Merhaba sevgili dostum, merhaba. Bu köşe artık benim köşem, sanal da olsa, bir köşe… Ve ben sana, mutlulukla ilgili bir dizi yazı hazırlamıştım, ancak bu yazıları hazırlarken, insanların “yeni bir yıl” dedikleri bir şeylerden bahsedildi, bahsettik –“yeni bir yıl geldi” demiyorum çünkü öylece gelen bir şey yok; o da şu sanallığımız gibi. İşte ben de sana, ilk kez selam verdiğim bu köşemden, bununla başlamak istedim.
Aslında bu yazıyı, yani “yeni yıl” vesilesiyle yazmak istediğim bu yazıyı yazmama vesile olan şey, dinlediğim bir konuşmaydı. Mutluluk üzerine hazırlamakta olduğum yazılarımı paylaşmadan önce o YouTube videosu üzerine konuşmak istedim fakat ondan önce de, zaman konusunda yazmak, daha doğru olacak diye düşündüm, buradan başlayalım vesselam.
Her belli döngüde biz bir yeni yıldan bahsederiz, her yıl, bir “yeni” “yıl”dır ve bu bölümlemeyi biz insanlar yapmışız. Yani aslında öyle bir şey yok, evet bunu biz “uydurduk” –kelimenin tam anlamı ile uydurduk. Şimdi, insanlık tarihi, tarih dönemlerinin yani yazının başlangıcı, gökbilimi, nehir taşmalarının hesaplanması, yıldızların gözlemlenmesi, tarım ve yerleşik hayat vs. tarihsel ihtiyaçlarımızdan doğan takvimin icadı ve kullanılması ile ilgili bir döküm yapacak değilim. Hepimiz az çok biliriz bunu, bilmeyenler de postmodern sanal bir amcamız var ya hani hepimizin, ona sorabilirler. Benim bahsetmek ve vurgulamak istediğim başka bir şey var.
Tahmin edileceği üzere, takvimin kullanılması ile de bağlantılı olan, modern zaman anlayışımızdan bahsedeceğim. Çizgisel bir zaman anlayışıdır bu ve tarih felsefesinden de bilinir ki, bu evrimci-çizgisel zaman anlayışı, özellikle de bizim için daha dün sayılabilecek Aydınlanma Çağı’nda hortlamış olsa da, kökeni hususen St. Augustine’e kadar geri götürülür. Nedir bu çizgisel zaman anlayışı?
Tam bu “yeni yıl” dediğimiz şeydir, onun içinde gizlidir. Hatta “doğum günleri”mizde ve sair yıldönümlerimizde gizlidir. Bu çizgisel zaman anlayışını kendimce şöyle anlatabilirim: Her geçen yıl, hatta her geçen gün, sizin yeniden yaşlandığınızı zannetmenizi sağlayan şeydir. Pratik olarak kullanırız bunu -ancak ben son dönemlerde pratik olarak da kullanmamayı tercih ediyorum- ve burada da o anlamda kullanacağım ki, biz bu çizgisel zaman anlayışı içinde “düşündükçe” ya da “düşündüğümüzü zannettikçe”, ölüme de daha çok yaklaştığımızı düşünürüz. Gençken, hatta ergenlik yaşının, dolayısıyla gençlik yaş diliminin de yükseldiğini düşündüğümüz şu son dönemlerde, daha çok da ergenken, hiç bitmeyecek “zannettiğimiz” ve çocuklar gibi hiç geçmeyecek zannettiğimiz bu zaman akışı geçer oysa ve ölüme de aslında, bu akış olmaksızın her an yakınızdır. Çocuklar gibi düşünmekse, en doğrusu belki de.
Hep söylerim, ölümlü olduğunu bilmek, insanın en büyük trajedisidir. Ancak kim bilir, belki bunu görüp, bunun olacağına gerçekten inanmasaydık…
Neyse, konuya dönecek olursak… İşte “yeni yıl” “yılbaşı” gibi tabirler, bizim çizgisel zaman anlayışımız içinde belli bir gerçekliğe bürünürler. Ergenlikten çıkıp da, ilk gençlik yıllarını da geriye bırakmaya başladıkça ise bu yeni yıllar, insanlara genellikle yaşlandıklarını düşündürür –ve onları buna “inandırır”, zira düşünceden ve inançtan daha güçlü bir şey yoktur yeryüzünde. Bu nedenle, işte sırf bu nedenle, yaşlanır insanlar daha çok da…
Oysa, zaman felsefesi içinde, tarih felsefesi içinde, bir de döngüsel tarih anlayışları var… Bu da yine makro bir anlayış olmakla birlikte, ancak klasik fizik aşıldıktan sonra modern insan ikna olmaya başladı ki, tüm bunlar izafi –bizimse, kuantumu beklememize hiç de gerek yoktu çünkü kadîm bilgelik, bu konuda çok şey söylemektedir ve şükür ki, günümüze de ondan, bazen yüzeydeki kırıntılar şeklinde de olsa, bir şeyler ulaşmıştır ve derinleşmek isteyenler, derinliğe teşne olanlar ise, bu kırıntılardan daha fazlasını her zaman ve her ne koşulda olursa olsun, inanıyorum ki bulabilirler, kendi iradî tercihlerine göre… Bu konularda da ileriki yazılarımda bol bol konuşacağımı düşünüyorum.
Hâsılı kelam, çizgisel zaman anlayışı, şöyle cızzz diye sayı doğrusu gibi gittiğini zannettiğimiz zamansallık, bizim bir addetmemiz ve anlamlandırma biçimimiz ve dolayısıyla “olma biçimimiz” aslında. Dikkatlice düşündüğünüzde, bunun böyle olmadığını görürsünüz –felsefe ve hatta fizikteki zaman ve mekân, hareket ilişkisinden mütevellit de bu tezimi güçlendirecek şeyler yazabilirdim ve fakat asıl söylemek istediğimi, bu haftaki yerim müsaade ettiği müddetçe söyleyip yazımı sonlandıracağım.
Diyeceğim şu ki, mümkün olduğunca yeni yıl, doğum günü vs. kutlamayınız; yoksa bir algı üzerinden gereksiz yere yaşlanırsınız –buraya bir adet gülücük emojisi. Çünkü varoluşsal olarak, her an yenidir ve çizgisel zaman anlayışı, gerçekte sadece bir algıdan ibarettir. Bizim Yunus’un dediği gibi, “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası…”
Usanmayın ve usandırmayın, her dem, her an yeniden doğun, çünkü en güzeli bu. Bu vesileyle hepimize “mutlu anlar” olsun.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere sevgili okuyucu, hoşça bak zâtına…