Ana SayfaGÜNÜN YAZILARINeden barıştan endişe duyuyorlar?

Neden barıştan endişe duyuyorlar?

Bölünme korkusu son on yılın kutuplaştırılmış ortamında geniş bir alıcı kitlesi bulmuştur. Eğer süreç doğru yönetilmez ve barışın inşası için gerekli olan sahici bir dil kullanılmazsa, bu örtülü karşıtların yaymak istediği korku ve endişe somut hale gelir ve süreç zarar görür. Tarihsel bir kazanımı hepimize tattıracak böylesine değerli bir süreci kaybetmemek için bir an evvel toplumsallaştırılmasını sağlamalıyız. Yoksa öğretilmiş çaresizlik yeniden öğretilmiş bir öfkeye dönüşebilir.

2013 yılındaki barış sürecinden çok farklı bir dönem yaşıyoruz. Uluslararası ve bölgesel koşullar ile iç dengelerin değişmiş olmasının yanı sıra, asıl fark şuradadır: 2013 süreci, siyasi desteğin en az, toplumsal desteğin ise en yüksek olduğu bir dönemdi. Bugün ise tam tersi bir tablo söz konusu; siyasi destek güçlü, ancak toplumsal destek oldukça zayıf. Bu tabloyu böyle okumak yanıltıcı olmaz.

Burada dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan biri, barış sürecine yönelik toplumsal reflekslerin değişmiş olmasıdır. İnsanların barışa duyduğu özlem azalmamış; aksine, umutla başlayıp hayal kırıklığıyla sonuçlanan bir sürecin ardından temkinli bir tutuma evrilmiştir. Bu temkin, barışa karşıtlık değil; daha çok kırılmış bir güvenin yansımasıdır.

Geçmiş süreçte toplumsal desteğin fazlalığı, bir an evvel kan ve ölümler dursun umuduyla verilen bir destekti. O dönemde şiddet ve terörün tırmandığı, neredeyse her gün insanların öldürüldüğü bir dönem yaşanıyordu. Hal böyleyken, toplumun barışa duyduğu özlem bu desteği yüzde 70’lere kadar çıkarmıştı. Bugün ise terör ve şiddetin görece azaldığı bir dönem yaşanıyor. Üstelik buna son 10 yıldır süregelen aşırı kutuplaşma ile derinleşen ekonomik kriz de eklenince, toplumun ana duygusu güvensizlik ve geleceğe dair umutsuzluk halini aldı. Türkiye insanının yüzde 80’inin ağır ekonomik koşullarda yaşaması ve geçmiş çözüm sürecinin büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlanması nedeniyle bu sürece olan destek zayıfladı.

Ancak bu desteğin azalması, sürece tamamen karşı olunduğu anlamına gelmemeli. Sadece gündelik yaşamın ağırlığı altında ezilmiş bir toplumun ruh hali olarak değerlendirilmelidir. Ne yazık ki toplumun bu ruh halini bir endişe ve korku hali olarak okuyup, bunu barış karşıtlığına dönüştürmek isteyen kesimlerin varlığı da küçümsenecek düzeyde değildir. Kimileri, son sürecin yarattığı travma nedeniyle bir endişe içinde olabilir ve bu son derece haklı bir endişedir. “Ya tekrar aynı durum yaşanırsa?” diye umutsuzluğa kapılmanın süreç karşıtlığı gibi algılanması iyi niyetli bir okuma değildir. Bu, barışı koruma ve kaybetmeme duygusudur.

Ancak bilinçli olarak yaratılan ve körüklenen korkular farklı bir bakış açısı gerektirir. Özellikle de bölünme korkusunu canlı tutarak, aslında var olmayan bir tehdidi sürekli yeniden üreten çevreler, gerçek niyetlerini gizlemek için bu korkuyu kullanmaktadır. Bu çevrelerin sahte argümanları, son on yılın kutuplaştırılmış ortamında geniş bir alıcı kitlesi bulmuştur. Eğer süreç doğru yönetilmez ve barışın inşası için gerekli olan sahici bir dil kullanılmazsa, bu örtülü karşıtların yaymak istediği korku ve endişe somut hale gelir ve süreç zarar görür.

Barışın toplumsallaşması yalnızca siyasi aktörlerin sorumluluğunda değildir. Medyanın, sivil toplumun, akademinin ve yerel aktörlerin de bu sürece aktif biçimde katkı sunması gerekir. Barış, sadece silahların susması değil; aynı zamanda adalet, eşitlik ve ortak yaşam kültürünün güçlenmesiyle mümkün olur. Bu nedenle barış dili, toplumsal hayatın her alanına nüfuz etmelidir.

Tarihsel bir kazanımı hepimize tattıracak böylesine değerli bir süreci kaybetmemek için bir an evvel toplumsallaştırılmasını sağlamalıyız. Yoksa öğretilmiş çaresizlik yeniden öğretilmiş bir öfkeye dönüşebilir. İnsanlık tarihi, gücünü, tahtını ya da kazanımlarını kaybetme korkusuyla hareket eden liderlerin, çoğu zaman paranoyaya kapıldığını bize göstermiştir. Krallar, kraliçeler, sultanlar, imparatorlar bu paranoya nedeniyle oğullarını, babalarını, kardeşlerini, annelerini ve en yakın akrabalarını bile acımasızca öldürmüşlerdir.

Öğretilmiş ya da öğrenilmiş korku, toplumların yakasını hiçbir zaman bırakmadı. Bu korkuyu kullanan güç odakları, tarihsel süreç içerisinde hedef ve yöntemlerini değiştirmiş olsalar da korku, kaygı ve endişeyi sürekli canlı tutmayı başardılar.

Yakın tarihimizde ve günümüzde, bu korkular üzerinden toplumu yönlendirme çabaları hiç eksik olmadı. Siyasal mühendislik girişimleri, halkın iradesine müdahale eden, yapay krizler yaratarak toplumu belirli yönlere itmeye çalışan manipülatif stratejilerle sürdürüldü. Ne yazık ki bu girişimlerin sonucu çoğu zaman toplumun kaybetmesi, bu mühendisliğe imza atanların ise kazanması oldu.

Bu durumu anlamak için yalnızca siyasi olaylara değil, bireylerin yaşadığı kişisel trajedilere de bakmak yeterlidir. Çünkü toplumsal belleği şekillendiren olaylar kadar, bu olayların sembolleştirdiği kişiler de toplumun korkuyla ya da umutla yüzleşmesinde önemli rol oynar.

Hepimizin bildiği ve tanıdığı üç çarpıcı örneği vermek istiyorum:

İlki, ünlü Türk şairi Nazım Hikmet… Yıllarca hapis yattı, yaşamının en verimli çağları cezaevinde geçti ve sürgünde öldü. Hiçbir şiddet eylemine karışmadı; yalnızca düşüncelerini ifade etti, şiirle itirazını dile getirdi. Vatandaşlıktan çıkarıldı, yıllar sonra yeniden vatandaşlığa alındı. En trajik olanı ise bugün Türkiye’de her yerde komünist Çin mallarının bulunması; yani Nazım’ın düşüncesiyle değil, etiketiyle yüzleşiyoruz.

İkincisi, Recep Tayyip Erdoğan… Sadece bir şiir okuduğu için belediye başkanlığı elinden alındı, cezaevine gönderildi. Bugün bu ülkenin cumhurbaşkanı. Geçmişte yaşadığı mağduriyet, düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda sistemin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.

Üçüncüsü, Ahmet Kaya… “Kürtçe bir klip yapmak istiyorum” dediği için linç edildi, yurt dışında sürgün hayatı yaşadı ve orada hayatını kaybetti. Bugün devlet televizyonları Kürtçe yayın yapıyor, Kürtçe klipler birçok mecrada serbestçe yayınlanıyor. O dönemde bu talep, bir hak değil, bir tehdit olarak algılandı.

Bu örnekler, sistemin düşünceye karşı nasıl refleksler geliştirdiğini gösteriyor. Aynı zamanda bu reflekslerin zamanla nasıl değiştiğini, ancak bu değişimin bedelini bireylerin ağır şekilde ödediğini de hatırlatıyor. Tarih, düşünceyi bastırmanın değil; düşünceyle yüzleşmenin toplumsal dönüşüm için ne kadar gerekli olduğunu defalarca göstermiştir.

Ama uzun yıllar boyunca düşüncelerin şeytanlaştırılması ve düşmanlaştırılması, bu ülkenin düşünsel atmosferini zehirledi. Düşünceye karşı duyulan korku, toplumun gelişim potansiyelini bastırdı. Düşünceye dair her çıkış, çoğu zaman terörle ya da bölücülükle ilişkilendirildi. Halbuki bu kişilerin büyük çoğunluğu şiddeti reddediyor, yalnızca sözle var olmaya çalışıyordu.

Elbette ki terör ve şiddet, toplumun en derin korkularından biri olmalıdır ve bu son derece insani bir refleks olarak görülmelidir. Ancak düşünceyi terörize etmek, eleştiriyi bastırmak ve farklı sesleri bastırmak için bu korkuyu kullanmak asla meşru değildir. Bu, sadece düşünceye değil, demokrasinin kendisine yönelmiş bir tehdittir.

- Advertisment -