Arama motorlarına girdiğimizde Avrasyacılık için şöyle diyor: “20. Yüzyılın başında 1917 Rus Devrimi’nin ardından Beyaz göçmenler arasında ortaya çıkan bir siyasi harekettir. Avrasyacılara göre Rus toplumu ve uygarlığı Avrupa’nın değil, Avrasya’nın jeopolitik konseptine aittir.”
Rus aydınları 19. Yüzyılın ikinci yarısında Batıcılar ile Slavcılar şeklinde ikiye bölünmüştü. Batıcılar Batı’nın modern kültürü, değerleri ve yaşam biçiminin benimsenmesini savunurken, Slavcılar Rus toplumunun kendine has özelliklerini, değerlerini, Batı’dan farklılığını vurguluyordu. Bu ayrımda Ortodoksluk önemli bir yere sahipti, çünkü Slavcılar Hristiyanlığın ‘esas’ yorumunun kendi mezheplerine ait olduğunu düşünmekteydi. Onlara göre Rusya’nın ‘kurtuluşu’ Batı taklitçiliğinde değil, aksine kendi ‘özüne’ dönmesindeydi…
Söz konusu ekseni basitleştirme adına bir uçta laik Avrupacıların, diğer uçta dindarlıktan beslenen Rus gelenekçilerinin yer aldığını söyleyebiliriz. İki taraf da kendince milliyetçiydi ama ülkenin geleceğini farklı değerler üzerinden kurguluyordu… 1917 Devrimi bu ideolojik ekseni berhava etti.
O zamana kadar Batıcılar ve Slavcılar arasında devlet konusunda belirgin bir farklılaşma yoktu. Var olan haliyle devlet despotizmine karşı çıkılıyor ve devletçiliğin pragmatik bir kolaylaştırıcı olarak ele alınması öneriliyordu. Slavcılar Rus devletini geleneğin parçası olarak koruma duygusuna sahip olsalar da onların dünyasında devlet neredeyse tümüyle kişilik değiştiriyor ve kültürün koruyucusu ve özgürleştiricisi olarak tasavvur ediliyordu. Dolayısıyla dönemin literatürüne ve tartışmalarına bakıldığında devletin bu haliyle ‘yanlış’ olduğu ve dönüştürülmesi gerektiği konusunda bir fikir birlikteliğinden söz edebiliriz.
Devrim devleti tartışılamaz ve güçlü bir siyasi, ideolojik, kültürel özne olarak öne çıkardı. Batıcılar da Slavcılar da bu gücün altında ezildi. Slavcıların dine yaslanan kültürü ellerinden alınırken, Batıcıların Avrupai özgürlük anlayışı ideolojik olarak mahkûm edildi. Oysa devrimi gerçekleştirenler de Batıcıydı… Ama şimdi Batıcılığın içinden devletçiliği temel alan yeni bir versiyon çıkmıştı.
Bu ortamda Devrimden kaçan ‘Beyaz’ Rus göçmenleri Avrupa’da toplandılar. Eski Batıcı yaklaşım artık fazlasıyla naif kalmıştı. Devrim karşıtlığını siyasallaştırırken Rusya’ya yeniden sahip çıkmak, ülkeyi yeni bir jeopolitik bağlama oturtmayı gerektiriyordu. Böylece Rusya tarihi kendine has bir laik, milliyetçi ve ‘alternatif küreselci’ ideolojik konum üretti…
Bugünün Rusya’sında Avrasyacılık artık aynı işleve sahip değil. Laiklik bulanıklaştı… Milliyetçilik devletçilikle bütünleşti… Alternatif küreselcilik ise ihtiraslı bir küresel dış politika şeklinde somutlaştı.
Aynı tarihsel dönemde Osmanlı entelektüel dünyası da kabaca ikiye ayrılmıştı. Birinci Meşrutiyet sonrası bir yanda Avrupa’nın kurumsal yapılanmasını, kültürünü, değerlerini ve yaşam biçimini idealize edenlerin, diğer yanda kendimize has değer ve nitelikleri sahiplenip yüceltenlerin varlığından söz edebiliriz. (Bu basitleştirici tespit söz konusu dünyanın renkliliği ve karmaşıklığına haksızlık etse de konumuz açısından işlevsel). Her iki grup da kendince milliyetçiydi ve yine her ikisi de devlette reform yapılmasını öngörüyordu.
Aralarındaki temel fark, cemaatçi yapının sonradan da sürmesinin temeli olan laiklik/dindarlık farklılaşmasıydı. Nitekim Batıcı kanadın gerçekleştirdiği Cumhuriyet rejimi Osmanlı’nın cemaatçi niteliğini hukuki açıdan değiştirirken sosyolojik zeminde korudu: Devlet ‘laik’ olarak tanımlandı, eşit vatandaşlık ihsas edildi, ama toplumsal hiyerarşide Sünni dindarların ‘üzerinde’ bir laik cemaat oluştu.
Cumhuriyet’le birlikte (aynen Rusya’daki gibi) devlet siyasi, ideolojik, kültürel bir özne haline geldi. Artık sadece ‘de facto’ bir gücü ima etmiyor, vatandaşın, kimliğin ve toplumun ne ve nasıl olması gerektiğini de söylüyordu.
Devleti dönüştürme peşinde olanlar böylece bir anda karşılarında dönüştürülemeyecek ve aksine kendilerini dönüştürmeye niyetli bir devlet buldular. Ancak laikler ile dindarların tepkisi farklı oldu. Dindarlar genelde devlete mesafeli kalırken, imtiyazlı laik cemaat laikliği ideolojik hale getiren devlete yanaştı.
Resmî ideolojinin toplumsal zemini bu şekilde oluştu. Kemalizm laik ve ‘toparlayıcı’ bir kimlik tasavvuruna sahipti. Yani vatandaşlığın temelinde laiklik vardı ve zaman içinde herkesin laik olması beklenmekteydi. Dünya ile ilişki bağlamında ise buna iki unsur eklenmekteydi: Naif (yüzeysel) bir Batıcı modernlik anlayışı ve sorunlardan kaçınan, kendini tahkim eden bir dış politika. Nihayet hepsini kuşatan bir devletçilik rejime esas niteliğini kazandırmaktaydı.
Sıcak ve soğuk savaş dönemleri devletin toplum üzerindeki tahakkümünü pekiştirdi. Laiklik ordunun resmi ve meşru koruması altına verildi ve dindar cemaatin demokratik usullerin hayata geçmesi sayesinde kamusal alana ‘sızması’ engellenmeye çalışıldı. Gerilime dayalı küresel ortam ise dış politikanın bir sabite haline gelmesini rasyonel kıldı.
Ancak naif Batıcılık konusunda tedrici bir değişim yaşandı. Modernliğin zihniyet bileşimi aslında otoriterlikten ziyade relativizmi vurguluyordu. Küresel ilişkiler bariz şekilde otoriter zihniyete dayansa da ‘modernlik’ toplumsal alanda bireyselleşmeye, özgürlüğe, eşitliğe, farklılaşmaya ve belirsizliği kabule yönelmeyi ima ediyordu.
Ne var ki bu, devlet/toplum ilişkisinin tümüyle değişmesi, devletin (ve makbul kurumların) ‘öncü’, ‘düzenleyici’ rolünün ortadan kalkması demekti. Diğer deyişle Cumhuriyet rejiminin felsefesini temel alırsak, Batılı anlamda modernleşme aslında bir ‘karşı devrim’ niteliğindeydi.
Soğuk Savaş’ın bitmesi ve 1990 sonrası yeni bir küresel dönemin başlamasıyla birlikte Kemalistler Batılı modernliğin pek de istenilir bir durum olmayabileceğini, ayrıca dünyanın onlara yeni alternatifler sunabileceğini düşünmeye başladılar.
Refah Partisi’nin yükselişi ‘acilci’ adımları davet etti. 28 Şubat yaklaşan tehlikenin bir an önce durdurulmasına yönelik devlet paniğini açığa çıkardı. O günlerde telaffuz edilen “28 Şubat’ın bin yıl sürecek olma” beklentisi, arka plandaki tedirginlik ve korkunun dışavurumu olarak okunabilir.
Ardından gelen AKP iktidarı, henüz ilk birkaç ayı içinde Ergenekon ve Balyoz organizasyonlarını tetikledi. Devlet aktörlerine göre tehlike geçmemiş, aksine büyümüştü… Yeni koşullar Kemalizmi etkisiz kılıyordu ve ihtiyaç duyulan modifikasyon Ulusalcılık adı altında formüle edildi.
Ulusalcılık laik ve ‘dışlayıcı’ bir kimlik tasavvuruna dayandı. Laiklik bir ayrımcı kriter olarak siyasallaştı. Aynı sürede Kürt meselesi de yeni dünya koşullarının getirdiği imkânlar yüzünden devlet açısından ‘tehlikeli’ hale gelmişti. Dolayısıyla Ulusalcılık katı bir milliyetçilik ve etnik dışlayıcılığı, katı bir laiklikle birleştirdi.
Öte yandan Batı’da yeşeren demokrat (post modern) açılımların dindar ve Kürt siyasetinin önünü açacağı belliydi. Batı ile yakınlık bizatihi tehlike içermeye başlamıştı. Böylece (Atatürk’ün de ‘karakteri’ denen) ‘bağımsızlıkçılık’ idealine doğru bir kayma yaşandı. Nitekim sonraki dönemde Kemalizm kavramı yerine Atatürkçülük moda oldu.
Bunun doğal bir içe kapanma dürtüsü olduğu söylenebilir. Ama aynı zamanda yeni koşullardan da yararlanarak devletin temel niteliğinin aktif olarak korunmasını ifade ediyordu. Dolayısıyla Ulusalcılar konjonktürel ve esnek bir dış politikadan yana oldular. 28 Şubat günlerinde meşhur bir generalin Rusya ve İran ile birlikteliği teklif eden fikirlerini hatırlıyoruz… Aynı generalin ‘dolar gerekiyorsa biz basalım’ önerisi cahil ve mizahi bulunmuştu ama ‘bağımsız’ olma ihtiyacının boyutunu göstermesi açısından ilginçti.
Ne var ki Ulusalcılık derde derman olamadı. AKP iktidardan gönderilemedi. Üstelik AB üyeliği, Çözüm Süreci gibi çok ‘hassas’ yönlerde ilerleme isteği gösterdi. Bu arada çevre coğrafyada kontrol dışı, bize sirayet edebilecek gelişmeler oldu ve Rusya’nın etkisi bariz şekilde yükseldi. Bu süreçte muhafazakârların dışlanmasına dayanan katı bir laikliğin çıkmaz yol olduğu da anlaşıldı. ‘Az maliyetli başarılı darbe’ dönemi geçmişti ve muhafazakârlar çoğunluktu…
Rejimin yeni bir koalisyona ihtiyacı vardı. Gülen cemaati üst yönetiminin darbe girişimi, somut koşulları değiştirdiği ölçüde devlete (devletçiliğe) yeni bir konsolidasyon imkânı sundu. Acaba günümüz Türkiye’sini devletin ve devlet/toplum ilişkisinin temel niteliği değiştirilmeden (devletçiliğin belirleyiciliği altında) stabilize etmek, uzun vadede kalıcı bir yönelimin temelini atmak mümkün müydü?
Avrasyacılık bu arayışa verilen bir cevap olarak ortaya çıkıyor. Vatandaşlığı gevşek laiklik ve muğlak bırakılmış (yerli ve milli) milliyetçilik üzerinden tanımlıyor. Böylece toplumsal tabanı genişletiyor ve devlet eliyle yürütülecek manipülasyonlara açık hale getiriyor. Öte yandan ‘bağımsızlığın’ ancak ihtiraslı bir küresel dış politika sayesinde gerçekleşebileceği fikrini savunuyor. Örneğin Çin’in partneri olarak dünyanın gidişatını etkileyebileceğimiz ‘ciddi’ bir önermeye dönüşüyor. Nihayet Batılı ve modern zihniyetin konjonktürel değil, kalıcı bir tehdit oluşturduğu, bunun Türkiye Cumhuriyeti Devletini geri dönülmez şekilde dönüştüreceği, hatta Batı’nın hedefinin bu olduğu vurgulanıyor.
Avrasyacılık aynen Rusya’ya ilişkin olduğu gibi, devletin rolünü veri alan ve ülkeyi ‘kendi kimliği’ üzerine ‘yeniden’ oturtan bir yolun vizyonu… Beyaz Ruslar göçmendi, bizdeki Avrasyacılar değil. Rusya’da Avrasyacılar darbecilerden kaçmışlardı, bizdekiler aksine darbeci geleneğin sahipleri. Yüz yıl öncesinin naif ve masum idealizm arayışı, bugün başka bir ülkede doğrudan devlet eliyle ve devletin kurucu ideolojisi olarak işlev görüyor.
İşin tehlikeli yanı (bütün ideolojik ve söylemsel ilkelliğine karşın) Avrasyacılığın bu ülkenin kültürü ve zihniyet bileşimi açısından ‘yadırganmayan’ tespitlere dayanması. Bu sayede iç siyasette toplumsal koalisyonların yeniden kurgulanması mümkün hale geliyor. Dindarlığı içeren, etnik farklılıkların ise kendi iradeleriyle biat etmesini bekleyen bir Türklük tasavvuru oluşuyor. Böylece resmî kimlik, kendi dışında kalanları ‘meşru’ şekilde dışlayabileceği bir çoğunluğa dayandırılıyor.
Cumhuriyet’ten yüz yıl sonra Türkiye kendine seçmiş olduğu ana gelişme eksenini taşıyamayacağını itiraf etmenin arifesinde. Batılılar ‘gibi’ modern olmaya gündelik hayat ve kültür açısından bir itiraz yok. Ama aynı eksenin devletin temel niteliğini özgürlük ve demokratikleşme yönünde değiştirebilecek olmasının ima ettiği tehdit, siyasetin devletleşmesi ile sonuçlanabilir.
Devletin stratejisinin bu olduğunu görmekte yarar var. Geçmişte en büyük tehlike toprağımızı isteyen Ruslardı. Şimdi ‘ruhumuzu’ isteyen Batı… Ne var ki bu toplumun değil devletin ‘ruhu’ ve toplumun ruhunu esaret ve ergenlikten kurtarmanın yolu devletin ‘ruhundan’ kurtulmaktan geçiyor…