail’e karşı herhangi somut bir adım atıldığına rastlamadım.
Hamas’ın başta ABD olmak üzere AB ve başka Batılı ülkeler tarafından terör örgütü olarak görüldüğü, buna karşılık Çin, Rusya, Katar ve birçok Arap ile Müslüman ülkeler tarafından öyle görülmediği bilinmektedir. Ancak ülkemizin onlardan farkı kendisinin de 40 yıla yakın bir zamandır bir terör örgütüyle mücadele içinde olması ve aslında onu da terör örgütü sayan Batı ülkelerini ona karşı ciddi mücadele içinde olmamakla suçlamasıdır. Ne yazık ki, derin uykularından uyanmamış olan muhalefet partileri bu konuda da alışılmış sessizliklerini muhafaza etmişlerdir. Buna karşılık medyada hala seslerini çıkarmaktan çekinmeyen bazı yorumcular meydana gelen tehlikeli tezata işaret etmişlerdir. Korkarım bu talihsiz ifadeler önümüzdeki dönemde sık sık karşımıza çıkacaktır.
.
Nitekim Ankara’yı ziyaret eden Danimarka Dışişleri Bakanı Rasmussen ile Türk karşıtı Hakan Fidan arasında bu konuda bir polemik şimdiden yaşanmıştır. İlk aşamada F16 sürecinin İsveç’in NATO’ya katılma Protokolü TBMM’de onaylansa dahi Kongreye takılması ihtimalinin yükselmiş olmasıdır. Madem Hamas çıkışı yapılacaktı o zaman Protokolün onaylama süreci neden başlatıldı sorusu haliyle cevapsız kalacaktır.
İktidarın tezatlar içinde yürüyen dış politikasının bir sonucu da tüm arzularına rağmen artık Rusya ile Ukrayna arasında ve İsrail ile Hamas arasında arabuluculuk yapma ve bu şekilde kendinden menkul stratejik önemini cilalama teşebbüsünün akim kalmasıdır. İktidarın her iki ihtilaf alanında oynayamadığı rolü hiper zengin olmakla beraber küçücük olan Katar oynamaktadır. Nitekim, bu ülke Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından sonra kaçırdığı bazı çocukların ailelerine iade edilmesinde, ayrıca Hamas’ın 7 Ekim terör saldırısında kaçırdığı rehinelerin az da olsa dört tanesinin serbest bırakılmasında aracılık etmiş ve bu şekilde puan kazanmıştır.
Sanırım bu gelişme sessiz diplomasinin öneminin ne kadar büyük olduğunu yeniden vurgulamıştır. Ne yazık ki maalesef tribünlere oynamanın netice almaktan daha önemli görüldüğü ülkemizde sessiz diplomasi değersiz görülmektedir. Netice almanın bir diğer gereği arabuluculuk yapılacak ihtilaflarda taraf tutmamak, tutulacaksa bile bunu her fırsatta bangır bangır ilan etmemektir. Ne yazık ki bunu da pek görmüyoruz.
Son gelişmelerin iktidarımız için yapılan hatalardan ders almak için bir vesile yaratacağın ummak isterdim ama ne yazık ki bunun olmayacağı açıktır.